Popüler Yayınlar

19 Eylül 2013 Perşembe

Kavram karmaşası ve analitik düşünme - Hilmi Yavuz


Her zaman değişik vesilelerle belirttiğim gibi, analitik düşünce tarzının belirleyici özelliği, kavramlar arasına sınır çizgileri çizmektir. 

Sık sık, zihin yapımızın işleyişine ilişkin esaslı bir maluliyet olarak dilegetirdiğimiz ‘kavram karmaşası’, bütünüyle, analitik düşünememekten ve kavramları birbirinden ayırd etmemekten kaynaklanmaktadır.

‘Gerçek’le ‘Hakikat’i, ‘Hakikat’le ‘Doğru’yu, ‘Sebep’le ‘Gerekçe’yi, ‘Tahmin’le [guessing] ‘Kestirim’i [prediction’], ‘İmkan’la ‘İhtimal’i ve mesela ‘Muhafazakarlık’la ‘Gelenekçiliği’...

Buna benzer birçok kavramı, birbirine karıştırıp bir ‘çorba zihin’le düşünmeye kalkışmak!

Bizde düşünce, bilhassa felsefî düşünce üretimini imkansız kılan, bana kalırsa, budur!

Ve galiba bu karmaşayı giderme yolunda ilk adım, liselerde Mantık derslerine ilişkin müfredatta, ‘Analitik Düşünce’ye ağırlık verilmesidir…

‘Doğru’ ve ‘Yanlış’ kavramları için de durum farklı değildir.

Doğruluk ya da yanlışlık, empirik olarak, yani deney ve gözlem yoluyla saptanabilir önermelere ilişkindir.

Dolayısıyla gündelik konuşma dilindeki empirik önermelerle [mesela: ‘dışarıda kar yağıyor’ önermesi, eğer ‘dışarıda kar yağıyorsa doğru, yağmıyorsa yanlıştır!] bilim önermeleridir ‘doğru’ ya da ‘yanlış’ olan!

Bilindiği gibi, Popper’den bu yana, bir varsayım önermesinin bilimsel olup olmadığının ölçütü, ancak o önermenin yanlışlanabilir [yanlışlanmaya açık!] olmasıdır.

Kavramlar arası sınırların eski deyişle, efrâdını câmî, ağyârını mânî bir biçimde kuşatıcı bir belirginlikle çizilmiş olması, Bilim’le Felsefe arasındaki ilişkinin mâhiyetini de tâyin eder.

İngiltere’nin ‘baba’ felsefecilerinden Gilbert Ryle ve onun P. M. S Hacker gibi ardılları, Bilim’le Felsefe’yi, birbiriyle hiçbir ilişkisi olmayan disiplinler olarak konumlandırırken, Amerika’nın ‘baba’ felsefecilerinden W. V. O Quine, arada kesin bir çizgi olmadığı kanısındadır.

Ryle ve Quine arasındaki bu ihtilaf, ‘Bilim’ ile ‘Felsefe’ kavramları arasına ayırt edici bir çizgi çizilip çizilemeyeceği konusunda, düpedüz analitik bir ihtilaftır.

Bilim’le Felsefe’yi birbirinden nasıl ayıracağız?

Ya da, ayırabilmemiz mümkün mü?

Yoksa Quine’ın dediği gibi, arada kesin çizgiler yok mu?

Bu alanda bir teklif, John Searle’den geliyor: Searle, ‘The Future of Philosophy’de, [Philosophical Transactions of the Royal Society B. 354,1999, s. 2069] bu çok kışkırtıcı teklifinde, bir felsefe sorusunu, sistematik yoldan yanıtlanabilir bir duruma getirecek biçimde revizyona tâbi tuttuğumuz veya formüle ettiğimizde, o sorunun artık bir felsefe sorusu olmaktan çıktığını ve bilimsel bir soruya dönüştüğünü öne sürüyor.

Searle bu teklifi şunun için yapıyor:

Bilincin doğası ile beyin süreçleri arasındaki ilişki üzerine yapılan tartışmalar da, bu mahiyettedir; yani, bilincin doğasına ilişkin soruları, bilişsel [cognitive] nörobilim bağlamında beyin süreçleriyle ilişkilendirerek açıklamak, bu soruları felsefî sorular olmaktan çıkarır;- bunlar, felsefenin değil, bilimin, nörobilimin sorularıdır artık!

Çünkü felsefe, Searle’e göre, sorunları çözmez, yanıtlamaz, sonuçlandıramaz; olsa olsa, onların daha açık ve seçik bir biçimde anlaşılmasına [clarification] yardım eder:

Kısaca, bilincin doğası ile beyin süreçleri ilişkisi, nörobilimin konusudur;- felsefenin değil!

[Bu tartışmalar Türkiye’de çok değerli bir psikiyatr ve düşünür olan sevgili kardeşim Dr. Saffet Murat Tura’nın, başta ‘Histerik Bilinç’ adlı kitabı olmak üzere, birçok çalışma ve seminerlerinde ele alınmıştır.]

Bu meseleye devam edeceğim.

12 Eylül 2013 Perşembe

Bilimin Felsefe bilincini dışlaması

11 Eylül 2013

İlahiyat fakültelerinin müfredatında felsefe ve tarih derslerini dışarıda bırakan değişikliklerin öngörülmesi tartışma doğurdu. 

İlahiyatın kendisi, ilim olduktan ve değişik bilimleri içine aldıktan başka düşünsel yani felsefi bir disiplindir.

İlahiyat fakültelerindeki derslerin tarihi ve felsefeyi dışta bırakarak işlenmesi, konuların ele alınışında insanın dışlanması anlamına gelir.

Çünkü programına yoğun bir infiratçılıkla eğilinmiş her uzmanlık alanında insan dışlanır. Sözle olmadığı takdirde uygulama insanı dışta bırakmakla sonuçlanır.

Müfredatın değişmesi yönünde işleme konulan prosedüre, akademi dünyasından da etkili ve önemli itirazlar, yöneltilmiş karşı oylar var.

Değerli bilim adamı Prof. Dr. Durmuş Günay, açıkladığı (kısmen yazılı basına intikal ettiği gibi tüm metni önümüze gelen) görüşlerle bu konuyla ilgili heyete söylenebilecek olanları ortaya koymuş bulunuyor.

Akademi dünyasının işleyişine müdahale etmek tabii ki bize düşmez. Reform, yenilik demektir. Üniversitede yapılacak yeniliğin sonuçları akademinin çatısı altında kalmaz, kalmaması da gerekir.

Durum böyle olunca bilimsel çalışmaların bir bölümünde daha, tarihin ve felsefenin dışlanması (ki bu nihai anlamda insanın dışlanması anlamına gelir) çerçevesinde bazı görüşlerin kısaca ortaya konulması şart oldu.

İNSANI, ESTETİĞİ, FELSEFEYİ DIŞLAMAK

Estetiği ve felsefe bilincini dışlayan bir yaşama biçimi ile karşı karşıyayız. Tüketim toplumunda yaygın ilgilerin odağını sadece yaşanmış deneyimler dolduruyor, günlük yaşamın gerekleriyle baş etme çabası insanların bütün vaktini alıyor.

Ortega y Gasset'nin resim sanatında yürünen yeni yolu Sanatın İnsanı Dışlaması olarak nitelemesinin üzerinden yüz yıla yakın bir süre geçti.

Ünlü İspanyol düşünür, eşyanın resim sanatı üzerinde kurduğu egemenliğe ve bu durumun olumsuzluğuna dikkat çekmiş idi yazısında.

Günümüzde piyasaları istila eden eşya bolluğu, tercihleri boyunduruk altına alıyor ve toplumsal yaşamda insani niteliklerin görmezden gelinmesine yol açıyor.

Bu eğilim yaygınlaştı, kurumların işleyişini belirlemede etkili olacak ölçülere ulaştı.

Kurumların eliyle yürütülen programlar eskiden olduğundan daha fazla teknik proje ve prosesüs halindedir.

Bir yandan da değişik uzmanlık alanlarının kendi sınırlarını kalın çizgilerle çizerek başka konularla arasını kestiğine tanık oluyoruz.        

İnsanın bilinci, yaşadığı dönemdeki soyut ve somut biçimlenmeleri kapsar ve işleyişini bu biçimlenmeler üzerinden sürdürür.

Bu nedenle pratik akıl işlevseldir ve öncelikli rol oynar. Günlük yaşamda kavramların uygulama değeri öne çıkar.

Herkes kavramların günlük yaşamdaki uygulama değerini baz alarak işlerini yürütmenin peşindedir.

Çünkü söz konusu değeri gösteren güncel biçimlenmeyi aynı şekilde anlamakta ve kabul etmektedir.

Aynı kavrayışın paylaşılmasında insanlar arasında adeta bir ittifak vardır. İşlerin yürütülmesinde kolaylık sağlar bu kavrayış ortaklığı.

Fakat şu bir gerçektir ki, bir kavramın herhangi bir zamanda ve mahalde aldığı biçim ve taşıdığı anlam o kavramın evrensel anlamda yüklendiği değeri tamı tamına içermez.

Kavramın belli bir dönemde yüksek derecede işlevsel olması dahi onun anlamında evrenselliği yakalayacak ölçüdeki bir genişlemenin teminatını vermez.

İnsanın yaradılışından gelen ve doğasıyla ilgili her kavram özünde evrenseldir. Hepimiz özünde bütün evreni kapsayan kavramlara ve duyum parçalarına içinde bulunduğumuz koşullara göre tutunuruz.

Koşullar evrensel öz ile bağlantıların kopmasına yol açabilir. Halbuki bu bağlantıyı devamlı korumamız gerekir, aksi takdirde doğduğu koşulları yitiren bir kavram çürür ve çürütür.


İnsanların tutumlarını gözden geçirmeleri, daha uygun bir deyişle nefis muhasebesi yapmaları gerektiği gibi, içinden geçilen koşullara bakarak kavramların, ilkelerin ve yapıp etmelerimizin evrensel kavrayış karşısında daima sınanması gerekir.

Söz konusu sınamanın yeri insanın anlayışı, zihni, aklı, görgüsü, kısaca yaşam duygusudur, başlıca yollarından biri ise felsefi çabalardır, felsefi tutum ve düşünüştür.

Dini ilimlere ilişkin ilkeler ve  kavramlar söz konusu olduğunda bu sınama onun uygulamadaki anlamını, kapsayıcılık ve yaygınlık ile kavrayıştaki güvenirlik derecesini ölçme üzerinden yapılacaktır.

Felsefenin başka disiplinlerden bağımsız ve kendi tekelinde tuttuğu bir dünya yoktur, konuları varlığa ilişkin bütün alanlara uzanır ve başka bilimlerle irtibatlıdır. 

Felsefeyi ilgilendiren konuların hiçbiri insan bilincinin haricinde bir yerde şekillenmez.

Genişleme ve daralma bilincin alanında meydana gelir. Zihinsel işlem halihazırda meydana gelir, zihnin işleyişi psikolojik gelgitlerden ibaret kalmaz.

Gelgitlerin vukubulduğu esnada zihindeki geçmiş hüküm yürütmez ancak her kavramın bir tarihi ve tarihsel arkaplanı vardır.

İtikadlarımız, duyum halinde insandan insana geçen ilkeler olmak bakımından ve insan duyumu olarak arkaplana sahiptir.

Zekâ ve akıl insani ve toplumsal sorunları çözmeye yöneldiği zaman işte bu arkaplana bakarak tarihi bilginin, mantığın ve felsefenin yardımına ihtiyaç duyar.

Felsefe, yeteri kadar ilgi konusu olmuyor diye başka dünyada ve başka niteliklere sahip insanları ilgilendiren bir disiplin değildir.

Özellikle günümüzden başlayarak klasik İslam filozoflarının Maveraünnehir ve Endülüs'te yaşadığı dönemlere uzanan düşünce ekollerinin yok ya da ortada görünmüyor olmasına bakarak, bu yollarda ilerlemekten vareste tutamayız.

Olguları sırf güncel bağlantılarına (empirik duruma) bakarak, pragmatik çerçevenin içinde kalarak anlayamayız. 
     
DİNİ İLİMLER VE FELSEFE BİLİNCİ

Felsefi bilinç nasıl dışarıya açık olmak durumundaysa, insanlık içinde ve toplumsal ortamlarda, dini ilimler dahil insani ilimlerin kökenleriyle irtibatı, evrensel anlamları ile uygulamadaki kavranışlarının örtüşme derecesi daima sınanır vaziyette olmak durumundadır.

Bu çerçevedeki kavrayışa felsefe bilinci de deniliyor.

Kavramlar tarih boyunca geçirdikleri istihalelerden ve evrensel anlamının yoklanmasından koparılarak uygulandığı takdirde tek bir biçimlenme üzerinden taşlaşmaya mahkûmdur.

Kavramların kireçlenerek esnekliğini kaybetmesinin nelere mal olduğunu göreceğimiz en uzak ve en yakın model İslam tarihidir. 

En uzak diyoruz çünkü yüzlerce yıllık kireçlenmenin nedenlerini düşünmeyi unutmuşuz. En yakın diyoruz çünkü İslam tarihi bizim tarihimizdir.

Orta Asya'da yaşamış ve eserlerini Arapça olarak yazmış olan düşünürler bizim düşünürümüzdür.

Ele aldıkları meseleler bizim meselemizdir. Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd antik dünyadaki eserleri çevirip yorumlarken onları güncellemişlerdir.

Aristoteles'in Metafizik hakkında serdettiği açıklamalar, varlığın var oluşuna tek yaratıcı etrafında açıklama getiren Müslüman düşünürler için çıkış noktası ve geçit yeri olduysa bunun nedeni aynı eserin İslami kavrayış çerçevesinde güncellenmesidir.

İbni Rüşd, dini ilkeler ışığında felsefi düşüncelerin gereğini açıklamış, bu görüşleriyle onun eserinden alıntılar yapan Aquinolu Thomas için bir yol gösterici olmuştur.

Bir yanda üstünde en ince hassasiyeti gösterirken felsefi çalışmalarla kavrayış alanlarını genişletenler var; ki bunların akıl yürütmeleri tasavvuf yolunda olanlara yaramış ve İslam medeniyetinin en canlı devirlerine tekabül etmiştir, öte yanda mantıki düşünceyi iptal edip ritüeller üzerinden batıni ekolleri oluşturanlar vardır ki bir daha sökülemez ölçüde kireçlenmeye yol açmışlardır.

Seçim yapan bir kişinin iki uzak ucun göründüğü bu duruma bakması ve ders çıkarması lazımdır.

Arada asırlar süren ve nedenleri üzerinde ayrıca konuşmanın mümkün olduğu bir kesintinin bulunduğu gerçektir ancak Osmanlı dönemindeki medreselerde felsefi düşünüşün tarihselliği aleyhinde tavır alındığını söyleyemeyiz.

Medreseleri de içine alan eksikliğin çıkış noktası başka yerlerdedir. Son devirdeki (20. yüzyılın başındaki) Osmanlı uleması, tek insanın yetkinliğe ulaşması kaygısını merkeze aldıklarında da toplumsal ve siyasi konulara girdiklerinde felsefi düşünüş alanındaki açığı kapatmaya yönelik bir üslubu benimsemişlerdir.

Demokrasi kavramının yeterince toplumsallaşmadığı, bu nedenle tartışmalar denizinin üstünde şüphelerin yüzdüğü bir devirde çağdaş toplumsal kavramlara göndermede bulunmaktan geri kalmamayı isteyerek demokrasi fikri etrafında dolaştıklarında dahi son devirdeki Müslüman düşünürlerin eserlerinde tarihsel boyuttan kopmadıklarını ve güncel koşullanmalardan kaçındıklarını söyleyebiliriz.

Biz bilgi üreten ve ihraç eden bir toplum olmaktan çok ithal eden bir toplumuz.

Osmanlı tarihi, coğrafyası gibi bize özgü olduğunu herkesin kabul edeceği konularda dahi güvenilir bilgiyi üretir ve dünyaya ihraç eder durumda değiliz.

Hal böyleyken ve İslami konularda uluslararası alanda bilinmeyen kaynaklardan çıkarak dolaşıma sokulan fikirlerden  fanatizmi besleyenler yüz ağartıcı nitelikte olanları her gün daha da koyulaşan bir gölgede bırakmakta iken ilahiyat fakültelerindeki müfredatı güncel koşullanmalara teslim edecek bir değişikliğe gidilmesi vahim sonuçlara yol açacaktır.

İnsani ilimlerin başlıcası durumundaki dini kavramların evrensel ve tarihsel özünden koparılarak öğretilmesiyle düşünme alanında meydana gelecek daralmaya cevaz vermeyi üniversite kavramı ile bağdaştıramıyoruz.

Bu nitelikteki değişiklikler uygulamaya konulursa en geç bir kuşak sonra vazgeçileceği kesindir; ancak o zamana kadar ortaya çıkacak bilgi açığının ve eğitimdeki kısırlaşmanın ve her türlü toplumsal marazın nasıl giderileceğinin şimdiden düşünülmesi gerekiyor.

Aforizma mı, Hikmet mi? - Hilmi Yavuz


Hikmet, özdeyiş, aforizma, slogan, atasözü! 

Bu kavramları doğru anlamlarıyla kullanıyor muyuz? 

Galiba kullanmıyoruz.

Çünkü bu kavramlar arasına ayırdedici sınırlar çizilmiş değil.

Sözlüklerin de bu konuda yardımcı oldukları söylenemez. Sadece özdeyiş ile aforizmanın aynı anlama geldiklerini bildiriyor sözlükler.

Aforizma Grekçe, özdeyiş ise Fransızca ‘maxim’in öztürkçesi.

Osmanlıca karşılıkları vecize veya kelamıkibar! Atasözleri ise, anonim oluşları dolayısıyla ötekilerden ayrıldığını söyleyebiliyoruz; -ama hepsi o kadar!

Slogan, basit bir retorik araçtır. Bir fikrin kolay kavranması ve temellük edilebilmesinde kullanılır:

Mesela, 1950 genel seçimleri öncesinde Demokrat Parti’nin kullandığı ‘Yeter, Söz Milletindir’ tipik bir slogandır;

- yine 1950 ABD başkanlık seçimlerinde Dwight Eisenhower’in kampanyasında kullanılan ‘I like Ike’ sloganı gibi! ‘I Like Ike’, Jacobson’un da belirttiği gibi gösterenlerin yani sözcüklerin ya da işitsel işaretlerinin öne çıkmasını amaçlayan bir slogandı:

‘Ike’, Eisenhower’in kısaltılmışıydı ve bu slogan ‘Ay Layk Ayk’ diye okunuyordu...

Önce, bilineni, malumu ilam kabilinden söyleyeyim: Özdeyiş [Fr.: maxim; Osm.: vecize], olsun, aforizma olsun, bir düşüncenin özlü ve çarpıcı bir biçimde dilegetirilişidir.

Ve elbette, özdeyişin bir söyleyeni vardır. Batı’da bazı yazarlar sadece bu tür özdeyişleriyle ünlenmişlerdir:

Larochfoucault bunlardan biri:

‘Özdeyişler’i, Milli Eğitim Bakanlığı Klasikler dizisinden yayımlanmıştı 1940’lı yıllarda.

Vauvenargues de öyledir; -o da özdeyişleriyle bilinir...

Unutulmaması gereken biri daha var: Lichtenberg! ‘Aforizmalar’ı da yayımlandı dilimizde...

Bir de Larochfoucault, Vauvenargues ya da Lichtenberg gibi sadece özdeyişler ya da aforizmaları ile bilinenlerin dışında, yazdıkları metinlerde yer yer aforizma ya da özdeyiş özelliği taşıyan sözlere rastladığımız yazarlar var.

Mesela rahmetli Cemil Meriç Hoca’nın, metinlerinde sıklıkla özdeyiş özellikleri taşıyan cümlelere yer verdiğini biliyoruz.

[Bir hatıra: Bundan birkaç yıl önce İstanbul’da Pertevniyal  Lisesi’nde Cemil Meriç üzerine düzenlenen bir panele Prof. Ümit Meriç Hanımefendi ile birlikte katılmıştık. Orada yaptığım konuşmada Ümit Hanımefendi’ye, ‘Cemil Hoca’nın kitaplarındaki aforizmaları seçip çıkararak ayrı bir ‘Cemil Meriç Aforizmalar Kitabı’ yapılmasını önermiştim. Gerçekten de rahmetli Hoca’nın üslubunun yıldırıcı retoriği, onu ister istemez, metinlerini aforizmalarla inşa etmeye zorlamış gibi görünmüştür bana...] 

Aynı şeyi belki de, Wittgenstein’in ‘Tractatus’unun bazı maddeleri için de söylemek mümkündür. Tractatus’ta ‘Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır’ sözü, bu türden bir felsefi aforizma kabul edilebilir.

Burada kendimce önemli bulduğum bir meseleye değinmek istiyorum. Bu da aforizma ya da özdeyişin hikmetli sözlerden esaslı bir farkı olduğudur.

Özdeyişler, aforizmalar her ne kadar hikemiyyattan sayılıyor olsalar da, aslında öyle değillerdir. Hikmetli sözler, ancak kamil insanlara mahsustur.

Şathiyye geleneği gibi hikmetli sözler, Encyclopedia Islamica’nın deyişiyle söylersem: ‘theopatic utterances yani tanrısal dilegelişlerdir.

Mesela, gerçek bir insan-ı kamil olan Fatih türbedarı Ahmed Amiş Efendi Hazretleri’nin sözlerini, tasavvufi hayatla hiçbir ilişkisi olmayan birinin aforizmaları ile aynı epistemolojik düzeye koymak mümkün değildir. 

Özdeyiş veya aforizma, bu Dünya hayatına veya Kesret alemine; hikmetli sözlerse, Vahdet alemine aittir.

Onun için mesela Ahmed Amiş Efendi Hazretleri’nin ‘Allah olmak kolay, Muhammed olmak zordur’ sözünü, bir aforizma veya özdeyiş sayamayız.

O bir akılyürütmenin değil, rabbani bir sezginin ifadesidir.

Retorik, Türk insanını cezbeder. O yüzden, bu ülkede asla layık olmadıkları halde nahak yere itibar kazanmış kimliklerin, bu konuma gelmelerinin sırrı buradadır.

Ne bir aforizma veya özdeyiş, ne de elbette hikmetli söz!

Sadece büyük ve boş lakırdı!

Analitik bir sorgulamaya tabi tutulduklarında hiçbir mana ve medlulü olmadığı kolayca anlaşılabilecek olan bu türden boş ama fiyakalı sözlerin,
bu ülkede hikmet yumurtlamış muamelesi görmesi, hazindir, - evet, çok hazin!