Popüler Yayınlar

9 Haziran 2013 Pazar

NİYAZİ BERKES'DE ÇAĞDAŞLAŞMA KAVRAMI - Prof. Emre KONGAR

NİYAZİ BERKES'DE ÇAĞDAŞLAŞMA KAVRAMI

Prof. Emre KONGAR


NİYAZİ BERKES SEMPOZYUMU

Doğu Akdeniz Üniversitesi
Kıbrıs Araştırmaları Merkezi

Gazimağusa
KKTC

21-23 Nisan 1999



I. GİRİŞ

Berkes, Türkiye Cumhuriyeti'nin ellinci yılı kutlamalarına bir kitapla katılmak ister.
Bu amaçla, öğretim üyeliği yapmakta olduğu Kanada'daki McGill Üniversitesi'nden iki yıllık bir izin alır ve bu süre boyunca neredeyse bir ömür boyu yaptığı incelemeleri, "tarihsel olayların nasıl zorunlu olarak Cumhuriyet rejiminin gelişi doğrultusunda aktığının gösterilmesi"ni sağlayacak bir kitaba dönüştürür. (s.9).

Benim, bu yazıda üzerinde duracağım "çağdaşlaşma" kavramını adında da taşıyan "Türkiye'de Çağdaşlaşma" adlı kitap (bu araştırmada kullanılan birinci baskısı, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1973) böylece ortaya çıkar.

Berkes "Önsöz"de bu kitabı yazmak için aldığı iznin, doğrudan doğruya McGill Üniversitesi'nin Cumhuriyet'in ellinci yıl kutlamalarına katkıda bulunması amacıyla verildiğini söylemeyi de unutmaz.

Ben de burada bu vesile ile, Berkes'in Türkiye'nin bilim tarihine böyle değerli bir katkıda bulunmasına destek vermiş olan McGill Üinversitesi'ne teşekkür ediyorum.

Böylece, Türkiye'deki toplumsal ve siyasal bilimcilerin ülkemizin bilimini zenginleştiren böyle değerli bir katkıyı unutmadığını da vurgulamış oluyorum.

Berkes, kitabın yazılmasında özellikle, İ. Hakkı Uzunçarşılı, Halil İnalcık, Şerif Mardin, Tarık Z. Tunaya, Şevket S. Aydemir, Bernard Lewis, Roderic Davison, Stanford Shaw, Ramsauer, Nikki Keddie ve Gotthard Jaeschke'nin araştırmalarından yararlandığını belirtir.(s.9).

Yine aynı Önsöz'de, önce bu kitabın ne olmadığını belirterek konuya girer:

Berkes'e göre bu kitap, "onsekizinci yüzyılın başlarından Cummhuriyet'in kuruluşuna kadar geçen olayların tarihi olarak yazılmamıştır".

Ayrıca "Cumhuriyet'in kuruluşundan sonraki elli yıllık olayların da tarihi değildir".

Bu olumsuz nitelemelerinden sonra, Berkes, kitabı yazma konusunda yukarda belirttiğim amacını şöyle vurgular:

"Tarihsel olaylar, yarım yüzyıl önce kurulmuş olan Cumhuriyet'in gelişinin ön koşulları olarak oynadıkları rol açısından yer almışlardır….Cumhuriyet'in elli yıllık siyasa, ekonomi ve uygarlık olaylarının incelenişinin başlancgıcı bu araştırmanın vardığı son noktadır".

Berkes, kitabının tüm yaklaşımını, Cumhuriyet'in, Osmanlı-Türk siyasal ve toplumsal gelişmesinin zorunlu bir sonucu olduğu varsayımını kanıtlamaya adar:

"Ayrı aşamaları tartışırken bugün karşılaşılan toplum, devlet ve uygarlık sorunlarının köklerinin sandığımızdan çok derinlerde olduğunu gördükçe devrim kavramımızı yüzey(sel)likten kurtarma zorunluluğunu daha iyi kavrarız. Tarihe başvurma bize ancak bugüne ve yarına daha geniş bir çerçeve içinde bakma olanağını sağlama açısından değerli olabilir".(s.9).

İşte Berkes'in bu kitaptaki temel yaklaşımını anlamak için onun "çağdaşlaşma" kavramına yakından bakmakta yarar vardır.

II. BERKES'TE "LAİKLİK"-"SEKÜLERİZM" FARKLILIĞI

Berkes, kitabının genel yaklaşımını açıkladığı, "Giriş" bölümüne "Bu kitabın konusu, Türkiye'nin son iki yüzyıl içindeki yenilenme çabalarının getirdiği aşamaları, din ve dünya işlerini ayırma davasını mihver alarak, çabaların düşün düzeyindeki görünüşlerinin yardımı ile incelenmektedir". (sic.) diyerek başlar.
Hemen ardından da ilave eder:

"Bu din ve dünya işlerini ayırma davası (kitabın son bölümünde görüleceği gibi) Cumhuriyet döneminin layiklik ilkesi ile son görünüşünü almıştır". (sic.) (s.15).

Bu satırlardan, Berkes'in kitabının aslında, "Türkiye'de laikliğin tarihi üzerine bir araştırma" olduğunu anlarız.

Ama Berkes kendisinin "layiklik" biçiminde yazdığı, bugün bizim "laiklik" biçiminde yazdığımız ve telaffuz ettiğimiz bu terimin, Fransızca laicisme kelimesinden gelen bir sözcük olarak, İslam, Osmanlı, Türk din ve siyaset geleneğine yabancı olduğunu düşünür.

1) Berkes'te Laiklik Kavramı.

Berkes'e göre "laiklik" kavramı, "din-devlet ikilemi"ne dayanır. Bu ise esas olarak bir Hırıstiyan kavramıdır.

İslam ve Osmanlı geleneğinde din-devlet ikilemi anlayışı yoktu, din-devlet bileşimi doğal, olağan bir biçim olarak görülürdü. İkisinin birbirinden ayrılması, ya da ikisinin birer kendine buyruk yetkili (authorité) olması gibi bir görüş yer almamıştı.(s.15).

Berkes esas olarak, laiklik teriminin, Hırıstiyanlığın ilk mezhebi olan Katoliklik içinde geliştiğini ve bu nedenle de Osmanlı-Türk toplumuna pek uygun düşmediğini belirtiyor.

Berkes'e göre "Laicisme sözcüğü Katolik Hırıstiyanlığın yayıldığı halkların dilinde, özellikle Fransızca'da kullanılır ve kökenine bakılırsa ‘halksallaştırma' demektir. 

Çünkü kaynağı olan eski ve Hırıstiyanlık öncesi Grekçedeki laos (halk), laikos (halksal) sözcükleri Hırıstiyanlık döneminde klericus, yani din adamları (biz bunlara rahipler diyoruz) dışında olan kişiler için kulanıldı. Modern Fransızca'da laicisme din adamlarından, rahiplerden başka kişilere, kurullara, yetkililere, dünya işlerinde, hatta din işlerinde üstün bir yer verme davasıdır". (.16).

Berkes, bu terimin kullanılmasının iki farklı ve karşıt nedene dayalı olarak büyük bir karışıklığa yol açtığını söylüyor:

Birinci neden, Berkes'e göre, insanların, laiklik geleneğinin geldiği Hırıstiyanlık'taki din ve devlet ikileminin, İslam geleneğinde de bulunduğu konusundaki yanlış sanısıdır.
İkinci neden daha da ilginçtir:

Berkes, bu kez, İslam geleneğinde, Hırıstiyanlıktaki gibi bir "din-devlet ikilemi" olmadığı için, laiklik davasının İslam toplumları için yersiz ve anlamsız olduğunu sanmanın da yanlış olduğunu söyler.

Yani, Berkes'e göre, İslam dininin geleneği, Hırıstiyanlıktaki "din-devlet ikileminden" farklıdır, böyle bir ikileme sahip değildir; ama buna dayanarak laiklik süreci Müslüman toplumlar için yersiz ve gereksizdir denilemez.. (s.15).

İşte Berkes, bütün bu açıklamaları doğrultusunda, gerek İslamda "din-devlet ikilemi" olmadığından, gerekse, bu ikilem olmadığı ve din devlet bütünlüğü bulunduğu için, din ve devletin birbirinden ayrılması gerekliliği ortaya çıktığı zaman, bu süreç Katolik Hırıstiyanlıktaki "laiklik" ile anlatılmak istendiğinde, tarihsel benzemezliklerden dolayı pek çok sorunun ortaya çıktığını düşünür ve "çağdaşlaşma" sürecini anlatırken "laiklik" kavramını kullanmak istemez.

2) Berkes'de Sekülerizm Kavramı.

"Laiklik" sözcüğünü Omanlı-Türk siyasal ve toplumsal değişme sürecinin betimlenmesinde uygun bulmayan Berkes, onun yerine bir başka terimi, "secularism" kelimesini yeğler.

Berkes için, secularism biçiminde kullandığı sözcük, Osmanlı-Türk değişmesini, ya da çağdaşlaşmasını anlatmakta "laiklik" teriminden daha da işlevseldir.

Çünkü Berkes'e göre "secularism" sözcüğü bir yandan tam anlamıyla "çağdaşlaşma" terimine karşılık olurken, öte yandan, dar anlamdaki din-devlet ya da devlet-kilise ayrımı davasından çok daha geniş, "kutsallaşmış gelenek boyunduruğundan kurtulma sorunu"nu ifade eder. (s.16-17)

Berkes, "sekülerizmi" neden "laiklik" yerine tercih ettiğini açıklamaya, sözcüğün etimolojisinden başlar:

"Katolik Hırıstiyanlığın dışındaki Hırıstiyanlığın yayıldığı yerlerde özellikle Protestanlığın etkisi altında olan İngilizce ve Almancada kullanılan terimin kökeni Grekçeden değil, Latinceden gelir. Bu köken de zamanla değişikliğe uğrayarak şimdiki anlamını almıştır. Aslındaki sözcük, saeculum sözcüğü, ‘çağ' anlamına gelir ki Arapçada bunun karşılığı olan asr sözcüğü son zamanlara değin Türkçede asır olarak kullanılırdı. Layiklik teriminden önce, asrîlik biçiminde bir sözcük kullanılıyordu. Bu sözcük, secularisme sözcüğünün kapsadığı anlamı taşırsa da, Cumhuriyet döneminden önceki dönemde, ‘çağa uymak' ya da ‘onun gereklerine uyacak biçimde değişmek' anlamı, dincilerin elinde kötü bir kavram durumuna getirildi. Asrîlik züppelik, köksüzlük, sathilik, dinsizlik anlamına gelmeye başladı. Ziya Gökalp (ki terimi muasırlaşmak biçiminde kullanmıştır) belki de bu üzüntülü anlamdan, anlamı hiç bilinmeyen bir sözcük bularak kurtulmaya çalıştı; Arapça sözlüklerden o zamana dek kimsenin duymadığı, bilmediği bir sözcük bulup çıkardı. Zenîm biçimindeki bu sözcük, Gökalp'ın kendi yazılarında bile tutunmadı, kendisi muasırlaşmak terimini sonuna değin kullandı.

Asrileşmek, ya da muasırlaşmak gibi daha uygun olan terimin yerine (anlamının kötüleştirilmesi yüzünden halkın kulağında olumsuz çağrışımlar yaptığından) büyük çoğunluğun anlamını, kökenini, yazılış biçimini bilmediği layiklik gibi melez bir terim bulma işi de aynı kaygı ile yapılmış olmalıdır. Bu terimin kesin olarak hangi tarihte çıktığı, ilk önce kimin kullandığı, yani resmileşmeden önceki kısa tarihini belirten bir incelemeye raslamadık. Gerek dil çağdaşlaşması, gerek düşün ve ideoloji açısından böyle bir inceleme yararlı olacaktır".(sic.) (s.16).

Aslında dikkat edilirse, Berkes'in tanımladığı kavram, doğrudan doğruya "modernlik"tir.

Ama nedense, Berkes, bu terime iltifat etmemiştir.

Oysa bu terim, günümüz toplumsal bilimlerinde, özellikle de "modernleşme kuramı" başlığı altında büyük bir yaygınlık kazanmıştır (Kongar, 1995: 227-248)

Protestan Hırıstiyanlıkta gelişmiş olan sekularizmi, Katolik Hırıstiyanlıkta ortaya çıkmış olan laiklik sözcüğüne tercih eden Berkes, bu tercihinin altında yatan temel etken olarak sekülerizm teriminin, laiklik teriminden daha geniş kapsamlı olduğunu belirtiyor:

"Çünkü bu terimde, laicisme teriminde olandan farklı olarak, kilise ya da kilise adamı, kurul ve kuralları, yetkilileri ile onların dünyasal karşıtlarının (klerikus ile laikus'un) karşı karşıya gelmesi, çok sayıda ölçülere göre birbirinden iyice ayırdedilmesi durumundan ziyade geleneksel, katılaşmış kurul ve kurallar karşısında zamanın gereklerine uyan kurul ve kuralları geliştirme davasının yüz yüze gelmesi durumu vardır". (s.17).

Protestanlığın "zamana uymakta" Katoliklikten daha esnek olduğunu belirten Berkes, "Asıl sorunun, ‘toplum yaşamının hangi yanları üzerinde gelenek gereklerinin yerine zamanın gerekleri insan davranışlarına yol gösterecektir' davası olduğu burada daha iyi görülür" diyerek, değişme sürecini, bir "sekülerleşme" olarak gördüğünü, bu nedenle de daha dar kapsamlı bulduğu "laiklik" terimini kullanmadığını belirtir.

3) Berkes'te Çağdaşlaşma Kavramı.

Bütün bu açıklamaları yapan Berkes, sekülerleşme ile çağdaşlaşma arasındaki ilişikiyi kesin bir biçimde, "secularism sözcüğü bu çağdaşlaşma sözcüğüne hem anlam, hem köken açısından daha yakındır, hatta onun tam karşılığıdır," diyerek tanımlamıştır. (s.16).

Berkes, din ve devlet ayrımını vurgulayan laiklik kavramından çok daha kapsamlı olduğunu düşündüğü çağdaşlaşma terimi ile ifade ettiği değişme sürecini şöyle tanımlar:

"Değer ölçüleri olmayan hiç bir toplum yoktur; ancak bazı değerler zamanın gereklerine göre değişeceğine, zamanla katılaşma, kireçleşme eğilimi gösterirler. Bu, bize üç şeyi anlatır: toplumun insanları arasında birbirine çok yapışık bir birlik vardır; kişiler değişmez kurallara uyarak yaşamayı çok rahat ve kolay bulurlar; toplumları, yaşlanan kişilerin damarlarının sertleşmesi gibi katılaşmıştır. Kişiler böyle bir durumu çok beğenirler. Ancak değişme zorunluklarının sillesini yemeyen toplum da yoktur. Zamanın yumrukları altında bazı kişiler, alışık oldukları ölçüleri bırakmaya, bazılarını gizli ya da açıkça çiğnemeye; bazıları da dışardan yeni kurallar almaya, ya da kendileri yeni kurallar geliştirmeye başlarlar. Bunu yapanların iç hayatında ise çatışmalar başlar, bunun da sayısız görüntüleri vardır.

"Bir toplumda en yüksek sayılan değerler, özellikle böyle zamanlarda, dinsel değerler kılığına girmeye de eğilimlidirler. Din, geleneğin en son sığınağı, en son savunma kalesidir. Aslında toplumun eski yaşayışının kökeninden gelen bir çok alışkanlıklar, kolaylıkla din gereği imiş gibi bir nitelik kazanırlar. İşte bunun içindir ki, çağdaşlaşma sözcüğünün özü, ‘layikleşme'sözcüğünün söylemek istediği gibi toplumu, bu dinselleşme hummasının yakasından kurtarma işi imiş gibi gözüküyor ve burada laicisme ile secularism terimlerinin anlamları, ayrı sözcük kökenlerinden geldiği halde, birbirlerine uyuyor". (s.17).

Daha sonra Berkes, "çağdaşlaşma" ile "dinselleşme" arasındaki diyalektik ilişkiye işaret ederek, "dinselleşme" sürecini esas olarak değişmenin zorladığı "çağdaşlaşma"nın başlattığını belirtir:

"… bir toplumda değişme zorunlukları ortaya çıkınca, bilerek bilmeyerek ya da isteyerek istemeyerek, çağdaşlaşmaya doğru bir yönelme başlayınca, o zamana dek açıkça din şemsiyesinin altına girmemiş birçok işler, değişme yağmuru karşısında, bu şemsiyenin altında toplanmaya başlar. Örneğin, ilerde göreceğimiz gibi, sırf devlet işlerinde suçlu görülen bir Sadrazam, ‘dine ihanet etmiş bir kişi olarak' öldürülür. Demek ki, ‘çağdaşlaşma' ile ‘dinselleşme' birbirleriyle aşağı yukarı çağdaştırlar. Dinselleleşme, çağdaşlaşmaya karşı, kaplumbağanın kabuğuna cekilmesi gibi bir korunma çabasıdır. Bu eserde de göreceğimiz gibi, her çağdaşlaşma döneminin arkasından bir dinselleşme humması başlar". (ss. 17-18).

Berkes için çağdaşlaşma, özet olarak "kutsal kuralların" sarsılması sorunudur. Bu ise, laiklik ile ifade edilen, din işleri ile devlet işlerinin ayrılmasından çok daha kapsamlı bir süreçtir:

"Şu halde, çağdaşlaşma konusunda asıl sorun, kutsal sayılan alanın ekonomik, teknolojik, siyasal, eğitsel, cinsel, bilgisel yaşam alanlarında daralması, etkisizleşmesi sorunudur. Bu alanın (hiç değilse bazı kişilerin yaşamında) hemen hemen hiçe inmesi eğilimi olduğu için, buna karşı olanlar ‘gerici' adını hak ederler. Bu nitelikle başını kaldırdığı ya da ‘dur, olamaz' diye kolunu kaldırdığı zaman başka çeşitten bir savaş başlar. Bu savaş artık din-devlet savaşı değil, ileri-geri savaşı olur. İlerleme ve gelişme ile tutma ve denge gibi iki amacı gerçekleştirme çabası biçimin alır. Hatta kimi zaman halk-devlet arası çatışma, aydın-yobaz arası çekişme, ya da dengeleşme, millet-devleti, millet-toplumu olma biçimine de girer".(s.20).

III. DEĞERLENDİRME

Hiç kuşkusuz Berkes'in, Osmanlı-Türk değişme sürecini, sadece bir "din-devlet ayrımı" olarak görmeyip, "gelenekselden modernliğe doğru bir değişme olayı" olarak algılaması ve incelemesi doğru bir yaklaşımdır.

Bence, bu sürecin adını "sekülerizasyon" karşılığı olarak "çağdaşlaşma" biçiminde koyması da kabul edilebilir bir tutumdur.

Kanımca Berkes'in asıl katkısı, Osmanlı-Türk değişme çizgisindeki "dinselleşme"nin, aslında "çağdaşlaşma"ya karşı bir tepki olduğu yolundaki diyalektik teşhisidir ki bu bütünüyle doğru bir yaklaşımdır.

Nitekim ben de aynı yaklaşımı 21. Yüzyılda Türkiye adlı kitabımda benimsedim ve kullandım. (Kongar, 1999: 229-263).

Bütün bu olumlu yaklaşımlarına karşılık, Berkes'in, "laiklik" yerine yeni bir terim bulmak için sarfettiği çaba, hem işin terminolojisini biraz daha karmaşık hale getirmiş, hem de "modernleşme" gibi bir terimi dışarda bıraktığı için eksik kalmıştır.

Ayrıca son bir nokta, günümüzdeki oluşumlara da atıf yapılarak, " ‘laiklik' esas olarak, zaten ‘çağdaşlaşmanın' altında yatan ve demokrasinin de olmazsa olmaz koşulu niteliği ile çağdaşlaşmaya damgasını vurmuş bir kavram değil midir?" diye sorularak, belirtilebilir.


KAYNAKÇA
Berkes, Niyazi, 1973, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Ankara, Bilgi Yayınevi.
Kongar Emre, 1995, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, İstanbul, Remzi Kitabevi.
1999, 21. Yüzyılda Türkiye, İstanbul, Remzi Kitabevi.

6 Haziran 2013 Perşembe

Rüya, kapitalizm ve ağaç gölgesi


Çocukluğum bir dağ köyünde geçtiği için Sabahattin Ali'nin “Benim meskenim dağlar” mısraının bana eşlik ettiğini hissetmişimdir hep. Ama daha geçen gün annemin bahçedeki malta eriklerinin olgunlaşma sürecini gözden kaçırmamı kınaması, ağaçlarla arama giren büyük şehirle ve apartmanla yüzleştirdi beni.
 
“Başını camdan da mı uzatmadın hiç?” sorusu, dikkatin de şükür bahsine dahil olduğu hakikatiyle şu mübarek günlerde sarsıcı bir uyarı oldu benim için. Bu uyarı akabinde hafızamda neredeyse kişilik kazanmış pek çok ağaca doğru bir gezintiye çıktım.

İlk çocukluk çılgınlığımın müsebbibi bir kiraz ağacıydı. Sekiz yaşlarındaydım ve babaannemle birlikte köye yaya olarak iki saat uzaklıktaki yaylada kalıyorduk.

Ama benim aklım köydeki tek kiraz ağacındaydı. Dedemin kim bilir nereden bulup da diktiği daha birkaç yıldır meyveye duran o küçük kiraz ağacında.

Beş yaşındaki kardeşimin de elinden tutup kimselere görünmeden köknarların, çamların arasından, kozalakların çıtırtısının, rüzgarın uğultusunun ve ağaç dallarının hışırtısının verdiği ürpertiyle, ama yine de vazgeçmeden yürüyerek gelmiştim köye.

Kaybolmaktan kurt kapmaya ormanın tehlikeli dünyasını göz ardı edip. Günlük hasat işlerini bitirip yaylaya dönen köylü teyzelerin götürdüğü haber olmasa babaannem meraktan ne yapardı, onu düşünecek yaşta değildim anlaşılan.

Dedemi sırtında acı elma, ahlat ya da fındık fidanlarıyla hatırlıyorum.

Her dağdan gelişte bir fidan getirir dikerdi bahçeye. Yeni toprağının genç fidanı benimsediği anlaşılıp biraz da boy atınca başlardı aşılama faaliyeti.

Acı elmaya elma, ahlata armut dalından aşı yapar, kırık bir kolu sarar gibi  özenle sarar ve gelip gidip bakardı tutmuş mu diye.

Böyle emek vere vere yıllar içinde bütün köye yetecek hatta komşu köylere bile nasip olacak bir meyve bostanımız olmuştu.

Yarısı ahlat yarısı aşılı armut veren ağaç, tabiata hayretle bakan çocuk muhayyilemi besleyen tanıklıklardan biriydi. Haram helal bahsini de hep ağaçlar üzerinden sınamış olduğumuzu hatırlıyorum bugünden bakınca.

İstanbul'da çocukluğumun geçtiği cami, şadırvan ve ev arasındaki meydana sarkan komşunun dut ağacının dalları, ne zorlu bir imtihandı ilk baharda!

Ancak kendiliğinden düşenleri almamıza izin verirdi büyüklerimiz, komşu teyzenin göz hakkı deyip ikram ettikleri hariç. Bahçemize sarkan ıhlamurun yarısını biz toplardık dama çıkıp, yine izin dahilinde.

Bir ilkbaharda Berlin'e gittiğimde sokakların o kadar latif gelmesinin nedeni, beni çocukluğuma götüren ıhlamur kokusuydu belki de.

Şimdi de evimin çevresindeki sokaklarda ara ara ıhlamur ağaçlarına rastlıyorum. Bazen yürürken kokunun peşine düşüp buluyorum, bazen birdenbire çıkıveriyor karşıma.

At kestanelerinin, fıstık ağaçlarının gölgesinde oynadığımız oyunları düşününce benim çocuklarımın hafızasında yer eden, müşahhas bir kimlik kazanan ağaç var mı sorusunu sormaktan alamıyorum kendimi.

Birkaç yıl önce köyün camisini gölgeleyen ağacın kesilmiş olduğunu görünce neden o kadar hüzünlendiğime pek anlam verememelerini de ağaca dair böyle müşahhas bir tecrübelerinin olmamasına bağlıyorum.

Yetmişli yıllarda  köyün yaşlıları namazdan epeyce önce gelir ve havanın güzel olduğu zamanlarda caminin önündeki ağaçlar altında, tahta sıralara oturarak sohbet ederlerdi.

Cenaze için toplanıldığında, bu ağaçların acılı insanları adeta sarmalayan, hışırtılarıyla teselli eden koruyucu bir perde işlevi gördüğünü düşünürdüm hep.

Cami bu bahçenin ardında, mütevazı ahşap bir yapıydı. Ağacının gölgesinden sıyrılmış adeta çırılçıplak karşımda gördüğümde, caminin sanki mahcup olduğu hissi düşmüştü içime.

Gezi Parkı'ndaki ağaçlarla ilgili benzer hatıralarım yok belki. Ama eminim benzer anılara sahip çok kişi vardır.

Bu yüzden şehrin merkezindeki tek yeşil alanı koruma gayreti, ideolojik bir karşı çıkış olarak değil, ağacı ve doğayı sahiplenen, kapitalist sistemin hegemonyasına karşı insandan ve doğadan yana olan bir ses olarak görülmeli. Kapitalizm ile ağaç gölgesi arasındaki çelişkiye yüz elli yıl öncesinden işaret etmişti zaten Marks:

“Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser.”

Müslümanların savaş ahlakıyla ilgili düşünürken beni en çok etkileyen bilgi, Efendimizin Hayber'in fethi sırasında ağaçların kesilmesine izin vermemesiydi.

Ağaç öyle bir sembol ki, cennet, hayat ve iktidar hep onun üzerinden anlatılmış. Koca Osmanlı Devleti, Osman Gazi'nin rüyasında gördüğü bir ağacın dallarına tutunarak tesis edilmedi mi?

Cennette Tuba ağacının gölgesini uman müminlere bu vaade mukabil kıyamet koparken bile fidan dikmesi tavsiye edilmiyor mu? Ve bu dünyanın misali de bir ağaç gölgesi, nihayetinde.

Sözün özü, dünyaya da cennete de bir ağaç gölgesi hakim, bizim tasavvurumuzda. Bu yüzden ağaç da gölgesi de hassas mevzu.

Meselenin güncel boyutuna gelince... Pek çok konuda “Avrupa'da neyse bizde de o” diye destekliyoruz görüşlerimizi. Peki bunca konut sorununa rağmen İngilizlerin Hyde Park'a hiç dokunmadığını neden kimse görmüyor?

Nisan ayında bir gün, Londra'da yeni yeni bahara hazırlanan Regents Park'ta, her gün doğumu vaktinde mutad zikrini kuş sesleri eşliğinde yapan arkadaşıma eşlik etmiştim.

Sanki şehrin dışındaymışız hissi veren yeşil alanda yürürken söz ev kiralarının yüksekliğine gelince “çağırsınlar TOKİ'yi, kökten çözer bu meseleyi” esprisini yaptığımda gülmüştük, ağlanacak halimize.

19. yüzyılın kasvetli sanayi şehri Londra'yı 21. yüzyılda bu kadar yeşil görmek, beni diğer kuzey ülkelerinin yeşilinden daha fazla hüzünlendirmişti. Dünyası da ahireti de ağaç gölgesinde şekillenen bir dinin mensubu olarak...

Ve yeşerten/yetişen Hızır'ı, gündelik hayatına bu denli dahil eden bir kültürün temsilcisi olarak...

 Duam: Rüyamız ağaç üzere olmaya devam etsin... Ama kâbusumuzun, ağaç gölgesini hedef alan kapitalizmin mücessem hali AVM'ler olduğunu unutmayalım.

AK Parti ve Türkiye nereye gidiyor?

Manâya, fizik ötesine kapalı bulunan modern zihniyet hadiseleri sadece maddî sebep-sonuç temelinde ele aldığı için, çok defa doğru görme, doğru değerlendirme ve doğru sonuçlara varmaktan mahrumdur. 

Manâya ve fizik ötesine inananların ise küçük bir kısmı zihnen hep "ma'nâ âlemi"nde dolaşma temayülü gösterirken, büyük bir kısmı, bilhassa dünyaya fazla dalanlar, bu âleme atf-ı nazar etmekten bile hoşlanmamakta ve modern zihniyet sahipleri gibi, fizik ve maddenin dar kalıpları arasında kalmayı tercih etmektedirler.

Nasıl bir kelimenin asıl varlığı onun manâsı olup, harflerden oluşan maddî yapısı değilse, bunun gibi, hadiselerin de, tarihin de asıl varlığını oluşturan manâları vardır. Bu manâlar, İlâhî İrade, hadiselerin aktörleri olan insanların niyet ve iradeleri, içinde bulunulan ve geçmiş nesillerin, ayrıca gelecek nesillerin de rolü ve katkısı bulunan şartlar ve bir işi yapma, bir neticeye ulaşmak için takip edilmesi gereken yol ve yerine getirilmesi gereken sebeplerdir.

Hadiselerin varlığını oluşturan bu görünür faktörlerin yanı sıra bir de zahiren görünmeyen faktörler vardır ki, bunlar da, kişilerin manevî ve ahlâkî halleri, neyi hak edip neye müstehak olduklarıdır. Ayrıca, yapılacak işin Allah katında doğru veya yanlış olması da, bu ikinci kategoriye dâhildir.

Hadiselerdeki bu ikinci faktörler toplamına Cenab-ı Allah'ın Kelâm sıfatından gelen ve dar manâsıyla "din" olarak tecelli eden Şeriat-ı Garrâ denirken, önceki faktörler toplamına ise O'nun Kudret ve İrade sıfatlarından gelen Şeriat-ı Fıtriyye veya Tekvîniyye denir.

Bu iki Şeriat, bilhassa mü'minler için birbiriyle kesişir ve hattâ iç içedir. Mü'min, dünyada başarılı olmak isterken, "Neticeye giden her yol mubahtır." anlayışıyla hareket edemez. Netice gibi, neticeye giden yoldaki her hareketin de meşrû olması gerekir.

Bunun için bilhassa mü'min, Din'deki ihmal ve kusurlarının da dünyada cezasını görür. Meselâ, Hz. Bediüzzaman 1. Dünya Savaşı'ndaki mağlûbiyetimizin sebeplerini sıralarken, Şeriat-ı Tekvîniyye açısından yapmamız gerekenlerdeki ihmalimizle, ilmî, teknolojik, ekonomik ve askerî açılardan Batı'nın çok gerilerinde kalmış olmamızla birlikte, namaz, zekât, oruç ve hacdaki ihmallerimizi de nazara verir.

"Beş vakit namazı ihmal ettik; karşılığında 5 yıl cephelerde alnımız 'secde'den kalkmadı. Zekâtı vermede cimrilik ettik; Allah, birikmiş zekâtı (savaş giderleri, fakirlik ve mahrumiyetle) elimizden aldı. Nefsimize acıyıp, oruç tutmadık; (açlık ve mahrumiyetle) mecburî oruç tuttuk.

Hacca gitmedik, ondaki faydalarımızı düşünmedik, cepheden cepheye koşturulduk." der. Bütün bunlara işlenen günahlar, haramlar da eklenince artık Allah (c.c.), mağlûbiyetimize hükmetti. Yine, Kur'ân-ı Kerim'de, peygamberlerle salâhat üzerine kurulan sistem ve sağlanan ittifakların, bağy, yani karşılıklı kıskançlık ve tecavüzler sebebiyle bozulduğunu, bağye kadın, çocuk, mal–servet, mevki–makam, eşya ve kazanç gibi şehvetlere tâbi olma ve bunlar üzerinde yarışmanın yol açtığını, bunun ise namazı zâyi etme ile başladığını okuyoruz.

Demek oluyor ki, bozulma ve bozulma gibi düzelme de, insanların iç dünyasında başlar ve sonra dışarıya yansır. Nitekim yine Kur'ân'da, "Bir millet kendi içini değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu değiştirmez." buyrulur.

AK Parti'nin de, Türkiye'nin de bugününe ve yarınına bakarken, öncelikle nazara almamız gereken hususlar, kısaca bunlardır. Yoksa her zaman aldanır ve yine Kur'ân-ı Kerim'de dikkat çekildiği üzere, Hz. Yunus gibi, balığın karnında karanlık üstüne karanlıklarla kuşatılmışken, her şeye sadece baş gözüyle bakanların "Artık her şey bitti!" dediği bir noktada önümüze bütün kapıların açılıverdiğini görürüz.

Veya "En büyüğüz, rakipsiziz!" dediğimiz anda aslında batmaya mahkûm bir Titanik üzerinde veya "Musa'yı ve kavmini kıskıvrak yakaladık!" diyen Firavun ve ordusu gibi üzerimize kapanıverecek bir denizin tam ortasında olduğumuzu neden sonra anlarız ama, artık iş işten geçivermiştir.

Dersâdet’e plan, Asitane’ye huzur

1 Haziran 2013
 
İstanbul hakkında ezelden beri çok şey söylenmiştir. Hatta Napolyon’un “Tüm dünya tek bir devlet olsa başkenti İstanbul olurdu.” sözünü de hatırlatabiliriz.

Ancak şimdi, bu güzide şehrimizi başkalarının lafları ile övmek yerine daha gerçekçi yaklaşımlarla, bundan sonra da aynı övgüleri alacak şekilde korumak ve geliştirmek gerekli. İstanbul, özellikle son beş yıldır birçok farklı durum ve projeyle haber sayfalarının manşetlerini işgal ediyor. Hatırlayalım; üçüncü köprü yapılıyor, ihale edildi, temeli törenle atıldı.

Silüeti bozduğu aşikâr betondan köprünün böyle çirkin taşıyıcılar olmadan da tasarlanabileceği defalarca kanıtlanmışken, Haliç'teki köprünün inşaatı inadına her türlü eleştiriye kapalı şekilde, yangından mal kaçırır gibi sürüp gidiyor.

Bir anda İstanbul'da yapay bir kanal projesi gündeme geliyor. Çamlıca'ya İstanbul'a yakışır, simge yapı olacak, gururlanacağımız bir cami yapılacak deniyor, bu fırsat skandal olarak tabir edilebilecek “yarışmamsı” bir durumla heba ediliyor.

Ecdat mirasının -o mirasın içerdiği her türlü incelikten yoksun– betonarmeden taklidi yapılıyor. Osmanlı zamanının yapım teknolojisinin gerektirdiği fonksiyonel detaylar, süs niyetine tekrar tekrar kopyalanıp yapıştırılıyor, yani kopya bir cami yapılıyor.

Ne yazık! Simge yapı olamayacağı besbelli ve 2010'lu yıllarda İslam mimarisine bu topraklardan katılmış bir değer sayılamayacak.

Böyle bir fırsatımız varken hem de yine “en doğrusu budur” inadıyla, milletin elinden değerli bir camiye kavuşma hakkı alınıyor. Şimdi de Taksim'in yayalaştırma projesi hakkında olayları haberlerde duyuyoruz.
Bir şehrin planlaması ne kadar siyasi olmalıdır?

Sorulması gereken ilk soru bu. Kent parçasında dinî yapı yapılması kararının, şehircilik kurallarına dayanan oranlara sadık kalarak yeşil alan bırakılmasının, trafik ve yayalaştırma kararlarının siyaset üstü bir konumu olmalıdır.

Siyaseten kim iktidarda olursa olsun, birkaç ufak değişiklik içerse bile kararlar aynı olmalı, kamu yararına şekillenmelidir.

Çok önemli olduğu halde araştırılmadan, çalışılmadan alındığı belli kararlar, Kamu İhale Kanunu'na uygun yaptırıldı diye meşruiyeti ve tasarım kararları sorgulanmayan ısmarlama Topçu Kışlası Projesi…

Daha fenası, çoğu şehrimizin çağdaş bir planı yoktur ki siyasî mi, değil mi sorusu sorulsun. İstanbul'un bir planı var ama günde yaklaşık üç kere ve yılda bin kez değişmekte.

Revize, ek imar planları, tadil notları, itirazlar, yürütmeyi durdurmalar, yürütmeye yeniden koymalar, üst üste bine bine garip bir durum ortaya çıkmakta. Tabii ki bir plan var, sorulduğunda çıkartılır ortaya konulur resmi olarak ama yukarıdaki endişelerimizi karşılayamaz durumda.

"İMP" kısaltmasıyla tanınan, tam adı ise "İstanbul Büyükşehir Belediyesi Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi" olan bir kurum kapatılmıştır. Hatta Belediye'nin sitesinde 19.08.2009 tarihli “İMP, Türkiye'nin planlamasına talip” başlıklı haber ise kötü bir şaka gibi hâlâ durmaktadır.

İstanbul'un bir planlama ofisi dahi yoktur. Belediye'de tabii ki böyle bir daire vardır ama etkin ve yetkin olup olmadıklarını sorgulamak gerekebilir. Bu eksikliği gözler önüne serip, İstanbul'daki Cumhuriyet sonrası ilk plana değinelim.

Özel davetle ülkemize gelen Fransız mimar Prost, önemli kararlar vermiş ve bu kararların çoğu uygulanmıştır. Bunlardan en önemlisi tarihî yarımadadaki üç kat kısıtlamasıdır.

Ayrıca Vatan ve Millet caddeleri gibi açılan büyük yollar için yapılan tahribatlar da bilinmektedir. Herhangi bir yol üstüne olmadığı halde bir şekilde sökülen Karaköy'deki Ahşap D'aranco'nun Camisi Kınalıada'ya monte edileceği ileri sürülüp uzun süre depoda tutulmuş sonra da koskoca cami zayi olmuştur.

1943 yılında da artan nüfus dikkate alınarak bir metro önerisi getirmiştir. Beyoğlu ile tarihî yarımadayı birbirine bağlayacak bu hattın bazı yerlerinde yokuş çıkabilmesi için dişli tekerlekli çekiciler düşünülmüştür. Şimdiki metronun güzergâhına benzer haldedir.

Prost çok eleştirilir. Bazıları, “Türk plancı yok muydu, Fransız geldi?” derken bazıları ise “bir şeyi baştan yapmaktansa, bir kısmı yıkarak yapmanın daha kolay olduğu” düsturu ile hareket ettiğinden, birkaç iyi kararının dışında yıkımlarla çok fazla önemli eseri yok ettiğini ileri sürerler.

Açıkçası bu kişinin milliyetinden öte, yıkım kararları hele hele 1806'da yapılan Topçu Kışlası'nın yıkımı büyük hata olarak kabul edilir. Bu kışla şu anda yerinde olmadığı halde tescillenmiş durumda. Yeniden yapılacak; yeni fonksiyonunun da ticarî ve konut amaçlı kullanım olacağı söylenmekte.

İşte bu Prost'un yıkım kararından daha kötü bir karar! Yeni yapılacak bina hakkında sağlıklı bilgi bulabilmek ve Kışla'nın yapıldığında nasıl olacağını ve fonksiyonunu yetkililerden öğrenmek neredeyse imkânsız. Kentin en önemli yeri için şeffaf bir halk bilgilendirmesi yapılmadı. 

Elimizde çözünürlüğü oldukça düşük bilgisayardan alınmış 3 boyutlu görüntü var, o kadar. Ağaçların kesimi ya da iddia edildiği gibi yer değiştirilmesi bir gece yarısı operasyonudur.

Bir belediye, kendi yönetimindeki şehirde, ancak kapatılması büyük trafik sıkışıklığına sebep olacak bir yol çalışması yapacaksa gece yarısı çalışır.

Bu işin böyle garip bir saatte yapılması Belediye'nin tepkilerden korktuğunun en önemli göstergesi. Tepkilere karşı siyasî erk, “Kışla için karar verdik yapılacak.” demektedir. Bunun için ayrıca tarihe bakılması gerektiğini belirtmektedir.

Bakalım: 1806'da Topçu Kışlası yapılmadan önce 1786 tarihindeki haritalar şimdiki durumla çakıştırıldığında, Taşkışla'nın kuzeybatı kulesinden Taksim'deki heykele bir çizgi çekildiğinde Gezi Parkı çaprazlamasına kesilecektir.

Bu alanın kuzeydeki parçası Ermeni Mezarlığı'dır. Tarihe uyalım derken nereye kadar geri gidilmelidir, keyfii davranılabilir mi?

Bir karara tepki gösterenleri biber gazı ile eğitmek mümkün olmayabilir. Keza yabancı basın tek bir fotoğraf karesi ile durumun vahametini dünyaya duyurmayı seçebilir.

 Bazı çevrelere göre tarihe geri dönme isteği olarak savunulan bu faaliyet, bölgedeki tek yeşil alanın betonarme bina ile kaplanılmasıdır. Son olarak düşünülmesi gereken; Taksim'e cami yapılmasını isteyen milyonlarca kişi bulunabilir.

Peki, Gezi Parkı'na Topçu Kışlası'nı yapmakta diretenler, size soruyoruz; yine aynı İstanbul'da buraya AVM ve rezidans yapılmasını isteyen bin kişi bulabilir misiniz? 

Ayrıca bulduğunuz bu bin kişinin çıkarı neden milyonlarca kişinin önünde?

Neden?

Yrd. Doç. Dr., Mimar, Zirve Üniversitesi