Popüler Yayınlar

31 Mayıs 2013 Cuma

Silahların gölgesinden barışın gölgesine [ Yorum - Atilla Yayla ]

29 Mart 2013


Üzerinde yaşadığımız siyasî coğrafyanın adı Kürdiye.


Kürdiye'nin ulus-devleti Kürt milliyetçiliğine dayanan bir siyasî organ. Resmî dil ve zorunlu eğitim dili Kürtçe.

Kürt devleti ana azınlık olan Türklerin ulus devletin tanımladığı ideal vatandaş tipine uymasını sağlamak için sık sık “Vatandaş Kürtçe Konuş” kampanyaları düzenler.

Türkçe eğitim her seviyede yasaktır. Türk yerleşim bölgelerinin adı Kürtçe isimlerle değiştirilmiş ve değiştirilmektedir.

Türkler büyük uygarlık dili Kürtçenin alfabesinde bulunmayan harfleri kapsayan isimleri çocuklarına veremezler. Kamu dairelerinde, mahkemelerde tüm işlemler Kürtçe yapılır.

Türklerin çoğunlukta olduğu şehirler kendi kendilerini idare edemez, en küçük mahallî işlere bile başkentteki hükümet veya onun mahallî temsilcisi vali karar verir.

Her seviyedeki mahallî idareler Kürdiye'nin başkenti Diyarbakır'ın sıkı vesayet denetimi altındadır. Kürdiye'nin anayasasına göre Kürdiye'de yaşayan her insan Kürt'tür.

Kürt olmak için Kürt olmak şart değildir, Kürdüm demek yeter. Türklerin çocuklarına her sabah okullarda varlıklarını Kürtlüğe adamalarını telkin eden, Kürt ulusunun üstün vasıflarını anlatan ve “Ne mutlu Kürdüm diyene” haykırışıyla biten antlar bağırttırılır.

Böyle farazî bir ülkede yaşayan Türkler ne hissederdi? Kendilerini Kürtlerle eşit vatandaşlar olarak mı yoksa ikinci sınıf vatandaşlar olarak mı görürlerdi?

Varlıkları inkâr edilen ve hakları çiğnenen Türklerin itirazlarına Kürtler “Kardeşiz, kardeşliğimizi bozmayın!”, “Birlik ve beraberliğimize zarar vermeyin!”, “Burası Kürdiye, beğenmiyorsanız defolun gidin!” türünden cevaplar verseydi, Türkler ne yapardı?

Ne yapmaları doğru ve haklı olurdu? Vicdandan ve adâlet duygularından mahrum olmayan bütün Türklerin, kendilerini yukarıdaki senaryoya yerleştirerek, yani günümüz Türkiye'sindeki Kürtlerin yerine koyarak, Kürt problemi üzerinde düşünmeleri lazım.

Bu yöntem, büyük ahlâk filozofu Adam Smith'ten beri bilinmekte ve uygulanmakta. Smith buna “duygudaşlık (sempati) ilkesi” adını verdi. Buna göre, ahlâklı bir duruş, kendimize yapılmasını istemediğimiz, onamadığımız şeylerin başkalarına yapılmasını da istememeyi, onamamayı gerektirir.

Yukarıda tasvir edilen hayalî Kürdiye'de en geniş azınlık olarak kendilerinin tek tek saydığım uygulamalara maruz bırakılmamasını talep eden Türklerin, mevcut Türkiye'de en geniş (toplumsal) azınlık olan Kürtlerin de aynı şekilde muameleye tabi tutulmamasını istemesi ahlâkî duruşun ön şartıdır.
    
Ne yazık ki, geride kalan 30 korkunç yılda Türklerin çoğu bu ahlâk testinden sınıfta kaldı. Türkler sesini yükseltse ve Kürtlere yöneltilen yanlış muamelelere, hak ihlâllerine itiraz etseydi, bu problem çoktan çözülmüş olurdu.

Ne yazık ki idrakler çok geç uyandı. Bazı iyi adımlar atıldı ama hep geç atıldı. Problemi kontrol altına almak yerine problemin esiri olundu.

Böylece binlerce hayata mal olan vahim hatalar ve gecikmeler yaşandı. Olsun, gün yine de sevinç günüdür. Bu utanç verici problemin 60 yıl sürmektense 30 yıl sürmüş, 100 bin cana mal olmaktansa 50 bin cana mal olmuş olması da bir teselli. Şimdi kuvvetli bir umudumuz var.

Bu topraklarda yaşayan ve sağduyusunu yitirmemiş, vicdanını iblise teslim etmemiş her insan, başta Tayyip Erdoğan olmak üzere, barışın her seviyedeki öncüsüne, mimarına ve işçisine şükran borçlu.

Herkesin vurguladığı üzere, muhteşem başlangıcı tamamına erdirmek zaman alacak ve kolay olmayacak. Çok dikkatli olmak lâzım. Taraflar dillerini hızla yumuşatmalı, savaş ve gerilim dilinden barış ve işbirliği lisanına geçilmeli. 

Bu çerçevede Kürt hareketi, ayrılığı ve şiddeti öne çıkaran bir dil yerine demokratik siyaseti ve müzakereyi vurgulayan bir söylemi benimsemeli. BDP'nin doğru kavramsal çerçevesi Öcalan'ın Diyarbakır'da okunan mektubunda mevcut.

Türk tarafı psikolojik harp taktiği yansıması olan “terörist”, “teröristbaşı” gibi kelimeleri yerli yersiz kullanma alışkanlığından vazgeçmeli. Lisanını geçmişe mahkum etmeyip geleceğe ayarlamalı.

Barış ve eşitliğe dayalı birlik isteyen herkes, muhtemel provokasyonlara karşı hazırlıklı ve bunların süreci bozmasına veya duraklatmasına izin vermemeye kararlı olmalı.

Belki de hükümet ve Öcalan adına BDP ne tür bir provokasyon vuku bulursa bulsun, fevrî ve karşı tarafla bilgi-fikir alışverişine dayanmayan tepkiler göstermeyeceğini ve her halükârda süreçte yer almaya devam edeceğini resmen açıklamalı. Bu, muhtemel provokasyon çabalarını önemli ölçüde açığa düşürebilir.

Nitekim, daha şimdiden Atatürkçü faşist medya ile Kemalist nasyonal sosyalist medya ifsat ve provokasyon çabaları sergilemeye koyuldu.

Neo-faşistlerin öncü kalemi, sureti haktan görünerek Türk-Kürt beraberliğinin sosyolojik olarak imkânsızlığı tezinin taşlarını döşemeye başladı.

Kürt probleminin barışla, demokratik usullerle çözümü gençlerin ölmemesi yanında Türkiye'nin geleceği açısından da hayatî öneme sahip.

Mazallah, Türkiye'den doğacak, PKK'nın liderliğindeki bir Kürdistan, sosyalist bir diktatörlük olurdu. Küçülen Türkiye ise tam faşist bir diktatörlüğe dönüşürdü.

Demokratik ve barışçı bir çözüm Kürtleri ve Türkleri kendilerini bekleyen bu tehlikelerden kurtaracaktır.

Uzun vadede bu belki de, kurtarılan canlardan sonra, en önemli kazancımız olacaktır. Kürt hareketi ilk ve en önemli adımı attı. Şimdi sıra Türkiye Cumhuriyeti devletinde.

PKK militanlarının güvenlik ve güven içinde çekilmesini sağlamak, ordu içinden bunu engellemek için atılmak istenebilecek adımlara mani olmak yapılacak işler listesinin en başında.

Sonra sıra Kürtlerin anayasal ve hukukî statüsünün iyileştirilmesine geliyor. Vatandaşlık Türklüğe bağlı olmaktan çıkartılmalı.

Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'na konulan rezervler kaldırılmalı. İç mevzuatta buna uygun değişiklikler yapılmalı. Pilot bölgeler seçilerek her seviyede Kürtçede eğitime (Kürtçe eğitimine değil) başlanmalı.

Bölgede Kürtçe (ve diğer mahallî diller) belediye hizmetlerinde serbestçe kullanılmalı. Yer adları iade edilmeli ve Kürt anne-babaların çocuklarına istedikleri ismi vermelerinin önündeki bariyerler kaldırılmalı.

Şüphesiz, ne yapılması gerektiğini Başbakan ve çalışma arkadaşları en az benim kadar iyi biliyor. Ben sadece hatırlatmak istedim. İnşallah, başlangıçta sergiledikleri cesaret ve basireti son noktaya kadar taşımaya devam ederler.

Yaşasın barış! Yaşasın hayat! Yaşasın tam hukukî ve siyasî eşitliğe dayanan bir eşit vatandaşlıkla taçlanan kardeşlik!

a.yayla@zaman.com.tr

Hamdım pişemedim yanamadım - ( Ahmet KURUCAN )

25 Mayıs 2013
 
Sohbet sonrası üç-beş arkadaşla oturduk; 

“Hocaefendi ne söyledi, biz ne anladık?” sorusuna cevap aradık. 

Ne söylediği ortada; tutulan notların ötesinde bant kaydı da var.

Fakat ne anladık sorusu biraz da ne söylediğinden ziyade ne söylemek istediği sorusuyla doğru orantılı.

Onun için muhabbetimizi belli bir müddet sonra ‘Ne söylemek istedi?' sorusunu merkeze alarak sürdürdük. Tabii bu aşamada arka plan şartları çok önemli.

Dün-bugün yaşananlar, onun radarına takılıp gündemine giren hadiseleri bilmek lazım doğru yorumlar yapmak, doğru sonuçlara ulaşmak için.

Bu safhada yakın dairede kalanlar imdada yetişti. Bu çerçevede bilgi verdiler. Sonuç diyeceksiniz; sonuç şu; ortak kanaatlerin daha hâkim olduğu bir manzara çıktı ortaya. Farklı düşünenler yok muydu?

Elbette vardı ve var olmalıydı. Zira yoruma dayanan tahlillerde farklı görüşlerin olması kadar tabii bir şey olamaz. Hani derler ya: “İki kişi aynı düşünüyorsa bir tanesi orada fazladır.” diye, orada fazla insan yoktu.

Kaldı ki, “İki kişi aynı düşünüyorsa bir tanesi orada fazla.” sözü de tartışılır ama yeri burası değil.

Hemen hepimizin ittifak ettiği husus şu oldu; söylemediği, söyleyemediği ciddi bir endişesi var Hocaefendi'nin.

Kendisini dinleyenlerin ümit dünyalarını zedelememek için kendi gördüğü manzarayı bütün netliği ile anlatmıyordu. Bunun yerine kendini iknaya çalışan,

Allah'ın o sonsuz rahmet ve merhametini cezb ü celb için adeta dilekçe gönderen bir yaklaşım hâkimdi konuşmasına.

Kendini ikna etmeye, hep ümitbahş olan hususları seslendirerek endişelerini bastırmaya gayret ediyordu da diyebiliriz. Daha sohbetin başında serd edilen şu sözleri başka nasıl yorumlayabilirsiniz ki:

“‘Deme şu niçin şöyle, Bir nicedir ol öyle, Bak sonuna, sabr eyle, Mevlâ görelim neyler, Neylerse, güzel eyler' der İbrahim Hakkı Hazretleri. Her şey O'nun murâdına göre cereyan eder. Bize düşen sabretmektir.”

Sabır söz konusu olduğuna göre ortada sabrı gerektiren bir dert var demekti bunun manası. İşin garibi, özel manada sabrı gerektiren o derdin ne olduğunu biz bilmiyoruz.

Devam etti. “Murâd-ı İlahi nedir, neyi, ne zaman murâd buyurmuş? Her şey O'nun murâdına göre meydana gelir. Bize düşen de O'nun murâdına saygılı olmaktır. O ve O'nun murâdı murâdımız olursa biz de yeryüzünde O'nun murâdı oluruz. Varlığa bakarken bizimle bakar. Bize göre muamelede bulunur. 5-10 tane bile olsa onlara bakar ve bütün mahlûkatı bağışlar.”

 “Kalbi selim, ruhu selim, hissi selim, kendi mülayim” diye nitelendirdi o 5-10 insanı. “Bunlar var ya, istikbal va'd ediyor. Gelecekte benim namımı bayraklaştırma niyetindeler der” diye devam ettirdi sözlerini.
 
Büyük müjdeler bunlar. Eşyanın perde arkasına vâkıf insanların ancak dile getirebileceği hakikatler. Varlığa irfan ufkundan bakanlar anlar ve söyleyebilir bunları.

Şöyle de diyebilirim; zahirî sebeplerle, sebep-sonuç münasebetleri ile hadiseleri açıklamaya gücü yetenlerin idrâk edemeyeceği şeyler.

“Başkalarının size hilm ile muamele yapmasını istiyorsanız sizin de halim-selim ve mülayim olmanız lazım. Birilerinden merhamet bekliyorsanız, onlardan evvel sizin onlara karşı merhametli olmanız lazım. Şefkate ihtiyaç hissettiğiniz zaman şefkat bekliyorsanız, her şeyin üzerinde şefkatle bir anne gibi titremeniz lazım.”

Bunlar meselenin olumlu yanları, dedi ve hemen olumsuz örneklere geçti. “Saygısızlığa maruz kalmak istemiyorsanız, âleme karşı saygıda kusur etmemeniz lazım.

İnsanlardan şiddet görmek istemiyorsanız, kendi şiddet hislerinizi kontrol altına almanız lazım. Onların öfkelerine maruz kalmak istemiyorsanız, öfkenizi bastırmanız lazım.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sas), bir şahsın kendisinden üç isteğine, üç beklentisine karşı üç defa “öfkelenme” demiştir.” Ve bize endişesini bastırmaya çalışıyor dedirten cümleler.

“Alemi öfkelendirip üzerinize salmak istemiyorsanız şayet, öfkelenmemeye bakacak, düşüncelerinizi, sözlerinizi, beyanlarınızı kontrol altına alacaksınız.

On düşünecek bir kere konuşacaksınız. Yoksa öfkeyle gelirler, öfkeyle boğarlar sizi.”

Zor, gerçekten çok zor bir görev bu.

Allah'ın rızasından maada hiçbir beklentisi olmayan insanların bir de nâhâk yere itham ve iftiraları, öfke, kin ve nefretleri göğüslemesi zor.

Muhataplar düşman olsa, düşmanlıklarının gereğini yerine getiriyor der sabredersiniz; ama aynı türden davranışlar dost canipten gelince, işte zor dediğimiz husus burası.

Fakat Hocaefendi öyle düşünmüyor. “Kalbinizi hased duygusundan arı ve duru hale getirin.” diyor.

Bu düşüncesini de Allah'ın teveccühüne mazhar olması için şart diyerek hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir argümanla temellendirip, Nabi'nin şu dizelerini aktarıyor:

“Âyîne-i idrâkini pâk eyle şivâdan; Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâke, hicâb et!”

Sonra çok sık tekrar ettiği ve Üstad Bediüzzaman'ın “mukabele-i bi'l misil kaide-i zâlimânesi” dediği hususa atlıyor. Önce ayeti zikrediyor.

“Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın. Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.”

(Nahl, 126) Misliyle mukabeleye evet ama ayetin devamındaki sabra dikkatleri çekiyor ve Nâili Kadimi'nin meşhur dizelerini “önemli olan bunu diyebilmektir” diyerek yeniden zikrediyor:

“Yıkanlar hatır-ı nâşâdımı ya Rab şâd olsun. Benim için nâmurâd olsun diyenler bermurâd olsun.”

Arka arkasına bir çırpıda söylediği şu tesbitlere dikkat edin lütfen:

“Kolun kanadın kırılsın; Allah seni kolsuz kanatsız eylemesin. Başın kopsun; Allah seni başsızlığa maruz bırakmasın. Yurdun yuvan yıkılsın; Allah seni yurtsuz, yuvasız etmesin. Çoluk çocuğunun başına gelsin; Allah sana çoluk çocuk acısı duyurmasın. İnsanca tavır bu ikincisi. Birincisine insanca tavır denemez.”

Ve kısa kısa: “Allah göndereceği güzellikleri buradaki güzelliklere bağlamıştır. Burada insanüstü çizgide yaşa ki öbür tarafta cennet mukabelesi göresin. Burada her şeyi hoş ve rıdvanla karşıla ki öte tarafta Rıdvan'a mazhar olasın...”

“Zannediyorum insanca yaşama bir kesimin insanca yaşamı sahnelendirmesinden sonra olacaktır. Ruhu selim, aklı selim, kalbi selim ve hissi mülayim olan insanlar insanlığa yaşama adabı öğretecektir…”

“Yaşayanlar ümitle yaşar, me'yus olan ruhunu vicdanını bağlar…”

“İnsanın murâd olması şart-ı âdi planında iradesini kullanıp Hakkı murâd yapmaya bağlıdır.”

Son sözleri yaşlı gözleri ile şöyleydi Hocaefendi'nin:

“Keşke hislerimiz değil, hep hak ve hakikati konuşsak. Ümidimizi yitirmedik ama ümit adına bir şey bitirdik de diyemem.”

Bu son cümleyi Hocaefendi namına kabullenmek tek kelime ile imkansız; fakat söz konusu bensem, kendilerini benimle aynı kulvar ve seviyede gören ihvanım ise elbette.

Bizi bu bağlamda ifade eden en güzel söz şu olsa gerek: hamdım, pişemedim, yanamadım. 295 No'lu Herkül Nağme'yi yeniden ve daha dikkatlice dinlemeye ne dersiniz?

12 Mayıs 2013 Pazar

Bilmediğinle karşılaşmak: Neoliberalizm (1)


3 Mayıs 2013


Güven Sak, Radikal'deki köşesinde “Geçen gün hayatımda ilk kez bir neoliberalle karşılaştım” isimli bir yazı kaleme aldı.
Yazı, petrol ve imar rantı peşinde koşan bir işadamının neoliberal olduğu tespitinden hareketle, neoliberalin ve neoliberalizmin de ne anlama geldiğini anlaşılır kıldığı iması taşıyor. Aynı zamanda, bu konuyla ilgili benzer diğer tüm yazılarda olduğu gibi neoliberal olmanın veya neoliberalizmin ne demek olduğunu tanımlamıyor. 

Dolayısıyla, karşılaşılan bu kişinin neoliberalliğine ilişkin tek verinin, devlet eliyle oluşturulmuş suni servet transferi peşinde koşan rantiyer bir işadamı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Yazar, yazının sonunda, neoliberal ne demek anladım tespitiyle, bu sözüm ona neoliberal üzerinden neoliberalizmin de ne demek olduğuna gönderme yapıyor. 

Buna göre neoliberalizm de devlet-piyasa ilişkilerinde sermayedar kapitalistlere devlet eliyle servet transfer eden sistemin adı haline geliyor. Bu yaklaşım, belki de sosyal bilimler alanında zıtlık, yanılgı ve yanlış yönlendirme barındıran en bariz konuların başında neoliberalizmin gelmesinden kaynaklanıyor. 

Bu anlamda ilgili türden yazılar, hem tekniği, hem de sonuçları açısından önemli sorunlar barındırıyor. Bu tür yazıları daha önemli kılan bir başka unsur, kesinlikle bu yaklaşım tarzının münferit değil, ama çok yaygın bir durum olmasıdır. 

Sak'ın yazısında neoliberalizme ve neoliberale yapılan gönderme, sadece yanıltıcı bir ima içeriyor olmasına karşın, Türkiye'de neoliberalizm ve (neo)liberaller, Uğur Mumcu'yla ivme kazanıp, Emin Çölaşan'la had safhaya varan çizgide, farklı politik görüşlerden pek çok yazarın, ama özellikle “solcu” Kemalistlerin, “liboş” ve “entel liboş” gibi mesnetsiz ve fakat ağır ithamlarına tanıklık eden bir geçmişe sahiptir. Bu anlamda sağdan veya soldan fark etmez, Türk entelijensiyasının çok sık karşılaştığı bilinmezlerin başında neoliberalizmin ne olduğu gelmektedir. 

Bu nedenle bu analizlerin hemen hepsinde, liberalizm ve neoliberalizm kavramları, yaygın bir şekilde yanlış anlamda kullanılmakta, bu yanlış kullanım üzerinden kavramın felsefi temelleri çarpıtılıp bir ideolojik asimetri oluşturularak, kavram, bir tür hunharlıkla hırpalanmakta ve en kötüsü, bu yanlışlığın neden olduğu vahamete akademik seviyede ortak olunarak, yanlışın, toplum nezdinde doğru olarak kabullenilmesi gibi ehemmiyetli bir soruna neden olunmaktadır. 

Bunun dışında neoliberalizm kavramı, sosyal bilimler içindeki akademik tartışmada bile yaygın olarak yanlış anlamda kullanılmakta ve bu yanlış kullanım üzerinden, ideolojik hesaplar devşirilmeye çalışılmaktadır. 

Dolayısıyla her açıdan sorunlu bir kavram tartışması ve beraberinde getirdiği yanılgıdan kaynaklanan derin olumsuz sonuçlarla karşı karşıyayız. 

Bu yazının amacı, neoliberalin ve neoliberalizmin gerçekte ne olduğunu açıklamaya ve yanlış kullanımın içeren çalışmalar üzerinden, neoliberalizmin bu yanlış anlatılan sistem olmadığını göstermeye çalışmaktır. 

Böylece, özellikle, ideolojik manipülasyona maruz kalan neoliberalizm üzerinden gerçekleştirilen liberal iktisat politikası eleştirilerinin, aslında, neoliberalizmin bir unsuru değil, ama kendisinin de eleştirdiği devlet-piyasa ilişkileri olduğunu göstermek mümkün olabilecektir.

Galat-ı meşhur olarak neoliberalizm


Günümüzdeki yaygın kullanımı açısından neoliberalizm kavramı, bir galat-ı meşhurdur. Dolayısıyla ilk olarak, kavramı bu açıdan açıklamaya çalışalım. Anlaşılır olması açısından kavramın orijinal ve gerçek anlamına pozitif veya müspet, galat-ı meşhur haline gelmiş anlamına da negatif veya menfi anlam içeren neoliberalizm diyebiliriz. 


Nitekim orijinal anlamında neoliberalizm, en azından normatif açıdan etkin bir iktisadi ve politik sisteme atfen kullanıldığı için müspet bir ima içermekte iken, galat-ı meşhur haliyle menfi eleştirel bir anlam barındırmaktadır. Buna göre bugünkü tartışmalarda kullanılan neoliberalizmin menfi anlamı, en fazla bir yan anlam olarak kabul edilebilir. Kavram, neredeyse tamamen, orijinal bağlamından farklı bir anlamda kullanılmaktadır. 

Çünkü neoliberal politikalar olarak önerilen politikaların pratiklerine ilişkin aksaklıkların kendisi neoliberalizm değildir. Neoliberalizm kavramının, galat-ı meşhur hale gelme nedeni, kavramı bu haliyle kullananların bilimsel temellerinden kopuk bir içerikle kullanmalarıdır. 

Bu anlamda neoliberalizm kavramının galat-ı meşhur olma serüveni, galat-ı meşhur terminolojisiyle birebir uyumludur. Neoliberalizmin yaygın bir şekilde menfi anlamda kullanılmaya başladığı Şili'deki deneyim ve sonrasındaki süreç, tam olarak buna karşılık gelmektedir. 

Şili'de kavramı ilk defa neoliberalizme karşı kullanıp, menfi yan anlamlar yükleyenler, Şili'nin 1970'lerin sonlarına doğru iktisat politikalarında tercih ettiği reformist politikalar esnasında ortaya çıkan sorunların tamamını, yani fiilî durumu neoliberalizm olarak isimlendirdiler. 

Ancak Şili'de neoliberalizmi bu menfi yan anlamıyla kullananların çok azı akademik dergilerde aynı terminoloji ile bilimsel makale basabilmişlerdir. 

Bu politikaların, bilimsel temelleri üzerine atıf yapmaktan ve kavramı tanımlamaktan kaçınmışlardır. Çünkü bu yeni dil, İspanyolca konuşulan ülkelerde bilimsel temelleri olmayan bir içerik kullanıyordu. Dahası bilimsel temelleri belirgin olan bir kavramı, aksi bir anlamda kullanıyordu. 

Devamında 1980 sonrasında benzeri iktisat politikalarının, tüm dünyada yaygınlaşması, bu reform süreçlerinde ortaya çıkan sorunların da aynı terminoloji üzerinden okunmasını getirince, neoliberalizm kavramı, çok hızlı ve yaygın bir şekilde bilimsel temellerinden kopuk ve menfi bir yan anlam kazanmaya başladı. 

Hatta Türkiye'de liboş ve entel liboş gibi pejoratif yan anlamlar, 10 yıllar boyunca pek çok kişi tarafından doğru tanımlamalar olarak kabul edildi. Gelinen nokta itibarıyla sosyal bilimler alanındaki akademisyenler arasında bile neoliberalizm konusunda bariz bir yanlışta ittifak zuhur etmiş görünüyor. 

Bununla birlikte bu durum, çok yaygın bir karakteristik olduğu için bu grup içinde yer alanların hepsini bütüncül bir grup olarak sınıflandırmak doğru olmayacaktır. Çünkü köşe yazarları bir yana, kavramın yanlış anlamda kullanıldığının farkında olmayan akademisyenler bile bulmak mümkün. Peki, bu nasıl oluyor?

Öncelikle neoliberalizmin ne olduğunu irdelemeksizin, önceki çalışmaların, yanlış kullanımına yapılan atıflar sonucu, yeni yapılan tüm çalışmalar, bu yanlışı doğru bir kullanım gibi aldıklarında kavram bu haliyle kabul edilmiş oluyor. Dahası, ilgili analizlerin neredeyse tamamında kavram, tanımlanmaksızın kullanılmaya devam ediyor. 


Bu unsurlar, bazı terminolojik ve metodolojik sorunlarla uğraşmaksızın bir analiz yürütmeyi mümkün kıldığından bir nevi pragmatik ve provokatif bir yöntem gütmeyi kolaylaştırmakta ve menfi yan anlamların yerleşik algı olarak kabullenilmesine aracılık etmektedir. Açıkça neoliberalizme ilişkin zamanla ortaya çıkan muğlaklık, manipüle edilmektedir. 

Bu, akademik beceri olmaksızın konuyla ilgilenenler için anlaşılması oldukça güç bir karmaşıklığa neden olduğu gibi akademisyenler açısından da kolay bir durum değildir. 

Bununla birlikte akademik dünyada konu üzerine yazanların, bu zorluk ve açmazlara ilişkin kavrayış becerisinin olması beklentisi, böyle davranmadıkları durumda konuyla ilgili analiz yapanları, töhmet altında bırakmaktadır. 

Dolayısıyla bu durumda olanların, cehalet, safça davranış veya manipülatif bir ideolojik angajmanla tanımlanmaları kaçınılmaz hale gelmektedir.


    Bu konunun üzerine gidilmesini gerektiren niteliği, hangi grupta yer aldığına bakmaksızın, bu tür bir yanlış içinde olanların, basit bir kavram yanlışlığı yapmaktan daha fazlasına aracılık etmeleridir. Bu nedenle konuya ilişkin yanlış üzerine titizlikle gitmek, özellikle gereklidir. 


Çünkü terimin kullanımındaki ideolojik asimetri, karmaşıklığın en temel nedenidir ve bu asimetri, neoliberalizme ilişkin analizde farklı yaklaşımlar arasındaki hatların bulanıklaşmasını getirmektedir. 

Dolayısıyla da çok önemli bir bilimsel yaklaşımın yanlış aktarılmasına neden olunmaktadır. Metodolojik olarak bu, aslında olmayan suni bir sorundur ve bu sorunun yükü, ideolojik angajmanlarla kavramı bağlamından koparıp, manipüle edenlerin omuzlarında kalmaktadır. 

Ayrıca bu radikal yan anlamlarla kavramı bağlamından kopararak analize konu edenler, sosyal disiplinler içinde bile radikal politik ekonomi olarak heterodoksi içinde yer almaktan kurtulamamaktadırlar. 

Bu mutlaka kötü değildir, ama kesinlikle iyi de değildir. Çünkü yaklaşımın, en azından genelgeçer olmadığını gösterir. Bir de galat-ı meşhur olan bir kavramın, havasın değil, ama avamın elinde bu duruma düşmesi meselesi bulunmaktadır.
   

 *Yıldız Teknik Üniversitesi, İktisat Bölümü Öğretim Üyesi

9 Mayıs 2013 Perşembe

Solculuk ve Kürt siyaseti - Etyen Mahçupyan

Cumhuriyet'in tek adam kültünü yücelten otokratik karakteri, sadece vesayete dayanan bir rejim yaratmadı, söz konusu vesayet sayesinde kendine özgü bir aydın cemaati de üretti.

Cumhuriyet'in aydınları devlet sorumluluğu taşıyan, yönetime şükran duygusu içinde insanlardı. Tek parti dönemi, bu dar grubun kalıpçılığı içinde yaşandı. Ancak asıl ilginç durum bunun sonrasında...

Çünkü çok partili, nisbeten özgürleşmiş demokratik süreçle birlikte, doğal olarak o zamana kadar dışlanmış olan kesimin kendi aydınları ile siyasete damga vurması beklenirdi. Ama öyle olmadı.

Laiklik ve onun Kemalist versiyonunun ima ettiği pozitivizm, dindarları entelektüel hayatın dışında, bir tür 'gelişememiş' beyinler olarak tanımlıyordu ve İslami kesimin de bu algıyı değiştirecek itici ve taşıyıcı düşünürleri hiçbir zaman olmadı.

Düşünür olarak çıkanlar ancak kendi sosyolojik ve kimliksel çevrelerinin içinde etkili oldular, dilleri evrenselleşemedi, dünyayla bağ kuramadılar ve sıradan insana hitap eden hikmetler serdetmekle kaldılar.

Bu durum laik kesimdeki aydın kadroların özgüvenini daha da pekiştirdi. Dünya filozoflarını 'bilenler', çağın gereklerini kavrayanlar, yaşanan anı aşan analizler ve öngörüler yapanlar kendileriydi...

Öte yandan Kemalizm sınırlı ve sığ bir ideolojiydi. Oysa entelektüel dünya sol bakışın heyecan verici tartışmalarını yaşıyordu...

Böylece laik kesim kendi içinden sol bir aydın muhalefeti çıkardı. Gerçi bu solun bir ucu her zaman Kemalizm'e dokundu ve laikliğin kamusal alanda dışladığı kimliklerin 'aydın' olma hakkı tasavvur dışı kaldı.

Entelektüel açıdan hem iktidarın hem de muhalefetin aynı sosyolojik/kültürel kimliğe sıkışması, solculuğu İslami 'tehlike' karşısında Kemalizm'e yakınlaştırırken, ancak bu 'tehlikenin' olmadığı zamanlarda özgürlükçü kıldı.

Kısacası solculuk, birkaç bireysel tavır dışında, Kemalist laikliği yadırgamak bir yana 'son kertede' doğru buldu.

Kemalizm'in devletçiliğini ise sosyalizan ve daha geniş olarak anti-kapitalist bir anlayışın içinde eritebildi.

Tek sorun milliyetçilikle nasıl baş edileceğiydi ve şaşırtıcı olmayan bir biçimde, milliyetçiliği destekleyen ve ona karşı çıkan iki tür sol ortaya çıktı.

 Bugün bunlardan birincisine ulusalcılık deniyor. Laik, milliyetçi ve devletçi bir sol...

Diğer kanat her üç alanda da farklı bir tutum izliyor: Başörtüsüne özgürlük verilmesini istemesiyle laiklikten, katılımcılığı savunmasıyla devletçilikten ve Kürt kimliğinin haklarını desteklemesiyle milliyetçilikten uzaklaşıyor.

Ancak solculuk sadece bir tutum değil, aynı zamanda bir varoluş hali. Başka bir ifadeyle kişiye kimlik sağlayan bir nitelik...

İnsanlar önce düşünüp, sonra bu düşüncenin ne kadar sol olduğunu sorgulamıyorlar. Aksine solun nasıl düşünmesi gerektiğinden hareketle pozisyon alıyorlar.

Bu ise ideolojik çerçevesi olan bir cemaatleşmeyi ima ediyor. Çünkü solun açık bir ikilemi var:

Ülkenin asıl muhalifleri onlar değil... Üstelik laiklik sayesinde iktidarın bizzat parçası ve tarafı durumundalar. Ama kendi farklılıklarını da bir şekilde anlamlı kılmak ve aktörleşmek istiyorlar.

Kısacası solculuk, aktivizme dayanan bir grup siyaseti olarak somutlaşıyor.
Söz konusu aktörleşme bir siyasi dile, gündelik anlamda aktivizmi taşıyacak bir ideolojik zemine muhtaç.

Bunu bugünlerde otoriter laiklikten uzaklaşarak yapmak işlevsel değil, çünkü iktidarda AKP var ve sol bu iktidara karşı olmak 'zorunda'.

İdeolojik zeminin devletçilikten uzaklaşarak üretilmesi de mümkün değil, çünkü bu ancak sınıfsal bir mücadele içinde anlamlı olabilirdi ve öyle bir ortam yok...

Geriye milliyetçilik kalıyor ve üstelik o sorunun sahibi olan Kürtler muhalefet bile olmakta zorlanıyorlar. Dolayısıyla Kürt meselesi solculuk açısından münbit bir toprağı ifade ediyor.

Mağdura sahip çıkan, onun adına konuşan, bu sayede devlete ve hükümete mesafe alan, böylece siyasi kimlikleşme yaşayan bir solculuk, halen son derece popüler.

Ne var ki kendisini anlamlı kılacak siyaset arama eğilimi, 'özgürlükçü solun' en güçlü olduğu addedilen ilkesel yönünü giderek tahrip etmekte.

Çünkü söz konusu ilkelerin en önemlisi şiddete karşı olma. Nitekim Kürt meselesinde devlet eleştirisinin dayanağı da bu.

Ayrıca bu soldan kime sorsak, bize barış yanlısı ve şiddet karşıtı olduğunu, şiddetin siyaset ve barış yolunu tıkadığını söyleyecektir. Ne var ki Kürt meselesinin somutuna geldiğimizde tablo muğlaklaşıyor.

Çünkü Kürt siyasetinin şiddet tercihi karşısında konum almak, sola siyaset alanı bırakmıyor, bizzat solcunun kendisini anlamsızlaştırıyor.

Eğer solculuk demokratlığın içinden üretilebilseydi, böyle bir açmaza girilmez, alınan konum siyasi kimliği yaralamazdı.

Ama solun geçmişinde laiklik ve pozitivizm var... Oradan çıkacak bir cemaatçiliğin demokrat olması ise neredeyse imkânsız.

'Çoklu Türkiye' ve Yeni Anayasa [Yorum - Dr. Ümit Kardaş]

12 Ekim 2012


TESEV, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, meslek odaları, dernekler ve platformlar tarafından çeşitli yöntemlerle elde edilmiş verilerden hareketle yaptığı çalışmada değişik başlıklar altında ortaya kapsamlı öneriler çıkarmıştır.

 TESEV'in talep etmesi nedeniyle bu önerileri değerlendirerek ve Yeni Anayasa Platformu (YAP) çatısında yapılan çalışmalardan yararlanarak bazı başlıklar için madde teklifi yapmaya çalışacağım.

Anayasanın felsefesi ve başlangıç metni

Değerlendirme: Anayasaların felsefeleri genellikle anayasaların başlangıç metninde yer alır. Kimi ülke anayasaları başlangıç metnine yer vermemiştir.

Ancak özellikle bir iç çatışmadan çıkmış, toplumsal ve siyasal barışı hedefleyen ülkelerde anayasanın felsefesini, ruhunu açıklayan başlangıç metinleri bulunur.

Kanaatimce, yeni anayasada iç çatışmalardan ve gerilimlerden çıkmamızın temelini oluşturacak, demokrasi ve özgürlüklere vurgu yapacak bir başlangıç metni aynı zamanda öfke ve intikam duygularını aşacak bir işlev görecektir.

Anayasanın yeni felsefesinin katılımcı ve çoğulcu demokratik değerlere dayanması, insan onurunu ve insanın kendini özgürce ifade edebilmesini öngörmesi, özgürlük, eşitlik, adalet gibi kadim temeller üzerinden temellendirilmesi, farklılıkların barış içinde var olmasının zeminini oluşturması, yoksulluğun ve yoksunluğun aşılması bakımından sosyal adalet değerine vurgu yapılması gibi öneriler ağırlık kazanmaktadır.

Söz konusu önerilerden anayasanın yeni felsefesi kapsamında devletin yeniden tanımlanması zaruri bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır.

    Metin teklifi: Türkiye coğrafyasında yaşayan çeşitli dinsel, etnik ve kültürel farklılıklara sahip yurttaşlar tarihten gelen barış içinde özgürce bir arada yaşama arzu ve iradesini tekrar ederek ve yenileyerek toplumsal bir mutabakata varmışlardır.

Bu toplumsal mutabakat, insanların doğuştan var olan özgürlüklerini kullanabilmelerini sağlamak, sosyal adaleti gerçekleştirmek, her koşulda farklılıkları korumak ve farklılıklarla birlikte bir arada barış içinde çoğulcu, katılımcı ve şeffaf bir toplumda yaşamak isteği yönündeki iradesini; devletin ise bireyin ve toplumun hak ve özgürlüklerine ve tercihlerine saygılı olmak ve kullanılabilmelerini sağlamak, bireyin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmek ve yoksulluğu aşmak için hukuk içinde hareket etmek üzere oluşturulmuş, işleyişi ve yetkileri denetim ve denge sistemine göre konumlandırılmış bir aygıt olduğu düşüncesini temel alır.

 Bireylerin ve toplumun katkılarıyla hazırlanan, olağan bir meclis tarafından kabul edilen ve halk tarafından onaylanıp, yürürlüğe giren bu anayasa; bireylerin ve toplumun hizmetinde olması gereken devletin yönetim biçiminin, özgürlük ve barış içinde yaşamanın ilkelerinin gösterildiği örnek bir metin olarak küresel demokrasi idealine yönelik bir çabaya da katkı sunacak tarihsel bir açılımın başlangıç noktasını oluşturacaktır.

Devletin nitelikleri

Değerlendirme: Önerilerde, bu konuda değişmez maddeler olmaması, ancak mevcut Anayasa'nın 2. maddesindeki Cumhuriyet'in nitelikleri düzenlemesinden sadece demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti ibaresinin korunup, bu niteliklere açıklık getirecek eklemeler yapılması hususu ağırlık kazanmaktadır.

Ayrıca mevcut Anayasa'nın 3. maddesinde değişmez olarak kabul edilen Türkçenin tek resmi dil olması düzenlemesinin aynen kalmasını önerenler olduğu gibi, bölgelerde ihtiyaca göre Türkçenin dışında birden çok dil kullanılabileceğine, bu konuda Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı'nın uygulanması gerektiğine ilişkin öneriler de bulunmaktadır.

Madde teklifi: Türkiye Cumhuriyeti, hak ve özgürlükleri, katılımcılığı ve çoğulculuğu esas alacak şekilde demokratik, din ve vicdan özgürlüğünü ve her türlü inanca karşı eşit mesafede durmayı esas alacak şekilde laik, yoksulluğu ve yoksunluğu aşmayı ve eşitliği sağlamayı esas alacak şekilde sosyal, adil yargılanmayı, adaleti ve insan onuruna saygıyı esas alacak şekilde hukuk devletidir.
 
Dil ve kültür

Madde teklifi: Türkiye coğrafyasında Türkçenin yanı sıra bölgesel ihtiyaçlara göre birden çok resmi dil kullanılabilir. Devlet, bölgesel ve azınlık dilleri ile kültürleri korur ve gelişmelerini destekler.

Egemenlik

Değerlendirme: Öneriler arasında egemenlik ve iktidar kavramlarının kullanılması konusunda fikir ayrılığı olduğu, ancak iktidar ya da egemenliğin üç erk tarafından kullanılacağının açıkça belirtilmesinin kabul gördüğü anlaşılmaktadır. Kanaatimce, bu konunun madde olarak düzenlenmesinde iktidar kullanımının bölgesel ve yerel vurgusunu yapmak gerekmektedir.

Madde teklifi: İktidarın kaynağı halktır. Halk, bu iktidarı yasama, yürütme ve yargı organları eliyle kullanır. Yasama ve yürütme erklerine ilişkin yetkiler ülkesel ve bölgesel düzeyde paylaşılır.

Vatandaşlık

Değerlendirme: Önerilerde, vatandaşlık tanımının hiçbir etnik vurgu yapılmadan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üzerinden yapılması görüşü ağırlık kazanmıştır.

Kanaatimce, bu konuda bir tanıma ihtiyaç duymamak gerekir. Türkiye coğrafyasında yaşayan herkes, insan olarak hak ve özgürlüklerden ve hukuk güvencesinden yararlanacaktır. Anayasada özne herkes, insan ya da birey olacaktır. Vatandaşlık hukuku ise anayasal ilkelere uygun olarak kanunla düzenlenecektir.

Hak ve özgürlüklerin korunması

Değerlendirme: Önerilerden, anayasanın özgürlükçü bir değere dayanması, hak ve özgürlüklerin dünyadaki değişimler sonucu vicdanî ret hakkı, sığınma hakkı, beslenme hakkı gibi hakları da içine alacak şekilde genişlemesi yönündeki düşüncenin ağırlık kazandığı anlaşılmaktadır.

Yine özgürlüklerin sınırlanması konusunda genel sınırlamalardan kaçınılması ve özel sınırlamalarda ise evrensel ölçütlerin kullanılması düşüncesi de önemli ölçüde kabul görmüştür. Hak ve özgürlüklerin anayasada belirtilmesinin yanı sıra özgürlüklerle ilgili şu düzenlemenin bulunması gerektiği kanısındayım.

Madde teklifi: İnsanlar özgür doğarlar. Özgürlükler doğuştan sahip olunanlar ile birlikte sonradan edinilenleri ve tercihleri de kapsar.

Bu alan devletin tasarrufuna kapalıdır. Tüm erkleri ile birlikte devletin temel görevi, hiçbir ayrımcılığa başvurmaksızın bu özgürlüklere saygı duymak ve kullanılması için önlemler almaktır.

Başkalarına yönelik şiddete teşvik ve tahrik, ırkçılık ve nefret söylemi devletin koruma önlemleri almasını gerektirir.

Eşitlik ve devletin anlamı

Değerlendirme: Önerilerden anayasanın fırsat eşitliğini de gözeterek birey-toplum ekseninde eşitlikçi ve sosyal bir değere dayanması ve devletin bunu sağlayacak şekilde anlamlandırılması gereği ortaya çıkmıştır.

Madde teklifi: Hukuk içinde hareket etmesi gereken siyasi ve idari yapı, bireyin ve toplumun tüm kesimlerinin hak ve özgürlüklerini kullanmalarını sağlamak, huzur ve refahını gerçekleştirmek, yoksulluğu ve yoksunluğu aşmak ve ayrımcılığı ortadan kaldırmakla görevlidir.

Anayasanın teminatı

Madde teklifi: Anayasa, sosyal adaletin gerçekleşmesini, sosyal, ekonomik ve kültürel hakların kullanılmasını, çevrenin korunmasını ve açık toplumu garanti altına alır, ayrımcılığı reddeder.

Merkez-bölge yetki paylaşımı

Değerlendirme: Çeşitli başlıklar altında toplanan önerilerden önemli bir kısmının, yetkilerin toplandığı merkezî yapıdan adem-i merkeziyetçi bir yapıya geçilmesi yönünde olduğu görülmektedir.

Adem-i merkeziyetçi eğilimin belediyelerin yetkilerinin artırılmasından daha fazla bir şeyi ifade ettiği açıktır. Nitekim bazı önerilerde merkezin yetkilerinin azaltılması ve yerelde meclislerin oluşturulması gereği açıkça belirtilmektedir.

Merkezle belediyeler arasındaki boşluğu merkezden bölgelere aktarılacak yetki aktarımı sonucu oluşacak bölge parlamentoları ve hükümetleri dolduracaktır.

Demokrasinin gerçekleşebilmesinin, merkezdeki yetkinin dağıtılması ve bölgedeki halkın kararlara katılabilmesi ile mümkün olabileceği açıktır.

Sivil birey de ancak bu şekilde sağlanacak bir katılımcılıkla ortaya çıkabilir. Avrupa bölgeler Avrupa'sıdır. İspanya'da 17 özerk bölge, İtalya'da 5 özerk bölge, Yunanistan'da 1 özerk bölge, Portekiz'de adalarda özerk bölge, Fransa'da özel statülü Korsika bölgesi mevcuttur.

Birleşik Krallık'ta Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda özerk bölgelerdir. Yarı federatif yapılar oluşmuştur. Diğer ülkeler ise federatif yapılar kurmuşlardır.

Rusya'da da 21 otonom bölge bulunmaktadır. Bu bölgelerin kendi parlamentoları ve hükümetleri vardır. Dünyada demokrasi ile yönetilen ülkeler arasında Türkiye gibi tamamen merkezden yönetilen, saf üniter, kararların tek merkezden alındığı ve rant dağıtım merkezi gibi çalışan bir rejim bulunmamaktadır.

Böyle bir rejim kuşkusuz otoriter bir rejimdir. Bu nedenle yargı dışında yasama ve yürütme yetkileri merkezdeki parlamento ve hükümet ile bölgelerdeki parlamentolar ve hükümetler arasında paylaşılacaktır.

Madde teklifi: Siyasi birliği temsil eden ve güvence altına alan ve tüm toplumsal farklılıkların dayanışmasıyla birlikte demokratik bir niteliğe sahip olması gereken cumhuriyet, yetki devrini bölgesel ihtiyaçlara göre ve demokrasinin güçlendirilmesine yönelik olarak tanır ve gerçekleştirilmesini kolaylaştırır.

Dış güvenlik ve ulusal savunma, dış politika, yargı, vatandaşlık, gümrük rejimi, devlet maliyesi ve sosyal güvenlik konularında yetki merkeze ait olup; kentleşme, konut planlaması, bölgesel ulaşım, tarım, ormancılık, balıkçılık, bölgesel ekonomik kalkınma, yerel fuarlar, sağlık, eğitim ve kolluk başta olmak üzere diğer yetkiler bölgelere aittir. Bölgeler yetkilerini kullanırken mali özerkliğe sahiptirler.

Anayasal kurum ve kuruluşlar

Değerlendirme: Önerilerden, bazı kurumların tamamen kaldırılması, bazı kurumlara ise anayasada yer verilmeyip kanunla düzenleme yapılması böylece yeni anayasada bürokratik kurum ve kuruluşlara yer verilmemesi hususunda büyük ölçüde mutabakat olduğu anlaşılmaktadır.

Bu mutabakatın önemli olduğunu düşünüyorum. Demokratik ve özgürlükçü niteliği ile ilkesel bir çerçeve çizen bir anayasada bürokratik kurumların yer almasına gerek bulunmamaktadır. İhtiyaç hissedilen kurum anayasal ilkeler çerçevesinde kanunla düzenlenebilir.

YÖK, Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi gibi kurumların tamamen kaldırılması yönünde mutabakat vardır. YAŞ, Devlet Denetleme Kurulu, RTÜK, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, merkezi ve idari kuruluşların anayasada yer almaması, ihtiyaç hissedilenlerin kanunla düzenlenmesi hususunda da mutabakat sağlanmıştır.

Milli Güvenlik Kurulu'nun anayasadan çıkartılarak kanunla dar kadrolu Dış Güvenlik Kurulu oluşturulması, askerî mahkemelerin ve disiplin mahkemelerinin anayasal organlar olmaktan çıkartılıp, askerî suçlarla sınırlı olmak üzere kanunla düzenlenmeleri, Genelkurmay Başkanlığı'nın MSB'ye bağlanması mutabakata varılan noktalardır.

Diyanet İşleri Başkanlığı bakımından yapılan bazı öneriler bu kurumun laiklik ilkesini ihlal etmesi ve dini araçsallaştırması açısından kaldırılması gerektiği yönündedir. Ben de bu öneriye katılıyorum.

Bu kurumla ilgili diğer öneri ise anayasal organ olmaktan çıkartılıp kanunla özerk bir yapıya kavuşturulmasıdır.

Sonuç

Toplanan önerilerden çıkan sonuç çok önemlidir. Bu öneriler demokratik, özgürlükçü, yeni ve sivil bir anayasa yapma yönündeki ağırlıklı iradeyi yansıtmaktadır.

Türkiye bu nitelikte bir anayasa yapmakla her alandaki gelişmesine büyük bir ivme kazandıracak ve anayasa metniyle küresel bir demokrasi ideali için de katkıda bulunmuş olacaktır.

Bu tarihi fırsat kaçırılmadan halkın bu yöndeki değişim isteğini değerlendirip, çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü bir paradigmayı somutlaştırıp, farklılıklarla birlikte barış içinde yaşanabilecek “Çoklu Türkiye”ye geçilmelidir. Tarihi kurucu görev halkla birlikte Parlamento'ya düşmektedir.

 * Fatih Üniversitesi Öğretim Üyesi

Sol ve toplum - Etyen Mahçupyan

Klasik sol literatürde toplum önemli bir yer tutar. 

Sınıfların üzerinde yoğunlaşılması, toplumun hangi kesiminin ilerici olduğunu göstererek siyasetin çizgisini belirlemesi açısından önemlidir.

Ama sol bir analiz toplumun diğer sınıflarını görmezden gelmez, aksine o kesimin niçin yenilgiye mahkum olduğunu kuramsallaştırarak açıklar.

Böyle bakıldığında toplumla irdeleme ve yönlendirme amaçlı ilişki kurmayan bir hareketin sol birikimle bağı da kuşkuludur.

Ama öte yandan sol çok kolaylıkla mücadeleden vazgeçip kabuğuna çekilen bir yaklaşımı ima eder. Çünkü devletin apaçık ve mutlak olarak toplumdan bağımsız ele alınabileceği durumlar hariç, muhatap alınan toplumun sistemle organik bir bütünleşme içinde olduğu açıktır.

Ayrıca ne ilerici ne de gerici sınıfların kendi içinde yeknesak olmadıkları, bu çeşitliliğin sömürü hesaplamalarını epeyce biçimsel hale getirdiği de bellidir.

Diğer bir deyişle sol, toplumu kuramın ışığı altında kesip biçer, böler ve bütünleştirir. Böylece idealize edilmiş bütünsellikler üreterek, bunlara toplumsal aktör muamelesi yapar. Oysa ortada bir amaç ve yöntem birlikteliği yoktur...

Bu durum solun en parlak dönemlerinin niçin büyük çatışma süreçleri olduğunu açıklar. Çünkü bu dönemler toplumların gerçekten de tahkim edilmiş gruplara bölünmesini ifade eder ve grup içi farklılaşmaları ikincil kılar.

Bugün Türkiye'de sol için Kürt meselesinin cazibesi budur... Devlet karşısında Kürt olmanın, farklı Kürtlerin varlığı gerçeğini anlamsızlaştırdığı bir çatışma durumu...

Dolayısıyla sol bu 'esas' çatışmanın yükselmesine, dolayısıyla şiddet kullanımına taraftır. Ahlaki açıdan şiddetin kınanması ile siyasetin şiddetten beslenmesi bir çelişki gibi algılanmaz, çünkü 'şiddet' kategorik olarak sistemin, 'ötekinin' niteliğidir.

Bu yaklaşımın en kritik özelliği gerçek toplumun teoriye göre hareket etmesi, teori içinde anlam bulması beklentisidir.

Gerçeklik buna uymadığı ölçüde hayal kırıklıklarının yaşanması ve kabuğuna çekilme dönemlerinin gelmesi beklenir ve nitekim dünya deneyimleri bunun yığınla örneğini sunar.

Ancak asıl mesele toplumsal dinamiği böylesine önemseyen bir ideolojik tutumun, nihayette toplumla bağ kuramayacak hale gelmesi, toplumu ancak sınıfsallaştırarak veya cemaatleştirerek benimseyebilmesi ve sonuçta topluma bir bütün olarak yabancılaşmasıdır.

Solun tarihi bize toplumla ilişki kurmak üzere heveslenen ama başarısız kalan eylemcileri örnek verirken, aslında solu aklar da...

Toplum henüz yeterince bilinçlenmemiştir, doğanın yasalarını kavramakta acizdir... Dolayısıyla bir kerteden sonra toplumla ilişki kurmayan solcuyu da anlayışla karşılarız.

Aslında ilişki kurmak isteyen ama toplumun zaafları nedeniyle ilişki kuramayan solculara sempati duyarız. Oysa bu yüzeysel durumun altında başka bir gerçeklik yatar:

Sol toplumla ilişki kurmayı sağlayan bir ideolojiye sahip olmadığı için bu bağı kuramamaktadır. İdeoloji geçmişten geleceğe tüm gerçekliği kavradığı ölçüde, ideolojiye hakim olan solcu da 'bilen' durumundadır.

Dolayısıyla toplumla ilişki aslında bir külfet, bir fedakarlıktır, çünkü solcuyu kendisinden daha az bilinçli birileri ile karşı karşıya getirir.

Bunun anlamı solcunun topluma anlamak üzere değil, ne olduğu zaten belli olan toplumu kendi mensuplarına tanıtmak üzere yaklaşmasıdır. Kısacası sol toplumla ilişki kurmayı araçsallaştırdığı ölçüde, onunla ilişki kuramaz.

Otoriter zihniyet bu noktada net bir biçimde açığa çıkar: Solcu kişi kendisini sıradan insanlar karşısında kategorik bir üstünlük içinde bulur ve bu üstünlüğünün karşılığını siyaseten alma hakkına sahip olduğunu düşünür.

Yabancılaşmayı kaçınılmaz kılan bu tutum, Türkiye'de ilave bir unsur sayesinde çok daha pekişmiş ve toplumdan kopukluğu vahim bir noktaya sürüklemiştir:

Solcunun kendisini üstün görmesinin nedeni, gerekli zihinsel dönüşümü gerçekleştirmiş ve özgürleşmiş olduğuna inanmasıdır.

Bu bağlamda laiklik bir kamusal alan düzenlemesi değil, kimlik üreten ve iktidar alanı yaratan bir nitelik haline gelir ve Türkiye'deki solun başlıca kurucu unsurlarından birini oluşturur.

Hele sınıfsal açıdan geri olan toplumsal kesimlerin, bir de ayrıca zihniyet olarak geri olduğu teşhisi yapılmışsa solcunun toplumla ilişki kurmak için neredeyse hiçbir nedeni kalmaz.

Bu geri kesimin çoğunluk olduğu bir ülkede solun topluma yabancılaşması ve marjinalleşmesi neredeyse bir 'kader' olarak algılanır ve bu durum mağduriyeti artırdığı gibi, apolitik konumda sıkışıp kalmış olmayı da 'bilimsel' olarak açıklar.

Türkiye'deki sol kendisini ta baştan itibaren, genel olarak toplumdan ve özel olarak İslami kesimden hem bilişsel hem de kültürel olarak üstün gördü.

 Bunun bizatihi otoriter bir tavır olduğu ve sistemin içerdiği şiddeti mümkün kıldığı idrak edilmedi. Mücadele edilen devlete gerçekte ideolojik payandalık yapıldığı anlaşılmadı.

Değiştirilmesi gereken gerçeklik, böylece solu kendisine uydururken, sol müesses nizamın elinde araçsallaştı. Bu nedenle bugün 1 Mayıs'ın devrimcisi ile devletin provokatörünü birbirinden ayırmakta zorluk çekiyoruz.

Sol ve ideoloji - Etyen Mahçupyan

Şükrü Hanioğlu'nun, Sabah gazetesindeki 13 Mayıs tarihli yazısında ele aldığı 'tarihçi' bakış, Türkiye'deki modern ve sol anlayışın 'evrensel' ideolojik köklerini anlamamız açısından epeyce elverişli gözüküyor. 

Hanioğlu'nun tanımından hareket edersek "tarihçilik, yaşamın ve güncelin sadece tarih üzerinden anlaşılabileceğini, geleceğin de tarihin ilerleme çizgisinin kavranması aracılığıyla tahmin edilebileceğini savunan bir dünya görüşüdür."

Kısacası bu dünya görüşü tarihin 'özneleşmesini' ifade etmekte... Diğer bir deyişle sanki tarih iradesi, niyetleri ve amacı olan bir yarı-ilahi aktör gibi, insanlığı ve insanları şekillendirip kendi emelleri doğrultusunda yönlendirmektedir.

Dolayısıyla insanlığın macerası söz konusu olduğunda, doğanın yasaları da tarihin yasalarına dönüşmektedir. Hanioğlu'nun kelimeleriyle "On dokuzuncu asır bu anlamıyla tarihteki olguların değil, bir süreç olarak tarihin 'kendisinin' ya da 'insanlık tarihi' olarak kavramsallaştırılmış şeklinin belirleyici olduğu bir 'güncellik' yaratıyor...

Tarih belirli kanunlar çerçevesinde yaşamı ve geleceği belirleyen bağımsız bir varlık haline geliyordu."
Bu algının bizatihi bilimsel bir paye kazanmasına paralel olarak, sosyal alanda bilimsel bir siyaset üretmenin mümkün olduğu fikri doğdu ve bilimselliğin temeli de doğal olarak tarihin yasalarında arandı.

Eğer bu yasaları kavrayabilirsek, kaçınılmaz geleceği de öngörebilirdik. İnsan iradesini neredeyse tali bir konuma indirgeyen bu bakışın dayandığı tespit, tarihin yasalarına aykırı olan iradenin ve o yöndeki siyasetlerin başarısız kalacağı 'gerçeğiydi'.

Dolayısıyla, aksi yönden bir çıkarsamayla başarılı olan siyasî irade ve eylem programlarının tarihin yasalarına uygun olduğunu öne sürmek mümkün ve akla uygun hale geliyordu.

Sol bu yaklaşımın hararetli sahiplenicilerinden biri oldu ve söz konusu 'bilimsel' anlayışı devrimciliğin zemini olarak işlevselleştirdi.

Zor kullanımı ve iktidarı ele geçirmek üzere yürütülen silahlı mücadeleler bu sayede meşrulaştı. Dahası bunun dışında kalanlar tarihin yasalarını algılayamayan bir bilinçsizlik halinin temsilcileri olarak görüldükleri ölçüde 'solun' dışına itildiler.

Sol siyaset giderek 'bilinçli' olanların tekeli altına alınırken, bilinç de dışımızdaki gerçekliğin ancak kendi eylemlerimizle sınanabilecek yasalarını içselleştirmiş olmamızla sınırlandı.

Öte yandan tarihin bir içkin amacının olması, onun bir yöne ve hedefe doğru 'ilerlediğini' ima etmekte ve dolayısıyla tarih bilinci de bu ilerlemeye hizmet etmeyi, onu hızlandırmayı gerektirmekteydi.

Bu durumda özgürleşme öncelikle bu ilerlemenin gerektirdiklerini anlayan bir bilinç haline tekabül ediyor ve tarihin yasalarını kavramanın sonucu olarak ortaya çıkıyordu.

'Bilimsel sosyalizm', 'sosyalist bilinç' gibi sürükleyici kavramlar bu arka plana oturtuldu ve solculara, insanlığın gelişme bilimini anlayamayan bilinçsiz yığınlar üzerinde bir üstünlük duygusu verdi.

Bu bakışın zihniyet bağlamında en dikkat çekici yönü normatif bir gerçekliği, yaşanmakta olan gerçekliğin yerine ikame etmesidir.

Bu durum yaşanan gerçekliğin çoğul ve karmaşık yapısının kategorik hale getirilip basitleştirilmesi ve idealize edilmesiyle sonuçlandı.

Böylece örneğin sosyal ve ekonomik sınıflar tarihsel bağlamından çıkartılarak, ezeli ve ebedi varlıklar haline geldiler.

Yaşanan gerçekliğin sınıfları ise, bu ideale ulaşmaya çalışan eksik ve aksak, dolayısıyla bilinçli olanların yardım ve yönlendirmesine muhtaç 'sakatlanmış' prototipleri olarak görüldü.

Hanioğlu yazısında 19. yüzyılın en önemli dört düşünce hareketi olan pozitivizm, milliyetçilik, evrimcilik ve Marksizm'in 'tarihçi' karakter taşıdığının altını çizmekteydi.

Pozitivizm, bir yandan bilimi tek doğru olarak öne süren, öte yandan bilimselliği mutlak bir nesnellik şeklinde sunan bir anlayıştı ve tüm modern ideolojilerin içinde kendine yer buldu.

Evrimcilik ise, 'ilerleme' fikrini merkeze alarak, her türlü değişimin amaçlı olduğunu öne sürerken, ulaşılacak hedefi halen var olan somut durumdan daha önemli kıldı.

Bu iki anlayışın birlikteliği, varılacak noktayı bilen bilinçli kesimleri diğerlerinden daha üstün hale getirdi. Bu 'zihin açıklığını' sağlayan ise, zihnin geçmişe saplanmış hurafelerden temizlenerek bilimsel bir düşünce ve algılama boyutuna yükselmesiydi ki buna da kabaca 'sekülerleşme' demek mümkündü...

Marksizm, pozitivizm ve evrimcilik birbiriyle fazlasıyla iç içe geçmiş bir bütünlük olarak sosyalleştiler. Öte yandan pozitivizm ile evrimcilik arasındaki en doğal ve verimli kaynaşma otoriter laikliğin biçimlenmesinde ortaya çıktı.

Dolayısıyla siyaseten 'bilinçsiz' varsayılan kitlenin aynı zamanda dindar olduğu Türkiye'de sol, Marksizm'in laiklikle bir tür 'evliliğine' dönüştü.

Diğer taraftan Kemalizm de aynı laikliği milliyetçilikle bütünleştirdi ve tarihi milletler üzerinden okuyan bir kategorik bakışın taşıyıcısı oldu.

Bu nedenle sol ile Kemalizm arasında güçlü bir akrabalık mevcut ve 'tarih' izin verdiğinde ikisi arasında hızlı geçişler yaşanabiliyor...

Sol ve siyaset - Etyen Mahçupyan

İki yıl önceki dar kapsamlı anayasa referandumunda, ancak ideolojik bir bağlam üzerinden anlayabileceğimiz bir tutum ortaya çıkmıştı. 

'Yetmez ama evet' diye sloganlaşan bu tutumun takipçileri yapılacak değişimi yeterli bulmadıklarını, ancak desteklediklerini beyan ediyorlardı.

Ne var ki referanduma sunulan metni kaleme alan hükümet üyeleri bile bu değişikliğin yeterli olmadığını söylerken, değişikliğin yeterli olduğunu savunan kimse de yoktu.

Yani 'yetmez ama evet' duruşu 'yeterli olduğu için evet' diyen bir karşı görüşü hedef almıyordu. Bu sloganlaştırmanın altında yatan, kendilerini 'sağcı' hükümetle aynı tarafta bulan 'solcuların' rahatsızlığıydı. Verilmek istenen mesaj ise, kendilerinin 'farklı' olduklarıydı.

Soru, solcuların kendilerini 'farklı' görürken dayandıkları verilerin ne olduğudur. Buradaki 'yetmez' sözcüğünün referansı acaba nerede aranmalıdır?

 Ortada apaçık bir yetmezlik hali olduğuna ve herkes buna katıldığına göre, buradaki 'yetmez' kelimesi şu an yaşanan bir yetmezlikten ziyade muhtemelen 'yeterli' olanın bilgisine göndermede bulunmaktadır.

Nitekim söz konusu kampanyaya başka kesimlerden de bireysel katılımların olmasına karşın, bu sloganı toplumsal bir bağlama oturtarak 'sol' kılan nitelik, yeterli olanın, ulaşılması gereken hedefin zımnen işaret edilmesidir.

Muhtemelen 'sağ' ve 'sol' siyaset arasındaki en kritik farklılık budur... 'Sağ' bugün için istenen ve olabilecek olanın peşinden giden, ideallerini ise ahlaki ve kültürel zeminde arayan bir siyaset anlayışını işaret ediyor.

Oysa 'sol', ideal olarak olması gereken ve gelecekte neredeyse 'kaçınılmaz' olarak gerçekleşecek bir hedefin takipçiliğini yapıyor ve ahlaki zeminini de doğrudan bu ideallerden türetiyor.

Dolayısıyla sol için bu ideal hedeflerin vurgulanması hem psikolojik olarak rahatlatıcı, hem de sosyal bağlamda kimlik oluşturucu bir nitelik arz ediyor.

'Yetmez' kelimesi bir yandan reformları desteklemeyi mümkün kılarken, diğer yandan da sol kimliğin cemaatleşmesine katkıda bulunuyor.

Ne var ki aynı referandumda solun bir bölümünün 'hayır' dediğini ve hatta 'yetmez' diyenleri solculuğun dışına ittiklerini de biliyoruz.

Aradaki fark otoriter zihniyetin ne denli içselleştirildiği veya ona ne kadar mesafe alınabildiğiyle ilişkili. 'Hayır' diyenler otoriter anlayışın taşıyıcıları olarak, doğruyu bildiklerinden çok daha emin olmaları bir yana, doğru olanın 'sulandırılmasına' da karşılar.

Söz konusu sulanmanın en bariz göstergesi ise reformları 'kimin' yaptığı... Çünkü tarihin yasalarını kavramamış, bilinçsiz kişilerin yürüteceği bir reform bizi gidilecek hedefin daha da uzağına götürebilir.

Hele bu kişiler mevcut nizamın veya 'geri' bir ideolojik konumun sahipleri ise, reformun kötüye kullanılacağından ve bir tür 'karşı devrim' olarak hayata geçeceğinden emin olmanız gerekir...

Böylece sol kendi iradesiyle kendisini siyasetin dışına çıkararak, siyasetin tümüyle reddini bir tür 'siyaset' haline getirmeyi tercih edebilmekte, 'sağlam' duruşunu pekiştirerek cemaatsal yapısını koruyabilmektedir.
Son dönemde bu anlayışın izdüşümü olarak değerlendirilebilecek iki beyanat gündeme geldi.

Biri DİSK Genel Sekreteri'nin anayasa çalışmalarını engelleyici bir tutum içinde olacaklarını söylemesiydi. Gerekçe, hükümetin 'gerçekten' bir toplumsal anayasa istemediği ve kendi anayasasını toplumsal bir kisve altında sunmayı amaçladığı tespitiydi.

DİSK sürece müdahil olup olması gereken anayasayı üretmeye çalışma peşinde olmayacaktı, çünkü bunun hükümete destek vermek olduğu düşünülmekteydi.

Anlaşılacağı üzere sol için anayasalar tedrici olarak iyiye gitmesi beklenen ve somut toplumsal tercihleri taşımakla yetinen metinler değiller. Olması gereken, ideal bir varoluş halini hayata geçirmesi gereken ve bu açıdan toplumsal desteğe muhtaç olmayan metinler...

Dolayısıyla da olması gereken anayasayı zaten biliyor olanların topluma rağmen devrim yoluyla o anayasayı hayata geçirmeleri gayet meşru olabilmekte.

Daha yumuşak bir örnek ise BDP Genel Başkanı'ndan geldi... Demirtaş "anayasa Kürt halkını tanımayacaksa... biz bu anayasaya yeni anayasa diyemeyiz.

Darbe anayasasından hiçbir farkı olmaz" diye konuştu. Siyasetçi diliyle, mesaj vermek üzere söylendiğini kabul etsek de, Demirtaş'ın 'anayasa yenilik getirse de bu yeterli olmayabilir' şeklinde bir nüansı ifade edemeyeceğini iddia etmemiz pek mümkün değil.

Dolayısıyla karşımızda sol dilin doğal halinin bulunduğunu göz ardı etmemekte yarar var. Mesaj, eğer olması gereken olmayacaksa, olabilecek olan hiçbir şeyin 'iyi' olamayacağıdır.

Eğer sol, olması gerekenin ne olduğunu toplumsal talep ve tercihlere dayandırsaydı bu tutumun işlevsel olduğu bile öne sürülebilirdi.

Ne var ki solun temel sorunu olması gerekeni zaten bildiğine, toplumun ise bunu hiçbir zaman bilemeyeceğine inanmasıdır.

Bu bakış ideolojik ve 'bilimsel' bağlamda kategorik bir üstünlük yaratarak şiddeti onaylayan bir psikoloji yaratmakta, bunu hedefe uzak olmanın ima ettiği kategorik mağduriyet duygusu ile pekiştirmekte ve böylece devre kapanmaktadır...
 

Toplumu zehirlemeden sistem inşa etmek

9 Mayıs 2013


 Barış süreci olarak tabir edilen durumun hızlı akan gündemi;  geçtiğimiz yıl hararetle sürdürdüğümüz tartışmaları biraz ötelemiş görünse de yeni anayasa yapımının Kürt meselesi başta olmak üzere birçok sorunumuzun çözümünde kilit noktası olduğu gerçeği apaçık ortada.

Geçtiğimiz hafta sonu Sivil Dayanışma Platformu’nun Bülbülzade Vakfı ve Anadolu Platformu’nun destekleriyle Gaziantep’te düzenlediği “Yeni anayasa ve sürecin değerlendirilmesi” toplantısı; hem anayasa ihtiyacının gerekliliğinin hem de son günlerde barış süreciyle birlikte konuşulmaya başlanan ‘başkanlık sistemi’nin tüm yönleriyle tartışılmasını sağladı.

Sadece hukukçuların değil, STK temsilcilerinin, akademisyenlerin, farklı inanç ve kimliklerin temsil edildiği toplantıda; yapılacak anayasanın Yeni Türkiye’nin aksine, eski Türkiye’nin son anayasası olduğu vurgusu sıklıkla yapıldı.

Ama her halükarda bu anayasanın 82 Anayasası’nın vesayetçi ruhunu taşımayacak bir anayasa olması gerekliliğinin de altı çizildi.

Vesayet kavramı bize hep askerî vesayeti hatırlatıyor. Toplantının açılışında konuşan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin de; Milli Güvenlik Kurulu’nun genel sekreterliğinin sivilleştirilmesinden OHAL’in kaldırılmasına kadar birçok konuda yapılan düzenlemeleri hatırlattığı konuşmasında buna vurgu yaptı.

Oysa idarî vesayetin de askerî kadar bizi sınırladığı ortada. Son yıllarda yapılan düzenlemelerle bu vesayetin azaldığı gibi düşünülse de; gerek YÖK gibi bürokratik kurumlar gerekse millî eğitim sistemi idarî vesayetin gücünü koruduğunun göstergesi.

Anayasa’nın 127. maddesinde idari vesayet açık bir şekilde zikredilmektedir örneğin:

“Merkezî idare, mahallî idareler üzerinde, mahallî hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine sahiptir.”

Toplantıda sıklıkla anayasanın vesayetçilikten uzak olabilmesinin yolunun idarî vesayeti de kapsaması gerektiği dile getirildi.

Yeni anayasayla Türkiye’de yeni bir dönemin başlayabilmesinin koşulları arasında; yeni devlet modelinin kurgulanırken toplumsal kültürü zedelemeyecek bir yapı ve metodun bulunması hayatiyet taşıyor.

Çünkü bugün geldiğimiz noktada yaşadığımız tam da budur. Türkiye’nin ulus devlet süreci; toplum yapısının çeşitliliğinin ve barışının;  merkeziyetçi, milliyetçi, dayatmacı ve hiyerarşik bir sistemle yok sayıldığı bir dönemdir.

O yüzden yeni sistemin tüm bu yanlışları geride bırakacak bir yolla kurgulanması gerekir. Bu da dayatmadan öte karşılıklı mutabakat ve katılımın sağlandığı bir demokratik ortamla mümkün.

Yeni sistemin yeni anayasasının; çoğulcu, özgürlükçü, eşit yurttaşlığı, tarafsızlığı ilke olarak benimsemesi ve çok kültürlülüğü esas alması gerekir.

Bu da merkeziyetçi yapının yerelleşmesi yani yerel idarelerin güçlenmesiyle mümkün. Yerelleşme, bu coğrafyada uzun yıllardır kullanılan kavramla adem-i merkeziyet; son günlerin en önemli gündem maddesi olacağa benzer.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı bir televizyon programında eskiden eyalet sistemi olduğunu hatırlatması bu modelin başkanlık sistemiyle birlikte konuşulmasını da sağladı.

Kulislerde barış sürecinin kilit anlaşmalarının başında başkanlık sistemi ve haliyle federasyon modeli olduğu konuşuluyor.

Bu tartışma da diğer tüm tartışmalar gibi ya toptan kabul veya toptan reddetme şeklinde yapılıyor. Hükümete yakın çevreler koşulsuz bir kabul; muhalif cephelerde ise içeriksel değil toptan bir yok sayma eğilimi var.

Oysa sistemin tüm yönleriyle tartışılıp hem kültürel kodlarımıza hem de coğrafyamıza uygun bir modelin bulunabilmesi gerekiyor.

Nihayetinde yazının başından itibaren zikrettiğim gibi aşırı merkeziyetçi yapının bugün geldiğimiz küresel sistemde tıkanıklıklar oluşturduğu ve hem Kars hem de Edirne hakkındaki bir tasarrufun Ankara’dan aynı şekilde yapılıyor oluşunun handikapları olduğu kesin.

Mahallî idarelerin vergileri birebir toplamak dahil güçlü bir şekilde yapılandığı sistemler yahut etnik temel yerine sınır kavramlarının daha iklim ve su havzalarına göre şekillendiği; ekonomik ve kültürel yapıların dikkate alındığı daha küçük yapılaşmaların olduğu sistemlerin üzerinde düşünmek gerekiyor.

Etnik temelli hele de şu andaki baskın sorunumuz Kürt meselesi temelinde düşündüğümüzde; hem çoğulculuğu hem de kültürel çeşitliliği yok edecek sert yerel iktidarların; ister başkanlık sisteminde ister parlamenter sistemlerde olsun yeni sorunlara yol açacağını görmek için yeterince yaşanmış pratiğimiz var.

Barış sürecinin toplumsallaşmasının ve yeni devlet sisteminin kuşatıcılığının yolu; yurttaşların kaderini güçlü iktidarların tekeline bırakılmasından değil, özgür ve adaletli bir hukuk sisteminin herkes için sağlanmasından yani toplumun bir kez daha zehirlenmeden sistemin inşa edilmesinden geçiyor.

Anayasa yapımında oydaşmacı ve çatışmacı yöntemler

8 Mayıs 2013


Andrea Bonime-Blanc, İspanya’nın demokrasiye geçiş ve anayasa yapımı süreçlerini incelediği eserinde (Spain’s Transition to Democracy: The Politics of Constitution-Making, Boulder, 1987) oydaşmacı (consensual) ve çatışmacı (dissensual) anayasa yapımı yöntemleri ayrımını yapmaktadır.

Uzlaşmacı da denilebilecek oydaşmacı yöntemin özelliği, sürecin çok büyük ölçüde partiler-arası müzakere ve uzlaşmalarla yürütülmesi ve sonuçta kabul edilen anayasanın toplumun büyük çoğunluğunun mutabakatına dayanmasıdır.

Çatışmacı yöntemde ise anayasayı yapan kurucu meclis veya yasama meclisinin tek bir parti veya partiler blokunun hâkimiyetinde olması ve bu cephenin, karşıtlarıyla ciddi bir müzakere ve uzlaşma ihtiyacı duymaksızın kendi anayasal tercihlerini dayatması söz konusudur.

Yazar, oydaşmacı yöntemin örnekleri olarak 1948 İtalya ve eserin ana konusunu oluşturan 1978 İspanya anayasalarını; çatışmacı yöntemin örnekleri olarak da, 1946 Fransa ve 1976 Portekiz anayasalarını göstermektedir.

Çatışmacı yöntemin daha yeni bir örneği de, AB ve Avrupa Konseyi çevrelerinin ciddi eleştirileriyle karşılaşmış olan 2012 Macaristan anayasasıdır.

İtalya’da 1946 yılında seçilen Kurucu Meclis’e üç büyük parti (Hıristiyan Demokratlar, Sosyalistler ve Komünistler) hâkimdi. Hıristiyan Demokratların en güçlü parti olmalarına karşılık, sol sandalyelerin toplamı, Hıristiyan Demokratlarınkinden fazlaydı.

Öte yandan, merkez konumundaki Hıristiyan Demokratlar genellikle bütün muhafazakâr ve ılımlı küçük partileri kendi etrafında birleştirebiliyorlardı.

Bu iki bloklu yapıya rağmen, bloklardan hiçbiri anayasa yapımı sürecine tek başına hâkim olmamış, süreç müzakereci ve oydaşmacı biçimde işleyerek partilerin büyük çoğunluğunun desteklediği bir metne ulaşılmıştır.

Bir İtalyan yazarın (Gianfranco Pasquino) ifade ettiği gibi, “bu işbirliği dönemi o kadar önemli, sonuçları da o kadar ünlüydü ki, bugüne kadar Komünistler, anayasayı birlikte yapmış olmaları dışında, Hıristiyan Demokratlarla pek az ortak yönleri olduğunu vurgulaya gelmişlerdir.”

Benzer şekilde, Franco sonrası İspanya anayasa yapımı sürecine de oydaşmacı bir ruh hâkim olmuştur. 1977 yılındaki ilk serbest seçimlerle oluşan yasama meclisinde (Cortes) merkez-sağ UCD oyların yüzde 34,7’si ile sandalyelerin yüzde 47,1’ine, Sosyalist Parti de oyların yüzde 29,2’siyle sandalyelerin yüzde 33,7’sine sahip olmuştur.

Komünistler yüzde 9,3, Franco geçmişiyle bağlantılı AP de yüzde 8,5 oy almıştır. Seçim sonuçları, anayasa yapımında sağcı bir UCD-AP koalisyonunu mümkün kılmış olmakla birlikte, UCD bu yola nadiren başvurmuştur.

Yoğun ve bazen de gizli müzakereler yoluyla sol ve sağ partiler arasında temel anayasa sorunlarının çoğu üzerinde uzlaşma sağlanmıştır.

Nitekim anayasa yasama meclisinde sadece birkaç AP ve BASK milletvekilinin aleyhte veya çekimser oylarıyla hemen hemen ittifakla kabul edilmiş, 6 Aralık 1978 referandumunda da yüzde 87,87 gibi çok yüksek bir çoğunlukla onaylanmıştır.

Çatışmacı yöntemin örnekleri olarak da, 1946 Fransa ve 1976 Portekiz anayasaları zikredilebilir. Fransa Kurucu Meclisi’ne, birçok önemli anayasal sorun üzerinde oydaşma sağlayamayan üç güçlü, disiplinli ve ideolojik parti (Komünistler, Sosyalistler ve Hıristiyan Demokrat eğilimli MRP) hâkimdi.

Sonuçta kabul edilen ilk metin, referandumda reddedildi, ikincisi de ancak küçük bir çoğunlukla kabul edildi.

Salazar-sonrası Portekiz’deki anayasa yapımı süreci de, benzer çatışmacı özellikler göstermiştir. Kurucu Meclis’te sol partilerin (Sosyalistler ve Komünistler) açık bir çoğunluğu vardı.

Ayrıca, radikal solcu subayların oluşturduğu “Silahlı Kuvvetler Birliği” (AFU) anayasa yapımı süreci üzerinde büyük bir etki sahibiydi. Sol blok, merkez konumdaki ikinci büyük parti olan Halkın Demokratik Partisi ile bir işbirliği aramamıştır.

Sonuçta ortaya çıkan metin, bir yandan “sınıfsız toplum”, “sosyalizme geçiş”, “işçi sınıflarının iktidarı” gibi aşırı sol ideolojik sloganları içinde barındıran, öte yandan da silahlı kuvvetlere 1982 Türkiye anayasasını dahi aratacak derecede güçlü vesayet yetkileri veren dayatmacı bir metin olmuştur.

Anayasa yapımı süreci ile, oluşan demokratik rejimin istikrarı ve uzun ömürlülüğü arasında yakın bir ilişkinin bulunduğu açıktır.

Çatışmacı üslupla kabul edilen 1946 Dördüncü Cumhuriyet Fransa Anayasası ancak on iki yıl yaşayabilmiş; Portekiz ise ancak askerî vesayet mekanizmalarını ve ideolojik sol hükümleri tasfiye eden geniş çaplı 1982 ve 1989 anayasa revizyonları ile normal bir demokratik rejime kavuşmuştur.

Öte yandan İtalya’da 1948 Anayasası, zaman zaman görülen hükümet krizlerine rağmen, günümüze kadar ayakta kalmış; oydaşmacı yöntemin en mükemmel örneklerinden biri sayılabilecek 1978 İspanya Anayasası da, Avrupa’nın en istikrarlı demokrasilerinden birini oluşturmuştur.

Türkiye’de askerî müdahalelerin başlattığı ve etkili olduğu 1961 ve 1982 anayasaları yapım süreçlerinin, demokratik anayasa yapım süreçleri olarak nitelendirilmesine elbette imkân yoktur.

Buna karşılık, 1982 Anayasası’nın otoriter, yasakçı ve vesayetçi hükümleri, 1983-sonrası dönemde siyasi partileri, anayasa değişikliklerinde daha uzlaşmacı ve oydaşmacı yöntemler aramaya sevk etmiştir.

1993, 1995, 2001, 2002 ve 2004 anayasa değişiklikleri, çok büyük ölçüde partiler-arası müzakere ve uzlaşmalar yoluyla gerçekleşmiş ve TBMM’de güçlü çoğunluklarca kabul edilmiştir. Özellikle 1995 ve 2001 değişiklikleri, partiler arasında uzun müzakereleri ve uyum komisyonu çalışmalarını izlemiştir.

Siyasal kutuplaşmanın yoğunlaştığı 2007 anayasa krizinden itibaren bu tablonun değiştiği görülmektedir. Ünlü 367 krizi ve Anayasa Mahkemesi’nin bu konudaki talihsiz kararı, cumhurbaşkanının halkça seçilmesi yolundaki bir anayasa değişikliğini gündeme getirmiş, ancak anamuhalefet partisi CHP buna şiddetle karşı çıkmıştır.

Cumhurbaşkanı Sezer’in halkoylamasına sunduğu değişiklik, bir dizi “anayasa savaşı”ndan sonra, 21 Ekim 2007 referandumunda yüzde 68,95’lik bir çoğunlukla kabul edilmiştir.

Benzer şekilde, 2010 anayasa değişikliği paketinin bazı hükümleri muhalefet partilerinin (CHP ve MHP) şiddetli eleştirileri ile karşılaşmış, anayasa gereği zorunlu halkoylamasına sunulan metin, 12 Eylül 2010 tarihinde yüzde 58’lik bir çoğunlukla onaylanarak yürürlüğe girmiştir.

2011 milletvekili seçimlerinden sonra, TBMM’de temsil edilen dört siyasi partinin yeni bir anayasa yapımı üzerinde anlaşması ve bu amaçla bir Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurmuş olması, geniş çevrelerde oydaşmacı yöntemlerle bir anayasa yapılabileceği ümidini uyandırmıştır.

Gerçekten bu kararlılık, uzun yıllardan beri süregelen, tümüyle yeni bir anayasanın olağan yasama meclisi tarafından değil, ancak bu amaçla kurulmuş özel bir kurucu meclis tarafından yapılabileceği yönündeki itirazların da geride bırakılması anlamını taşımaktadır.

Hatta bu itirazların daha uç ve tümüyle anlamsız bir versiyonu, yeni bir anayasanın ancak anayasal sistemde darbe, ihtilal, iç savaş gibi bir kesintinin ortaya çıkması halinde ve bir hukuk boşluğunda yapılabileceği yönündeki görüşlerdir. Bütün bu gereksiz tartışmaların geride kalmış olması, şüphesiz olumlu bir adımdır.

Öte yandan, Uzlaşma Komisyonu’nun kuruluşunda kabul edilen oybirliği zorunluluğu, Komisyon çalışmalarının olumlu bir sonuca ulaşmasını neredeyse imkânsız kılmıştır.

Bir buçuk yıldan beri süren çalışmalar sonucunda ancak 40 civarında madde üzerinde mutabakat sağlanabilmiş, esas ihtilaf konusu olan birçok temel sorun üzerinde ise mutabakat sağlanamamış olması, bunun kanıtıdır.

Çalışmalar devam ederken AK Parti’nin ileri sürdüğü başkanlık sistemi önerisi, üzerinde oybirliği sağlanması mümkün görünmeyen sorunlar listesine bir yenisini eklemiştir.

Bu durum, oydaşmacı yöntemle bir anayasanın kabulünün görünür gelecekte mümkün olmadığını göstermektedir.

Milletvekili sayısı itibarıyla süreçte belirleyici rolü olan AK Parti’nin ise asgari anayasa değişikliği çoğunluğunu sağlayabilmek için başka bir partinin desteğine ihtiyacı vardır. Şu anda böyle bir ittifaka en yakın parti olarak BDP görünmektedir.

Ancak bu ittifakın gerçekleşmesi de çok kolay olmayabilir. BDP, başkanlık sistemini tartışmayı kategorik olarak reddetmemekle birlikte, bunun AK Parti tarafından önerilen “Türk usulü” versiyonuna karşı olduğunu sözcüleri vasıtasıyla ifade etmiştir.

Öte yandan AK Parti’nin, BDP’nin bütün taleplerini karşılamaya hazır olup olmadığı da kuşkuludur. AK Parti, bu yönde adım atarken, kendi seçmen tabanındaki milliyetçi eğilimleri de kolayca göz ardı edemez.

Buna karşılık, anayasada Kürt sorununa ilişkin hiçbir ciddi iyileştirici düzenleme yapılmaması da, barışçı çözüm sürecine büyük zarar verecek, belki de bu sürecin akamete uğramasına yol açacaktır.

En iyi ihtimalle, AK Parti-BDP işbirliği, makul bir orta yol üzerinde uzlaşmayla sonuçlansa dahi, böyle bir metnin gerek TBMM’de gerek halkoylamasında ancak dar çoğunluklarla kabul edileceği tahmin edilebilir.

İki muhalefet partisinin böyle bir metne şiddetle karşı çıkmaları, bu konudaki tartışmaların aşırı derecede kutuplaştırıcı ve çatışmacı olacağını göstermektedir.

Böyle çatışmacı bir ortamda da, çoğunluklarla kabul edilen bir anayasanın, Türkiye’deki anayasa tartışmalarını sona erdirmeyeceği, aksine bunu daha da yoğunlaştıracağı açıktır.

Yukarıda değindiğimiz örnekler, çatışmacı yöntemlerle kabul edilen anayasaların uzun ömürlü olmadıklarını ve istikrarlı demokrasiler yaratmadıklarını ortaya koymaktadır.

Bu sakıncaları bertaraf edecek daha oydaşmacı bir yöntemin hâlâ mümkün olup olmadığını, başka bir yazımda ele almayı ümit ediyorum.

*Prof. Dr., İstanbul Şehir Üniversitesi

Solcu aydın - Etyen Mahçupyan

Aslında sol üzerine diziye böyle bir yazı eklemeyi düşünmemiştim. Ancak Ahmet İnsel'in Radikal'de çıkan 22 Mayıs tarihli yazısı uyarıcı oldu. 

Sol üzerine yazıp çizmiştim, 'yanlışı gören, doğruyu bilen' solcu kimlik üzerinde durmuştum, bu kimliğin içselleşmiş bir pozitivizm ve evrimciliğin ürünü olarak nasıl 'aydın' hale geldiğine işaret etmiştim ama bütün bunlar fazlasıyla teorik kalabilirdi. 

Oysa İnsel bu yazısıyla bizlere somut bir örnek sunmakta...

İnsel benim bir yazımın bir cümlesini referans vererek, aslında devlete hâkim olan AKP'nin benim gibi bazı kişiler tarafından sanki devlete hâkim olamamış gibi gösterilmesinden şikâyetçi.

Hükümetin hâkimiyetini ima eden birçok cümle sıraladıktan sonra esas olarak daha nasıl bir gelişme olursa 'AKP devlete hâkim' yargısına varılacağını soruyor.

Ayrıca böyle bir noktanın artık parti-devlet bütünleşmesi olarak adlandırılması gerektiğini, yani o noktada olayın 'hâkim olma' sınırını da aşacağını söylüyor.

Doğal olarak AKP hükümeti de daha önceki hükümetler kadar devlete hâkim olmak istemekte. Hatta İslamî niteliği ve uzun yıllar ideolojik olarak gayrimeşru sayılması dikkate alınırsa, bu ihtiyacın çok daha derinden duyulacağını kavramak mümkün.

Nitekim 2007 yılında muhtıra görmüş, sonrasında kapatılma senaryoları ile karşılaşmış bir partiden söz ediyoruz. Ayrıca ortada güvenlik bürokrasisinin niteliğini epeyce açığa çıkaran Uludere ve MİT krizi gibi olaylar var.

Görünen o ki bütün çabasına ve böbürlenmesine karşın AKP devlete hâkim olmakta hâlâ zorlanmakta. Örneğin bugün ekonomik performansta bir bozulma gerçekleşirse hükümetin 'hâkim' olduğu sanılan o devletin nasıl davranacağını tahmin etmek pek zor değil.

Teslim etmek gerek ki yüzeysel bakanlar için, Başbakan'ın bu konudaki aşırı ancak temeli zayıf beyanları epeyce aldatıcı oluyor. Başbakan bir yandan bu bürokrasi ile çalışmak zorunda ve PKK şiddeti devam ettiği sürece de o bürokrasiye mahkûm.

Güvenlikçi olmayan bir yola girdiğinde ise hem devlet-PKK ilişkisinin bu stratejiyi baltalayacağını, hem de anayasa referandumu için gereksindiği milliyetçi oyları kaybedeceğini hesaplıyor.

Diğer yandan da hükümet bürokrasi ile 'anlaştığını' göstererek İslamî kesimdeki derin 'kabullenilme' ihtiyacına yanıt vermenin peşinde, çünkü o kesim için 'başarı' devletle barışmaktan geçiyor.

İnsel bu tür analizlerin peşinde değil... Uludere veya MİT olayı hakkında defalarca yazmış olması bir önem arz etmiyor.

Şimdi AKP eleştirisi zamanı ve bu eleştiriyi yıpratabilecek olgulardan uzak durmakta fayda var... İnsel'in durum tespiti ise doğrusu insanı gülümseten cinsten: "Kendi kadrolarını devlet içine büyük ölçüde yerleştirmiş...

MİT'e, MGK'ya, polise ve yargıya hâkim" bir AKP. Hükümetin bu yönde büyük bir gayret göstermekte olduğu, sendikaları ve medyayı kendi çeperine doğru çektiği, tabii ki istediği yasaları kolaylıkla geçirip diğerlerini savsakladığı doğrudur.

Karşımızda gerçekten güçlü bir hükümet var. Ama bu hükümetin devlete hâkim olduğu tezi gerçekleşmiş bir durumdan ziyade bir olasılık ve ancak bir tür melezleşme ile birlikte hayata geçebilecek bir olasılık.

Yani AKP'nin devlete gerçekten hâkim olması ancak AKP'nin de devlete 'yanaşması' ile mümkün. Bu durum İnsel'in dediği gibi bir parti-devlet bütünleşmesi olacak, ancak o parti bugünkü AKP olmaktan çıkacaktır.
Şimdi gelelim solcu aydın meselesine...

Acaba İnsel, yetenekleri rahatlıkla elvermesine rağmen, niçin daha nüanslı bir değerlendirme yapmaktansa 'AKP devlete hâkim' mesajını seslendirmek istemektedir? Solun anlam dünyası bu mesaja ihtiyaç duyulduğunu düşündürtüyor.

Çünkü bu değerlendirme AKP içindeki ve onun çevresi ile olan ilişkilerindeki karmaşıklığı bir hamlede yok ederek, AKP'yi 'saflaştırıyor'. Böylece hükümetin kategorik olarak sorumlu ve 'yanlış' olduğunu ileri sürme fırsatı veriyor. Enerjimizi nereye hasretmemiz, siyasetin hedefinin ne olması gerektiği de bu şekilde ortaya çıkıyor.

Solcu aydın işte bu değerlendirmeyi yapabilen kişidir. Amacı dışımızdaki olguları anlamak değil, onları operasyonel olarak kendi siyasetine hizmet eder hale getirmektir.

Bu misyon solcu aydını hem cemaat oluşturucu bir nitelikle mücehhez kılar, hem de onu söz konusu cemaatin rehberliğine oturtabilir.

Karmaşık ve çok yönlü gerçekliği basitleştirip anlaşılır bir kıvama getirmek, hele bunu sol teorinin 'bilimsel' makro analizinin içine oturtabilmek herkesin harcı değildir.

Tabii ki asgari bir bilgi, zekâ ve dil yeteneğini ima eder. Ama bu çabanın sonucu olarak ortaya gerçekliği 'anlayan' ve dolayısıyla doğru siyaset üretebilen bir bakış çıkmaz.

Gerçekliği 'kurutan' ve kuramsallaştırarak hayattan kopartan, yani ideolojik bir 'gerçeği' yaşananın yerine ikame eden bir yaklaşım ürer.

Sonuç şaşırtıcı olmayan bir biçimde, toplumla bağ kuramayan, giderek içine kapanan, doğruyu bilmenin verdiği güvenle olması gerekeni söyleyen, buna karşılık apolitik kaldığının farkında olmayan ve marjinalleşmesini ise mağduriyetle açıklayan bir aydın cemaatidir...

Mekân kullanımı - Ali Bulaç

Geleneksel şehrin mekân kullanımı kentin mekân kullanımına göre bazı farklılıklar arz eder.

Kentin apartman dairesi geniş aileye göre değil, çekirdek aileye göre düzenlenmiştir, çoğu zaman bunun konut üretimindeki ekonomik zaruretlerden kaynaklandığı düşünülür, ancak mesken yerine ikame edilen daire tercih edilen aile modeliyle yakın ilgilidir. Dairenin iç mekânı çekirdeğe göre modernize edildiğinden yatıya misafir almak mümkün değildir.

Dairenin dizaynında hem dolaylı nüfus kontrolü hem modern çekirdek aile modelinin zorunlu tercih olması hedeflenmiştir.

Daire içinde yaşayan çekirdek aile doğası dolayısıyla bencil, bireyci ve tabii beşeri bağlardan (yakın akraba) kopuktur. Daire alt ve orta sınıfların evidir, gelir düzeyi yüksek zenginler eşitsiz büyümenin nimetleri sonucunda türeme sınıflar olduğundan zaten ‘modern’ ve bireycidirler.

Daire modelinde yaşlı anne-babaya bile yer yoktur. Düşünüyorum, rahmetli annem on kişi de misafirliğe gelse 80-90 metrekarelik evde yatıracak yer bulabiliyordu. Bu mesele de olmazdı.

Mekân üzerinde düşündükçe anladım ki mesele, mekân kullanımından kaynaklanıyor. Evin en geniş mekânı salon, nadiren gelecek misafir için kapalı tutulur.

Evin en geniş, en konforlu, en prestijli eşyalarının bulunduğu mekân hakikatte fonksiyonsuzdur. Oturma odası evin daha küçük, daha loş bir odasıdır. Televizyon orada bulunur, aile bireyleri orada oturur.

Çocuklara ait bir oda ve bir de sadece akşamdan sabaha kullanılan yatak odası var. Bu tepeden tırnağa yanlış bir mekân kullanımıdır. Geleneksel mekânlarda odalar çok fonksiyonlu-çok amaçlı tasarlanır.

Aynı mekân üzerinde sofra açıldığında yemek odası, yatak serilince yatak odası oluyor.

Geleneksel mekânı olduğu gibi bugüne aktarmanın ne kadar güç olduğu ortada, ama eğer aileyi, akrabayı ve komşuluk ilişkisini esas alan bir mekân üzerinde düşünmek durumundaysak mekân perspektifimizi değiştirmek zorundayız.

Sormamız gereken soru şudur: Mekân mı oturma biçimimizi ve hayat telakkimizi belirleyecek, yoksa dini referans alan medeniyet tasavvurumuz ve yaşama biçimimiz mi? 60-70 metrekarelik, iki oda bir salon apartman dairelerinde İslam’a ayarlanmış bir mekândan söz edilemez.

Mekân bizi belirliyor, oysa felsefemiz mekânı belirlemeli. Burada temel bir zihniyet değişimine gitme zarureti söz konusu. Mekân ferah, geniş olmalı, mutlaka bir felsefesi kabule dayanmalı. Osmanlı, Selçuklu, Abbasiler, Safeviler, Emeviler belli bir âlem ve hayat tasavvurunu mekâna yansıtma başarısını gösterebilmiş örneklerdir.

İnançtan neş’et eden ilkenin mekâna ve mimariye nasıl şekil verdiğinin  örnekleri var. Osmanlı cami mimarisinde model filin dört ayağıdır.

Emevi cami mimarisinde yana doğru gelişen saf düzeni esas alınmıştır. Bunun çarpıcı örneği Şam Beni Ümeyye Camii’dir; Diyarbakır ve Mardin ulu camileri de bu modele göre inşa edilmişlerdir.

Çünkü Peygamber Efendimiz (sas) “ilk safta namaz kılmanın büyük sevabı”ndan söz etmiştir: “İnsanlar ilk safın sevabını bilselerdi, ön safta durabilmek için kur’a çekmekten başka çare bulamazlardı.” (Buhari, Ezan, 9; Müslim, Salat, 129.)

Bundan hareketle Şam Emeviye Camii’nin mimarı şöyle demiştir: “Elimden gelse doğudan batıya kadar uzanan tek saflık bir mescid yapardım.”

Geleneksel Müslüman evinde tuvaletin önü ve arkası kıbleye dönük olmaz; bu pozisyonda Kâ’be öne ve arkaya alınmaz. Şimdiki “yedi kat takva erbabı mimarlar”ın hiçbiri bu inceliğe dikkat etmiyor.

Klozetin üzerine “hijyen ve akıllıdır” yazmayı ihmal etmeyenler, tuvaletin yönünü kıblenin aksine kondurmayı akıl edemiyor.

Lavabolar yerden hayli yüksek, abdest alırken ayakları yıkamak zahmetli bir iş. Siyasetçisi gibi dindarlığı ve “bizim medeniyetimiz”i kimseye kaptırmayan muhafazakâr mimar, projesini çizdiği evde namazın kılındığını aklına getirmiyor; müteahhitle ortaklaşa paylaştığı kaygı Batı usulü konfora açık mekân ve bir arsadan kaç pahalı daire veya işyeri üretilebileceği hususudur..

Daru’l-harb ve daru’l-İslam

Gayrimüslim bir ülkede yaşadığını söyleyen okuyucumuzun daru’l-İslam ve harb ile alakalı sorusuna cevap arayacağız bu yazıda. Çok farklı bir zaviyeden bakacağım meseleye.

Çünkü belki hatırlayanlarınız olur, daru’l-harb ve İslam meselesini daha önce yayınlanan seri yazılarımızın birinde fıkhî açıdan ele almış ve neticede bu kavramların bir zamanlar ülke statülerini belirlemek için kullanıldığını söylemiştik.

Bir başka ifadeyle özellikle daru’l-harb kavramının İslam ülkesi ile savaş halinde bulunan ülkeler için kullanıldığını, bunun yanı sıra daru’s-sulh, daru’l-ahd, daru’l- eman gibi ilave statülerin de bulunduğunu belirtmiştik.

İslam, kelime manası itibarıyla barış, esenlik demek herkesin bildiği gibi. İslam’ın temel değerlerine baktığımızda ikili münasebetlerden devletler arası ilişkilere kadar her yerde savaşın değil, barışın esas alındığını görürüz.

Onlarca-yüzlerce ayet ve hadis bu hususa özellikle vurgu yapar. Savaş, harb, kıtal devletlerarası anlaşmazlıklarda son çare olarak kabul edilir İslam’da.

Dinî nasslarda barışa bu kadar vurgu yapılmış olmasına rağmen ülke statülerinin belirlenmesinde harb’in ön plana çıkartılması tamamıyla fiilî durumdan dolayıdır.

Yoksa aynı kitaplarımızda fukaha harb dediği kadar sulh, ahd ve eman da diyor. Şunu da diyebilirim, günümüz dahil tarih boyunca daru’l-harb’in daru’s-sulh, ahd ve eman’a nisbetle daha çok bilinir olmasının altında yatan asıl neden işte bu verili durumdur.

Fakat günümüze gelince, mezkur yazılarda ifade etmeye çalıştığım gibi dünkü kavramlarla bugünkü münasebetleri belirlemek, etiketlemek zorunda değiliz.

Kaldı ki bırakın daru’l-harb etiketi yapıştırılan öteki devletleri, bugün dünkü ölçüler içinde daru’l-İslam diye etiketleyebileceğimiz ülke bulmakta dahi zorlanırız.

Onun için dünü dünde bırakıp bugüne taşımadan bugünkü verili duruma göre yeni kavramlar bulmak zorundayız. Bu belirlemede temel kriterler elbette İslam ve barış eksenindeki dinin ruhuna uygun yaklaşımlar ve mevcud hal olacaktır.

‘Dinin ruhu anlaşılıyor da mevcud hal derken kastedilen ne?’ diye bir soru akla gelebilir.

Mevcud hal, adına ister demokrasi, ister çok kültürlülük, ister çoğulculuk, ister özgürlük deyin, son tahlilde birçok ülkede var olan bireylerin din özgürlüğüne sahip olmalarıdır.

Malum din özgürlüğü inanma, inandığı değerleri yaşama, eğitim ve öğretim yoluyla başkalarına anlatma ve hukuki kaideler çerçevesinde kalmak şartıyla örgütlenme unsurlarını içine alır.

Bu zaviyeden istisnalar bir kenara Batı ülkelerini merkeze koyacak olursak, her şeyden önce milyonlarca Müslüman bu ülkelerin vatandaşlarıdır ve Hıristiyan, Yahudi, Budist vb. başka dinlere mensup insanlar kadar inanç, ibadet, eğitim-öğretim ve örgütlenme özgürlüklerine sahiptir.

İkinci olarak bu ülkelerde yaşamlarını sürdüren Müslümanlar dinlerini TV, radyo, web sayfası, sosyal medya vb. her türlü sesli ve görüntülü basın-yayın organları ile hem de ilgili ülkenin diliyle tebliğini yapabilmektedir.

Hatta bu bir hak olarak kanunla korunmuş, muhalif uygulamalar cezaî müeyyidelere konu edilmiştir. Halbuki dünkü dünyada böyle şeyler söz konusu değildi.

Zalim krallar, kendi inandıkları dinlere halklarının da inanmalarını ister ve bu konuda ölüm dahil her türlü cezaî yaptırıma giderlerdi.

Onun içindir ki Efendimiz (sas) krallara gönderdiği mektuplarda hem İslam’a onları davet eder, hem de bu davetin halkları tarafından duyulmasını engellememelerini, iradelerine kemend vurmamalarını aksi halde sorumluluğun onların üzerine olacağını özellikle vurgulardı. Bir manada zulme son çağrısıydı bu mektuplar.

Sonuç itibarıyla; okuyucumuza tam cevap oldu mu bilmiyorum ama artık daru’l-İslam –ki dar, ülke demektir- ve daru’l- harb kavramlarını kullanmak yerine yeni kavramlar üretmek zorundayız.

Burada dikkatten kaçmaması gereken ikinci ve çok daha önemli mesele ülkelerin statülerine göre yapılmış olan içtihadların kullanılmasıdır.

Yazının bütününe sinmiş olan mana ve muhteva kavrandı ise son cümleyi şöyle içtihadların kullanılması yerine içtihadların kullanılmaması diye bitirmek daha doğru olur.

“Uzun sözün kısası; bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç var. Söylem ve eylemlerde değişikliğin olması bu zihniyet değişikliğine bağlı.”

Haftaya bitireceğim nasip olursa…