Popüler Yayınlar

28 Temmuz 2013 Pazar

Kamuda başörtüsü yasağı: Bir analiz ve değerlendirme

18 Temmuz 2013


Derin dinî, tarihî ve kültürel kökleri olan başörtüsü gerçeğinin gündelik hayatın her alanında ve toplumun her kesiminde hissedilen yansımaları, Türk siyasal hayatının fırtınalı ideolojik geçmişine ve toplumsal dönüşümünde yaşadığı sancılara işaret ediyor.

Başörtüsü Anadolu'da en az bin yıl, herhangi bir tartışmaya ve toplumsal gerilime yol açmadan yaygın bir biçimde kullanıldı.

Ta ki Türkiye'nin geçmişiyle hesaplaşma, kültürel ve tarihî mirasını reddetme döneminin başlangıcı olan 1920'li yıllara kadar.

Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte başörtüsü, devrim ideolojisine karşı bir direniş simgesi, geriye dönüş özleminin ifadesi ve erişilmek istenen çağdaş uygarlık hedefinin önünde bir engel olarak görülmeye başlandı.

Hatta devletin resmî söylemi ve bu söylemin pozitif hukuk metinlerine ve kamu yönetimine yansıması da başörtüsünün; laikliğe aykırı, yasa dışı ve kamu otoritesi eliyle devre dışı bırakılması, hatta yasaklanması gereken bir giysi olduğu yönünde.

Oysa Türk toplumunun başörtüsüne bakışı resmî tanım ve nitelemelerle hiç de örtüşmüyor.

Günümüzde başörtüsü kullanımının yaygınlığı ve baş örtme tercihleri konusunda yapılan çeşitli alan araştırmalarının sonuçlarına göre; kadınların yarıdan fazlası gündelik hayatlarında ve toplum içinde başörtüsü takıyor ve halkın yaklaşık dörtte üçü kadınların başörtüsü ile kamu hizmetlerinde çalışmasında sakınca görmüyor.

Devletçi modernleşme projesinin hedefleri arasında her zaman önemli bir yer tutan ve simgesel bir odak noktasına dönüşen başörtüsü, Türkiye'nin yakın siyasî tarihinde üstyapı kurumları eliyle ve yasal zorlamalarla kısa dönemde toplumsal ve siyasal hayatı dönüştürmeye yönelik girişimlere karşı sosyolojik gerçekliğin tepkisini, diğer bir anlatımla geleneksel ve kültürel değerlerin diyalektik karşı duruşunu ifade eden dinamik ve etkili bir direnç unsuru haline gelmiştir.

Kadınların başörtüsü yüzünden eğitim hizmetinden mahrum kaldıkları ve halen kamu kesiminde çalıştırılmadıkları Türkiye'nin acı bir gerçeği olarak bilinmekle birlikte; geçmişten bugüne bu alanda hakları çiğnenen ve onurları zedelenen insanların sayı ve oranı hakkında yapılmış bir araştırma ve elde edilmiş herhangi bir istatistikî veri bulunmuyor.

Türkiye'nin yakın siyasî geçmişinde, tepeden inme ve dayatmacı yöntemlerle hayata geçirilen baskıcı uygulamalardan çok azı, başörtüsü yasağı kadar milyonlarca kişiyi, hayatları boyunca her alanda sürekli olarak etkileyecek ve bilinçaltlarında derin izler bırakacak şekilde yaralamıştır.

Türk halkı başörtüsü yasağı sonucunda yaşadığı acı ve mahrumiyetleri yıllar boyunca uygun yol ve yöntemlerle ve etkili bir biçimde siyasal mekanizmalarda dile getirememiştir.

Burada sivil toplumun eksikliği, demokratik kültürün ve tepki verme refleksinin yetersizliğinin olduğu kadar; siyasî otoritenin bu konudaki talep ve beklentilere karşı peşinen yasaklayıcı ve hoşgörüsüz olmasının da önemli bir payı bulunmaktadır.

Anayasa'nın 49'uncu maddesinde yer alan “Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir” hükmü çerçevesinde, kamu hizmetine girmek bir “hak” olarak düzenlenmiştir.

Oysa kamu kesiminde uygulanan başörtüsü yasağı ile kadınların anayasal düzeyde korunan bu temel ve insanî hakları açıkça ihlal edilmektedir.

    Kamuda başörtüsü yasağının hiçbir meşru ve hukukî gerekçesi yoktur. Uygulamanın başladığı tarihten bu yana da hiç olmamıştır.

İnsan hakları, hukukun temel ilkeleri ve adalet anlayışı çerçevesinde hiçbir zaman olması da mümkün değildir.

Anayasalar da dâhil olmak üzere, insanların hak ve özgürlüklerini ilgilendiren tüm kanunî ve idarî düzenlemelerin her şeyden önce İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde yer alan temel ilkelere uygun olması zorunlu olduğundan; hiçbir pozitif hukuk kuralı, ilke ya da gerekçe kamuda başörtüsü yasağının dayanağı olarak gösterilemez.

Bu çerçevede ne bir anayasa hükmüne ne de bir kanun ya da yönetmelik maddesine dayanılarak yasak konulamaz.

Hukukun temel ilkelerine ve insan hakları alanındaki evrensel normlara aykırı olmamak kaydıyla, insanların hak ve özgürlüklerini kısıtlayan ya da bir haktan faydalanmalarını belli şartlara bağlayan düzenlemeler ancak kanunla getirilebilir.

Bu kural, hak ve özgürlüklere getirilecek kısıtlamaların kanundan başka bir yolla, yani yönetmelik veya genelge gibi idarî düzenlemelerle yapılamayacağı anlamına gelmektedir.

Öte yandan, temel bir hak ya da özgürlüğe getirilecek bir sınırlama her şeyden önce toplum vicdanında karşılığını bulmalı; hakkaniyet ölçüleriyle bağdaşmalıdır.

Toplumun vicdanını kanatan ve haklılığı her zaman tartışma konusu olan bir düzenleme, şeklen yasama organları eliyle ve yasama süreçleri izlenerek çıkarılmış olsa bile meşruiyet kazanamaz.

     Anayasal ilkeler çerçevesinde temel bir hak ya da özgürlüğün kanunla da olsa sınırlanabilmesi, hukuk tekniği açısından belli şartlara bağlı olmasını ve belli sınırlar içinde kalmasını gerektirir.

Getirilecek kısıtlama, temel hak ya da özgürlüğün özüne dokunamayacağı gibi; ancak kamu yararını sağlama amacını taşıyabilir.

Bu bağlamda kısıtlama; başlıca üç şeyin; genel ahlakın, genel sağlığın ve kamu düzeninin korunması gerekçesiyle yapılabilir.

Buradaki temel amaç, başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak, yani herkesin hak ve özgürlüklerden başkasına zarar vermeden faydalanmasını sağlamaktır.

Başörtüsüyle kamu hizmetinde çalışmak; ne genel ahlaka, ne genel sağlığa ne de kamu güvenliğine bir zarar vermediği gibi; başkalarının haklarını kullanmasına da hiçbir şekilde engel oluşturmamaktadır.

Aksine kimseye bir zararı olmayan bu giysinin yasaklanmasıyla kişinin kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkı ve tercih özgürlüğü ortadan kaldırılmakta, kamu hizmetlerine erişimde ve kamu istihdamında eşitsizlik yaratılması suretiyle adalet duygusu ve kişilerin devlete olan güveni sarsılmakta ve böylelikle kamu düzeni bozulmuş olmaktadır.

Hakkında hiçbir kanuni düzenleme bulunmayan kamuda başörtüsü yasağına dayanak olarak gösterilebilecek, 12 Eylül döneminde çıkarılan “Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık Kıyafetine Dair Yönetmelik”ten başka bir metin yok.

Her bir hukuk kuralının daha üst bir hukuk normuna uygun olması gerektiğini öngören  “normlar hiyerarşisi ilkesi”ne göre, idarî bir düzenleme olan yönetmeliğin, bir üst hukuk normundan, yani kanundan referans almadan çıkarılabilmesi mümkün değil.

Esasen yalnızca kanunlarla emredilen hususların düzenleme şeklini gösteren yönetmeliğin, dayanacağı bir kanunun hiç mevcut olmadığı ya da kanunda açıkça belirtilmediği halde, kendi başına temel bir hakkın kullanımına yönelik yasaklama veya kısıtlama getirme yeteneği bulunmamaktadır.

Bu kritere göre, Devlet Memurları Kanunu'nda kılık kıyafet konusunda açıkça öngörülmeyen bir yasaklama veya kısıtlamanın, kendi başına yönetmelikle getirilmesi söz konusu olamaz.

    Milyonlarca insanın istihdam dışı kalmasına yol açan başörtüsü yasağı, temelde insan hakları evrensel ilkelerine aykırılığı, siyasal gerilim ve çatışmalara yol açması ve tartışma gündeminden hiçbir zaman düşmemesi bir yana; kanunla düzenlenmesi gerekirken dayanağının bir yönetmelik hükmü olması itibarıyla da şeklen de olsa kanunî temelden yoksun ve dolayısıyla hukuk tekniği açısından geçersiz hale geliyor.

Diğer bir ifade ile kamuda başörtüsü yasağının dayanağı olarak gösterilen yönetmelik; hukuk kaynağı oluşturmada geçerli yönteme uyulmaksızın çıkarılmış olması, yani sakat bir hukukî işlem olması yönüyle de aslında “yok” hükmündedir.

Dolayısıyla, mutlak anlamda yok hükmündeki bir idarî düzenleyici metne, bir yönetmeliğe dayanılarak uygulanan bir yasağın meşruiyetinden de söz edilemez.

    Başörtülü kadınlar, getirilen yasaklama sonucunda gündelik hayat pratiklerini ve sosyal tutumlarını düzenlemede referans olarak aldıkları dinî bir inancın gereğini yerine getirme zorunluluğu ile aksi takdirde başka şekilde elde edemeyecekleri bir iş sahibi olma, kamuda çalışma imkânı arasında bir tercih yapmaya zorlanmaktadırlar.

Kamuda başörtüsü yasağı, nüfusumuzun önemli bir oranını oluşturan kadınlarımızın dinamik ve nitelikli bir bölümünün üretim sürecine katılmalarını engellemekte ve ülkemizin kalkınma potansiyelini yeterince kullanmasına engel olmaktadır.

Bu bakımdan, insanlar üzerinde bir baskı ve ayrımcılık aracı olduğu gibi, toplumu çağdaş ve ileri uygarlık seviyesine taşımak yerine, aksine gerileten bir uygulama olarak öne çıkmaktadır.

Farklı inanç ve ideoloji grupları, farklılıkları nedeniyle vergi benzeri toplumsal ödev ve yükümlülükleri yerine getirmede herhangi bir muafiyete tabi tutulmadıkları gibi, kamusal hak ve imkânlardan faydalanma konusunda da herhangi bir kısıtlama ve mahrumiyete katlanmak zorunda bırakılmamalıdır.

Devletin sunduğu kamu hizmetlerinden yararlanmada olduğu gibi, kamu hizmetine girmede de ehliyet ve liyakat gibi görevin gerektirdiği objektif şartlardan başka; herhangi bir din, dil, ırk, cinsiyet, siyasal görüş ya da felsefi inanç farkı gözetilmemesi; hem laik bir devletin tüm inanç ve ideoloji grupları karşısında tarafsız olma yükümlülüğünün, hem de demokrasi ve hukuk devleti ilkelerinin gereğidir.

Bu bağlamda memurun başı örtülü olarak kamu hizmeti görmesi, devletin belirli bir inanç kesiminin tarafı ya da yansıtıcısı anlamına gelmediği gibi, aksine kamu hizmetlerini düzenlerken kişilerin inanç ve ideolojilerine eşit mesafede durduğu ve aralarında ayırım gözetmediği anlamına gelir.

Kişilerin kamusal eşitlik, laiklik ya da tarafsızlık adına tek bir davranış kalıbına sokulması, başlarının açılmaya ya da kapatılmaya zorlanması; eşitliğin değil, aksine ayrımcılığın ifadesi haline dönüşmektedir.

    Türkiye'de devletin başörtüsüne yönelik negatif bakış açısı ve tutumu ile halkın geniş hoşgörüsü ve kabulü çerçevesinde oluşan sosyolojik destek tabanı arasındaki muazzam uçuruma rağmen kamuda başörtüsü yasağı halen devam ediyor.

Hukukî ve meşru bir temeli bulunmayan başörtüsü yasağı, doğrudan doğruya insanın kişiliğine ve haklarına bir saldırıdır ve özgürlüğünün ihlal edilmesi anlamına gelir.

Yapılan ihlal, insanın doğuştan sahip olduğu vazgeçilmez ve devredilemez haklarına yönelik olduğu için; zamanaşımına ve başka şartlara bakılmaksızın her durumda ve her dönemde cezalandırılması gereken bir insanlık suçu olarak değerlendirilmelidir.

Esasen çağdaş ve demokratik bir toplumda kılık kıyafet düzenlemesi gibi kişilerin bireysel hakları ve tercih özgürlükleriyle çelişen uygulamalara yer olmamalıdır.

Buna rağmen kamuda çalışanlar için söz konusu olabilecek bir kılık kıyafet düzenlemesinin; inancı ya da tercih özgürlüğü nedeniyle bir tek kişinin bile kamu istihdamı dışında kalmasına yol açmayacak şekilde yapılması gerekir.

Yasal ve idarî düzenlemeler ve bu çerçevede getirilecek kurallar, insanların ihtiyaçlarından doğarlar ve nihai amaçları toplumun huzur ve esenliğini sağlamaktır.

Bu bağlamda, getirilen düzenlemelerin toplumların köklü ve yaygın değerleri ve inanç yükümlülükleriyle çatışması durumunda yeniden ele alınıp değiştirilerek bunlarla uyumlu hale getirilmeleri uzun dönemde sürdürülebilir bir toplum düzeninin varlığı için kaçınılmazdır.
 

Bugünün Kürt sorunları - DIDIER BILLION


27 Temmuz 2013


Uzun yıllar boyunca Kürt sorunları hiçbir görünür gelişme olmaksızın dondurulmuş gibi kaldılar.

Bu blokaj hali birçok gözlemcinin Kürtlerin nüfus açısından devletsiz kalmış en büyük halk olduğunu belirtmesine olanak sağlamıştır.
20. yüzyıl içinde geçici Kürt devletleri kuruldu ancak büyük güçler arasında ittifakların değişmesi ve çoğu kez hoyrat olan baskıların kurbanı olarak kısa süreli oluşumlar olarak kaldılar. 

Kürtlerin onyıllar boyunca yineledikleri hata silahlı mücadeleye fazlasıyla değer vermeleri ve davalarında ilerleme sağlamak amacıyla siyasi ve diplomatik araçları kullanmada yetersiz kalmalarıdır. 

Bunun yanı sıra parçalanmış haldeki Kürt toplumlarının bünyesindeki aşiretsel ve feodal yapılar birleşik bir ulusal hissin oluşmasının önünde aşılması güç engeller oluşturdu. 

Bu açıdan bakıldığında Kürt milliyetçiler tarafından savunulan siyasi miti kırmak gerekiyor. Bu kişiler 1920 Sevr Antlaşması’nda yer alan Kürt devletinin oluşumuna yönelik sözlerini yerine getirmeyen büyük güçlerin ihanetine uğradıklarını iddia ederler. 

Oysa tarihsel gerçek ise bambaşkadır. Bölgenin geleceği hakkında görüşmelerde Kürtler çıkarlarını savunabilecek delegasyonları örgütlemede yetersiz kaldılar. Sevr Antlaşması’nı hazırlayan 1920 Şubat ve Mart aylarında Londra’da, ardından nisan ayında  San Remo’da gerçekleşen konferanslarda ‘Kürdistan’ hakkındaki bölümler boş bırakıldı. 

Kuzeyde sanal  Ermenistan kurma, güneyde Musul’da her türlü Osmanlı varlığını engelleme konusunda hassas olan Büyük Güçler antlaşmada Kürt sorununu ertelemeye ve antlaşmanın onaylanmasını izleyen altı ay içinde Kürtler için bir toprak ve özerklik belirlemeye karar verip Kürtleri antlaşmanın onaylanmasının ardından bir yıl içinde söz konusu topraklarda bağımsızlıklarını temin için Milletler Cemiyeti’ne başvurmaya davet ettiler. 

Sonuç olarak bu antlaşma hiçbir zaman yürürlüğe geçmedi ve Mustafa Kemal’in önderliğinde Türk ulusal hareketi 1920 yılı sonundan itibaren teorik olarak Kürtlere verilmiş olan topakları da denetim altına almıştı.

O günden bugüne onlarca yıl geçti ve Ortadoğu’nun jeopolitik yapısının parametreleri büyük değişimler yaşadı. 


Irak’ta özerklik eğilimi tedrici olarak gelişiyor. Aslında 2005 yılından bu yana Saddam Hüseyin sonrası Irak federal yapısı içinde yer alan bu topraklar ekonomik olarak gelişmeyi ve siyasi durumunu istikrara kavuşturmayı başardı. 

Kuşkusuz Bağdat merkezî yönetimiyle sürtüşmeler söz konusudur ancak Iraklı Kürt yöneticiler şimdiye kadar eğer gerçekleşirse Iraklı Araplarda haksızlığa uğramışlık hissini canlandırmaya ve ülkenin Kürt bölgesine karşı yeni şiddet olaylarının gerçekleşmesi riskine yol açacak olan bağımsızlığın lafını bile etmeme akıllılığını gösterdiler. 

Türkiye’de ise PKK tarafından 1984’ten beri sürdürülen terörist savaş şu son aylara kadar ülkede demokrasinin kökleşmesi için temel önemdeki sorunun siyasi çözümünü engelledi. 

AKP hükümeti ile PKK yöneticileri arasında devam eden süreç son derece önemli ama aynı oranda kırılgandır. 

Nihayet Suriye’de de Kürt sorunu daha yakın bir dönemde ortaya çıktı ve ülkeyi protestolar ve saran iç savaş ile birlikte gün yüzüne çıktı. 

Suriye Kürt hareketi, Irak Kürtleri himayesinde uzlaştırma çabalarının varlığına karşın derin bir biçimde bölünmüş haldedir. 

Bu arada Suriye Kürtlerinin süren iç savaşı Araplar arasında bir savaş olarak kabul edip bu savaşa olabildiğince az dahil olmaları ancak cihatçı gruplar Kürtlerin yaşadığı kentleri denetime almaya çalıştıklarında çatışmaya girmeleri de dikkat çekicidir. 

İran Kürt hareketi, Tahran yönetiminin sindirme amaçlı ağır baskıları sonunda son derece zayıfladı.

Kürt sorunları ülkeye göre değişerek varlığını sürdürmekte ve yakın gelecekte birleşik bir Kürt devletinin oluşumu muhtemel gözükmemektedir. 


Eğer birleşik bir Kürt devleti perspektifi mümkün değilse Kürtler için, içinde bulundukları devletler nezdinde kültürel ve siyasal hakları sorunu esastır. 

Bu çerçeveden bakıldığında çoklu aidiyetler (Kürt ve Iraklı olmak Kürt ve Türk olmak vs.) cesaretlendirilmeli ve savunulmalıdır. 

Kürt vakası bizi kimlik ve sadece etnik kritere indirgenemeyecek olan yurttaşlık politikalarının işleyişinde mekânın bir unsur ama sadece diğer başkalarının yanında bir unsur olduğunu gösteriyor.



*Paris Uluslararası ve Stratejik İlişkiler Enstitüsü Müdürü

Askersiz bir siyaset için iyi politika yapmalısınız / Marwa MazIad

26 Temmuz 2013


Seattle’daki Washington Üniversitesi’nde doktora öğrencisi ve İstanbul Şehir Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olan Marwa Maziad, bir süredir Türkiye ve Mısır’da asker-sivil ilişkileri üzerine çalışmalarını sürdürüyor.

Mısır’da yayımlanan Al-Masry Al-Youm gazetesinde köşe yazarlığı da yapan Marwa Maziad, yaşanan korkunç olaylara rağmen olup bitenlerin doğru analiz edilmesi gerektiğini söylüyor.

Darbelerin bahanesi olmaz elbette ama arkalarında yatan bir hikâyeleri olur. Maziad’a göre Mursî’nin düşmanları geçen Kasım ayındaki anayasa deklarasyonunu fırsat bilerek ona karşı birleştiler.

Buna karşılık Mursî ve partisi kapsayıcı bir siyaset geliştiremedi ve on yıldır hareketli olan sokağın alerjisini üzerine çekti. Şimdiki korku bir iç savaş. Maziad, buradan çıkışı yeniden toplumsal diyalogun kurulması ve İhvan’ın dünya standartlarında bir siyasi partiye dönüşmesine bağlıyor.


Mübarek’in Mısır’ı ile 2011 sonrasındaki Mısır’ın sosyal dokusunda ne gibi değişiklikler oldu?


25 Ocak 2011’de insanların neden Tahrir’de bir araya geldiğini anlamaya çalışanlar neler olup bittiğinin pek farkında değillerdi. Anlamak için bütün 2000’li yıllara bakmak gerekir. Tahrir’deki sloganları hatırlayalım: Ekmek, özgürlük, sosyal adalet ve insan onuru. Ekmek, ekonomik meseleleri simgeliyordu.

Buradaki ekonomik problem, Mısır’daki özelleştirmelerde insanların kendilerini dışlanmış hissettiği neo-liberal projelerdi. Özelleştirme ve neo-liberalizmle birlikte, toplumun seçkin bir bölümünün Mısır’ı “soyacağı” düşünülüyordu. Kağıt üstünde Mısır aslında iyi gidiyordu. Fakat sorun kaynakların dağıtımındaydı.

Çok ciddi oranda yozlaşma vardı. Tahrir’deki bir diğer slogan özgürlüktü. Özgürlük burada, politik anlamda kullanılıyor. Muhalefet karikatürize bir hâldeydi. Müslüman Kardeşler (MK) mesela o zamanlar en önemli muhalefetti.

Ancak onlar da Mübarek’le anlaşma yapmak durumundaydılar. 25 Ocak’a katılmayı MK reddetmişti. Rejimle bir anlaşmaları vardı. Siyasî davranıyorlardı. Ancak başarıya ulaşılacağını görünce katıldılar. Maalesef, birçok Mısırlı MK’nın devrime başından beri destek vermediğini asla unutmadı.

Hatta Mısırlılar, onları devrimin üzerine atlamakla ve seçimleri kazandıktan sonra demokratik olmayan biçimde bir yönetim getirmekle suçladı.

Tahrir’deki sosyal adalet konusu da yine ekonomik anlamda dağılımla ilgiliydi. Evet gelişen bir ülkeydik ama birazcık refah devleti, birazcık fırsat eşitliği aranıyordu. Mısır’ın Nasır’a uzanan bir sosyalist geçmişi var.

Buradan açık kapı politikasına geçilirken, Enver Sedat döneminde, önemli dönüşümler yaşanmıştı. Nasır’ın sosyalizminden kısa süre sonra, Sedat, 1970’lerde açık kapı politikasına geçiş yaptı. Böyle bir geçiş yozlaşmaya bulaştı ve sosyal adaletten iyice uzaklaşıldı.

Burası Türkiye’yle Mısır’ın tarihi arasındaki önemli bir farktır. Türkiye’de hiçbir zaman o derece bir sosyalizm ya da devlet-merkezli ekonomi yaşanmadı. Evet, bazı örnekleri görülebilir. Ama genelde özel sektörle bir barış ve uyum görülebilir. Mısır’da bu hileli bir yol gibi görülür.

Çok para kazanan herkese hırsız gözüyle bakılırdı. Tahrir’de sosyal adalet dışında bir de insan onuru meselesi vardı.

Bu da öncelikli olarak polis devleti ile ilgiliydi. Mısır, Mübarek yönetimi altında giderek otoriter bir devlete dönüştü. Mısır, Nasır’dan bugüne, 60 yıl boyunca askerî bir devlette yaşadı demek o kadar da kolay değil. Daha spesifik olarak söylersek, 1967’deki yenilgiden ve 1973’teki zafer için profesyonelleştirilen ordudan beridir Mısır askerî bir devlet değil.

Bunun yerine olan bir polis devletine dönüşümdür. Mısır, Sedat döneminde dönüştü. Ve Mübarek’le birlikte bir polis devletine dönüştü. Polisle halk sürekli karşı karşıya geldi ve bu ciddi bir baskı aracına dönüştü. 2011’e geldiğimizde, ironik olan şey, 25 Ocak tarihinin “polis günü” olmasıydı.

Bütün insanlar bir araya gelip, “Bugün polis günü, hadi kendi meşrebimizce kutlayalım” diyecekti. Ve bu bir günlük protesto olacaktı. İnsanlar evlerine dönecekti sonra. Çok önceden planlanmıştı. Medya biliyordu, sosyal medyada konuşuluyordu.

2000’li yıllar boyunca bu sosyal hareketlilik güçlenmişti. İnsanlar Mübarek’in oğlunu yerine hazırladığını görüyordu. 2004-5’te “Kifaye” (Yeter) isimli bir hareket vardı. 2008’de işçiler özelleştirmeye ve işçi haklarına karşı ayaklanmışlardı ve bu gençler arasında yayıldı.

2000’lerde başka sosyal hareketlilikler de var. Mesela 2003’te ABD’nin Irak Savaşı’na karşı da gösteriler oldu. Bütün bu mobilizasyon insanların “Ülkeyle ilgili bir şeyler yanlış” dediği noktaya kadar vardı. Buna bir de insanların etrafında toplanabileceği önemli bir figür eklendi: Halid Said.

Bu genç adam, orta sınıftandı. Bir “çapulcu” değildi. 27 yaşındaydı ve polis tarafından yanlış suçlamalarla gözaltına alınıp işkence altında öldü. Bu da, Mısır’daki sosyal aktivistlerin Mısır’daki orta sınıfa dönüp “Sırada siz varsınız!” demesini sağladı.

Sonra Tunus’ta gerçekleşen olaylar, “Biz de yapabiliriz” duygusunu yaydı. Ama 25 Ocak’taki gösteri, Tunus’tan önce planlanmıştı. “Polis günü” bir şekilde dışarı çıkıp polisi eleştirme gününe dönüşecekti. Aslında gün boyunca polis hiçbir şey yapmadı.

Şiddet yoktu, karşı karşıya gelme yoktu. Barış içindeydi. Kalabalığın bir kısmı evine gittikten sonra kalanlar hükümetin orada atılan sloganlara cevabını görmek için bekledi. İşte bunlar vahşi bir biçimde saldırıya uğradılar. Sonra kalabalıkla birlikte talepler de büyüdü.

25 Ocak 2011’in öncesi ve sonrasındaki sosyal dokuyu anlayabilmek için, öncelikle Mısırlıların sosyal ve politik anlamda çok köklü değişim istediğini bilmek gerekir.

Maalesef, haklarını ve eşitliği koruyacak gerçek bir demokrasiye erişebilme umuduyla ve sandıktan çıkacak prosedürel bir demokrasiyle yetinmemek adına devrimin çoklu dalgalarını yaşamak zorunda kaldılar.

Mısırlılar, sarsıntılı zeminlerden korunmak için “devrim mantığı” içinde hareket ediyorlar. Dünyanın bunu anlaması gerekir çünkü Mısırlılar için başka bir yol yok.

Bugün düşününce, burada ABD’nin çıkarı olduğunu söyleyebiliriz. Aslında Mübarek, ABD için bir müttefikti ve müttefiklerinizin böyle gitmesini istemezsiniz. Ama bölgede otoriter rejimlerin ömrünün sona yaklaştığı da görüldü.

Ve bunun yerini 2000’ler boyunca ABD’deki üniversitelerde ve think tank’lerde konuşulan “ılımlı İslamcılar”ın alacağı düşünülüyordu. Türkiye bunun için bir “model” hâline geldi. 2002’de iktidar olan AK Parti bu açıdan hayli iyi bir örnekti. Ekonomi iyi gidiyordu, neo-liberal politikalarla uyum sağlanmıştı. Fakat önemli bir fark var ki, MK, AK Parti değildi.


MK’le AK Parti arasında nasıl farklar var?


Tekrar 2011’e dönersek, olaylar sona erip askerî konsey yönetimi ele aldığında kimse bunun bir “darbe” olduğunu düşünmedi. 2012’de konseye karşı tekrar gösteriler olmaya başladı ve seçimleri hızlandırma çağrısı yapıldı.

Bir anayasa yazmadan önce seçimlerin yapılması için zorlayan da tabi ki MK’di. 2011’de, Tahrir’de çok sayıda grup bir araya gelmişti ve buradaki siyaseti şekillendiren de bu grupların varlığıydı. Askerî konseye karşı gösterilerde ise MK halkı örgütledi ve hemen seçim olması gerektiğini savundu.

Ve Mısır’da bir tartışma başladı: Önce bir anayasa mı yazmalıyız, yoksa nasıl bir anayasa yazacağını ve kendine nasıl güçler bahşedeceğini bilemediğimiz bir lider mi seçmeliyiz? Burada bir analoji yapayım: Türkler nasıl ki askerî darbelere karşı alerjik ve tepkililer, biz Mısırlılar da otoriteryanizme karşı alerjik ve tepkiliyiz.

Yönetici devletin bütün aygıtlarını kendi çıkarı için kullanabilir. Haliyle anayasa yazmadan önce seçime gitme fikri ciddi bir ayrışmaya sebep oldu. MK ise kazanabilecekleri bir seçimi öncelemeyi tercih etti.

Ancak buradaki hesap yanlıştı. İhvan’ın, kendisini bir siyasi partiye dönüştürmeye çalıştığı varsayılıyordu. Ancak eğer bir siyasi partiye dönüşecekse İhvan’ın resimden çıkması gerekiyordu. Çünkü siyasi partilere herkes katılabilir, tüzük herkes için aynı şekilde uygulanır vs. Bu açıdan AK Parti bir modeldir. İhvan’ın bir siyasi partiye dönüştüğü hususunda Mısır toplumunu ikna edememesiyle karşı karşıyayız.

Hatırlayalım, diğer aday Ahmet Şefik askerî kökenli olduğu için liberaller, devrimciler, sosyal hareketler Mursi’yi desteklemişti. Çok çeşitli bir topluluğun bir araya gelmesi önce Tahrir’de, ardından seçimlerde Mursi’nin başarmasının yolunu açtı.

Seçilmesinden Kasım 2012’ye kadar da halk kendisini destekliyordu. Ama Kasım’da anayasayla ilgili deklarasyonu yayınladığında, en yakınındaki danışmanları bile habersizdi bundan. Hiç kimseye danışmamıştı, fikirleri tamamen İhvan’dan almıştı.

AK Parti ile MK’i karşılaştırdığımızda AK Parti’nin yaptıklarının neredeyse hiçbirini bulamıyoruz. Türkiye’deki hükümete mesajım şu olabilir: AK Parti’nin kendini, başarısız ve yara almış bir MK markası ile özdeşleştirmeleri yanlış. Çünkü çok farklılar.

Bence her iki ülke, tarihleriyle ilgili kendi hassasiyetlerine sahip ve bu yüzden birbirini anlamakta zorluk çekebilir. Mısır’da bugün yaşanan gösteriler, devrimin üçüncü dalgası gibi algılanıyor. İlki 2011’de Tahrir’de başlayandı ve ikincisi Askerî Konsey’e yönelik olanıydı. Bu da MK’e karşı üçüncü dalga oldu. Çünkü “demokratik olmadıklarını” ve “dışlayıcı” olduklarını kanıtladılar, seçimle iş başına geldikleri halde.


Bir yıl bunun için çok kısa bir zaman değil mi?


Bu, MK’in bütün pozisyonları kapatmak için çok hızlı hareket etmelerinden kaynaklanıyordu. MK çok “dışlayıcı,” bir görünüm verdi. Yani kendi grupları ve partileri dışındakilere sosyal ve ekonomik imkânları kullandırma eğiliminde değillerdi. Bir başkan ve bir parti olduğunu, kendilerinin siyasetle bu kadar doğrudan uğraşmayacaklarını seslendirmeleri gerekirdi. İnsanları bu konuda ikna edemediler.


Mursi, son konuşmasında iktidarını paylaşmayı önermişti…


Ama bu çok geçti. Kasım’a dönmek gerekir. Anayasayla ilgili deklarasyon herkesi şok etti. Çünkü Mursi, MK’in yazdığı anayasayı uzlaşma olmadan geçirmek için kendini yasanın ve mahkemenin üzerine koyuyordu.

O zaman Mursi’ye soldan ve liberallerden danışmanları vardı. Ama bu konuda sahip olduğu danışmanların hiçbirine sormadı. Böylece herkes gemiyi terk etti. Mursi, MK karşısında çok zayıftı. Siyasette her zaman lobi grupları olur. Ve onları hoş tutmak zorundasındır.

Fakat bunu ayrıcalıklı olarak yapmazsın. MK bir çıkar grubudur ve Mürşid bir talepte bulunabilir, burada politik kabiliyet bu talebi siyaseten makul hale getirmek ve açıkça siyaset yapmaktır. Mursi bunu yapmakta başarısız oldu. Böylece diğer bütün aktörler ona karşı bir araya geldi.

Mursi’nin problemi, bütün Mısırlılar için bir başkan gibi davranmamasıydı. Kendini MK’den ayıramadı. Mürşid Muhammed Bedii’nin bir müridi gibi davrandı. Mısırlılar da buna karşı ayaklanıp, “Pardon, biz mürşidi ya da İhvan’ı seçmedik.” dediler.

Bir yıl çok kısa bir süre değil mi diye sormuştunuz. Mısır’la Türkiye’yi ayrıştırmamız lazım burada. MK şiddetle anılan bir geçmişe sahip ve 1928’deki kuruluşundan bu yana başbakanları öldürdü. Nasır’a yönelik bir suikast girişiminde başarısız olunca hareketin neredeyse tamamı hapse atıldı.

1950’lerden sonra sadece şiddeti kullanmayacaklarını söylediler. 1980’lere geldiğimizde, Enver Sedat’a suikast yaptılar. 1990’larda terörist gruplar vardı, cihatçılar vardı. Demek istediğim şu ki, MK şiddetle çok ilişkilendirildi. Şiddetle oyun oynayamazsınız. MK’nın sözcüleri bu söylemden vazgeçmediler. Bu da sivil halkı korkutuyor. İnsanlar, tarihinde şiddet olan bir topluluktan korkuyorlar haliyle.

Elbette burada bir başka önemli mesele de, Suriye’deki enkaz ve Mısır’ın burada nasıl bir pozisyon alacağıyla ilgiliydi. Paralı cihatçıları destekleyen Mısır, ordunun Mısır’ı değil. Tunus’tan, Libya’dan gelen, Hamas’ın desteklediği paralı askerlerden bahsediyoruz.

Mısır ordusu bunu Sina’da biraz tolere etti ancak daha sonra Mısır’ın bu şekilde pozisyon almasının ciddi ulusal güvenlik tehlikeleri barındırdığını düşündü. Bu da, neden Mursi’nin görev süresini tamamlamasının beklenmediğinin bir başka boyutu. Mısır’da ise bu devletin varlığıyla ilgili bir durumdu.


Mübarek’in polis gücünü kullandığını söylemiştiniz. Polis güçleri şu an kimden yana peki?


Mübarek hakkında biraz düşünelim: Mübarek bir diktatör değil, otoriterdi. Yasaları kurgular, bunu üyelerini kendi eliyle seçtiği parlamentodan geçirirdi. İş adamlarıyla anlaşmalar yapardı. Yani iş dünyasıyla, muhalefetle, medyayla ve yargıyla kendi ittifaklarını kurardı.

Bütün bunları yönetirdi. Asla gelip de “Ben karar verdim, asker benim elimde” demedi. Bu şekilde yönetemezdi. O yüzden insanlar, Saddam’la Esed’in Baas partileriyle ilişkilerini Mübarek’le karıştırıyorlar. Mübarek bütün bu sivil ittifaklarla askere karşı bir güç oluşturuyordu.

Mısır’da polisin tarihine bakarsak, Mübarek döneminde sadakatleri Mübarek’eydi. Ve askerde hiç kimse Mübarek’e karşı bir darbe girişimi düşünmüyordu bile. Çünkü Mübarek kendisini polisle koruyordu.

Ayrıca Mübarek askeri “temsil” ediyordu, demek de çok doğru olmaz. Kendi gücü vardı, kendi polisi ve partisi vardı. Aslında asker, Mübarek’in oğlu Cemal Mübarek’le yarışıyordu. Mübarek, yerine oğlunu hazırlıyordu ve asker bu projeyi sevmiyordu.

Tantawi, bundan hoşnut değildi. Mübarek, her şeyi kontrol ediyordu ve asker de onun otoritesine saygı gösteriyordu. Mübarek aslında polisi güçlendirmişti. Ama şimdi bu dengeler değişiyor. Şimdi polis güçleri, devleti değil vatandaşı korumak ve düzeni sağlamak adına gerçekten sivil bir yapı olmak için ciddi bir reforma ihtiyaç duyuyor.


Mısır’da ordu siyasette çok güçlü görünüyor. Ordunun kışlasına dönme ihtimali var mı yakın gelecekte?


11 Şubat’ta Mübarek şöyle demişti: “Pozisyonumu bırakıyorum ve iktidarı askeri konseye devrediyorum.” Kimse bunu eleştirmedi. Herkes bunu bir “devrim” gibi algıladı. Çünkü baskıyı gören kişi, Mübarek, istifa etti ve gücünü devretti.

Ve askeri konsey hükümet ediyordu. Seçilmemişti, atanmıştı. Bu da başarısızlığa uğradı. Asker yönetici sınıf olamazdı. Ve insanlar buna karşı da isyan etti, sonucunda seçimler oldu, Mursi seçildi. Şimdi insanlar yeniden erken seçim istiyorlardı ve Mursi, gücü elinde tutmayı sürdürdü.

Bunu yapınca, ona karşı olan ayaklanmış insanlar orduyu çağırdı. Ancak şimdi ordu yönetmiyor. Çünkü önceki durumdan ders çıkardı. Türkiye’nin 1980 darbesinde askerlerin üç yıl yönetimde kalması gibi değil, 1997’deki müdahale gibi oldu bu.

Şimdi erken seçimlere gideceğiz. Bence ordu aşama aşama iktidarı devredecek. Mısır’da bazı yorumcular şimdi, Mursi’den kurtulup yerine kendi çıkarları olan bir orduyu getirmek istemiyoruz demeye başladı. Orduya karşı eleştiriler olacak yine.

Bir şekilde bir denge oluşacak. Bu askeri müdahalenin arkasında bütün politikacıların başarısızlığı var. Orduyu denklemin dışında tutmak için gerçek politikacı olmanız gerekir. Yani, muhalefetle anlaşmanız lazım ki, size karşı orduyu göreve çağırmasınlar. Fakat Mısır’da siyaseti yönetememek, hem iktidar hem de muhalefetin başarısızlığı, orduya bu fırsatı verdi.


Tabi bu arada The New York Times’ın haberlerine bakarsak, ordu da Mursi hükümetinin işlerini zorlaştırmak için ekonominin kötü gitmesine yol açacak komplolar yapmış...


Evet, bütün karşıt gruplar bir araya geldi. Ama soru şu: Onlar bir araya gelirken siz ne yapıyordunuz? Cevap, partinin içinde. Diğerlerinde değil. Çünkü açıkçası her yerde düşmanlarınız olacaktır.

Komplo kurup size karşı bir araya gelmeye çalışacaklar her zaman. Başarınız ya da başarısızlığınız, bunu farkedecek bir politikacı olup olmamanıza bağlı. Ayrıca Kasım’daki anayasa deklarasyonundan sonra herkes, Haziran’daki yıl dönümünde bir araya gelineceğini söylüyordu.

5 ay boyunca bunun olacağı biliniyordu. Bu, gizli gizli kurgulanmış bir müdahale bile değil, hayli açık bir mücadele. Mursi, bütün bunların bir kurbanı mı? Evet, bir kurban. Ama Mursi, kendi davranışlarının ve MK’nın davranışlarının da bir kurbanı.


İhvan’a ne olacak bundan sonra?


Eğer bir siyasi partiye dönüşürlerse devam edebileceklerdir. Ama bu fırsat kaçırılmış gibi görünüyor. Bundan sonra İhvan’ın politik partiye dönüşme meselesi devlet ve toplum tarafından daha çok tartışılacak. Çünkü negatif bir his oluştu onlara karşı.

Maalesef bu durum başlangıçtaki “dava”çabalarını da yaraladı. Böylece hem siyasi arenada hem de dava cephesinde kredilerini kaybettiler. Örgüt içinde bir kırılma yaşayacağız.

Genç nesiller, ya sadece “dava”nın peşinden gidecekler ya da liderlerin başarısız olduğu siyasi parti olma yolunu seçecekler ve böylece belki de “AK Parti”, Erbakan-Erdoğan değişimi doğacak.


Gençler bunu yapabilirler mi?


Evet, Rabia meydanına baktığımızda o gençleri görebiliyoruz. Gençler arasında şimdi bazı, belki çok fazla ya da yeterli değil ama, sesler var. Bazıları, bu yaşananlardan ders çıkarıyor ve yenilenmeye yöneliyorlar. Fakat liderler buna karşı çıkıyor.

Eğer MK değişimi kabul ederse toplum tarafından da kabullenilecektir. Ve bu durum bana Erbakan-Erdoğan karşılaşmasını hatırlatıyor. Erbakan da bundan memnun değildi elbette. Toplum içinde bir çeşit uzlaşma yaşamamız lazım.

Mesela MK’dan bazı insanların “iyi” olabileceğini söylerseniz, bazı liberaller tarafından karakter suikastine uğramanız mümkün. Kutuplaşma, ultra-milliyetçi bir sese dönüştürüyor. Kutuplaşmadan daha kötü ne olabilir diye düşünüyorum ve sanırım bu tek bir tarafın kazandığı durum olurdu.


Peki Mısır’daki bu kutuplaşma nereye gider?


Ben aslında iyimserim. Bu, Mısır’ın dengeyi bulmak adına yaşadığı bir dalga. Mısır, kolonize etmeye çalışanların mezarıdır. Ne zaman gelip Mısır’da yönetim kurabileceğini düşünen olmuşsa, bir müddet kalmış sonra kovulmuştur.

İşte problem şu ki, Mısırlılar bir an MK’nın da kolonyal bir güç gibi davranmaya başladığını düşündü. Çünkü MK’nın sadakati, uluslararası bir organizasyonaydı. Maalesef birçok Mısırlı onları Mısır’a değil, küresel kapitale sadık gibi algıladı.

Çok hızlı bir şekilde uluslararası anlaşmalarda yer almaya başladı, çok hızlı bir şekilde seçkin bir kitle oluştu, bunları bir hayli yavaş yapmanız gerekir ki hayatta kalasınız. Problem buydu. Onları suçlamak için değil, analitik olarak neden insanlar MK’ya karşı bir araya geldi sorusunun cevabı için bütün bu anlattıklarım.


Mısır’da bir iç savaş tehlikesi görüyor musunuz?


Maalesef bunların işaretlerini görüyoruz. Al-Masry Al-Youm’daki köşemde 30 Haziran’dan önce bunları yazmıştım. Bu, iki taraflı iktidar kavgası yüzünden siyasetin iptal edilmesiyle oluyor. Şimdi Mısırlılar, Suriye senaryosunu engelliyorlar.

Bu sebeple, MK’in liderleri yeni gerçekliğe tepki verip sorumluluk göstermeliler ve tüm Mısır’da terörist olarak anılmaktan kaçınmalılar. Kan dökülmesini engellemek üzere takipçilerine sokaktan çekilmelerini söylemeliler. Böylece genç İhvan üyeleriyle uzlaşma çabaları başlayacaktır.

Genç İhvan, liderlerinin boyunduruğu altında kalmayıp seçimlere katılmalı ve yeni partiler kurabilmeli. Sadece şiddete bulaştıkları kesin olan liderler yargılanmalı, bütün üyeler değil.

Hiçbir şart sunmadan toplumun geri kalanıyla diyalog kurmak durumundalar, çünkü kendilerine karşı olan toplumun geri kalanına ve bütün siyasi aktörlere karşı direnemezler.

Ancak o zaman, ayrımcılık ve dışlayıcılık değil eşitlik ve haklara dayalı gerçek bir demokrasi için açık bir yol belirebilir.

Nur’larla İlahi Dergâh’ın kapısında...



28 Temmuz 2013


Evde oturuyorsunuz. Kapınız çalınıyor kısa aralıklarla. 

Açmayı düşünmediğiniz biri olabilir. Açmıyorsunuz. Kapı çalınmaya devam ediyor. Kısa aralıklarla… Tık tık tık…

İstemediğiniz hatta kovduğunuz biri olabilir. Yine açmayı düşünmüyorsunuz.
Tık tık tık devam ediyor.

Sizin reddiyeleriniz kapının tıktıklarıyla yarışıyor. Ve nihayet siz kapıyı açıyorsunuz. Açmama ihtimali yok.

Dayanamayıp açacaksınız o kapıyı… Ve biz, günahlarımızla Allah’ın dergâhından kendini kovdurmuş olanlar… Gıybetle uzaklaşmış, harama nazarla itilmişler…

Gafletle gözlerini kaybetmiş, aşkı mecazilerle kalbini bit pazarında satmışlar… Çaresiziz. Ne; görüyoruz ki talep edelim, ne; talep ediyoruz ki görebilelim.

Kısır bir döngüye kapılmış yuvarlanıp gidiyoruz. Bir tılsım gerek… Sihirli bir sözcük, bir şifre… Bu kısır döngüyü çözecek bir ‘amel’, bu çaresizlikten kurtaracak bir ‘say’.

İşte bazımız için ‘Risale-i nur’suzluğun birkaç kuru cümlede tasviri. Ama doğrusu da bu. Risale-i Nur’u bir bilgi kaynağı olarak düşünenler çıkar.

Yanlış değil ama eksik. Risale-i Nur’a iman hakikatlerini delillendiren bir rasyonalite diyenler olur… Allah’ın varlığını ispatlayan bir mantık eseri olarak düşünenler çıkar.

Bunlar yanlış değil ama eksik.

Risale-i Nur ‘marifetullah’ın alfabesini öğretir. O, ‘Allah bilgisi’nin anahtarıdır. Onu okuyanlar okudukları sürece Nezd-i İlahi’nin kapısını farkında olmasalar da ‘tıktık’larlar.

Siz bir araya gelmiş kitap okuyanlar, nur haleleri görürsünüz. Nurları okurlar. Yalnız veya beraberce. Oysa göz yanılır, görünen sadece bir kışırdır.

O resmin hakikati, o görüntünün doğrusu; onların ümitle ve sabırla kol kola girerek İlahi Dergâh’ın kapısını çalıyor olduklarıdır.

Tıpkı şairin cama vuran yağmur taneciklerini anlattığı gibi: “küçük muttarit muhteriz darbeler, saçaklarda camlarda pür ihtizaz.” 

Tık tık tık… Sizin her sayfa çevirişiniz o kapının tokmağına bir tıklamadır. Tabii bu ‘ilmî ve nazarî’ takılanların anlayamayacağı ‘halî ve vicdânî’ bir bakış açısı.

Siz hangi günahla o kapıya varırsanız varın elinizde Risale-i Nur varsa, ümitle onu solukluyorsanız, okuyorsanız o kapı size açılacaktır.

Sizin okuduklarınızı anlamanız değil, o satırları telaffuzunuzdur önemli olan. Şimdilik o nazlı, efsunlu satırları anlamayabilirsiniz. Onları yakalayamayabilirsiniz. Bu değil önemli olan; o satırların sizin elinizden tutmasıdır asıl önemli olan.

Sabırla o kapıyı ‘tıktık’layanlar O kapıda beklerken en muhteşem mantık kaidelerini bir anda heybelerinde bulur.

Bu mantık kaideleri dünyaya bakışı aydınlatır, feraseti gerçek bir ‘mü’min’ formatına eriştirir. İnsan ve varlık gizemi perde perde aralanır.

Önünüz aydınlıkken o aydınlığa karanlık dedirtecek bir başka ışık tufanıyla gözleriniz kamaşır. Binlerce cilt kitaptan derleyemeyeceğiniz ihlâs düsturlarını üç-beş sayfadan avuçlarsınız.

‘Ene’ nedir bilip, oradan ‘marifetullah’a yollanırsınız. Bu bekleyişinizde nefsinizi bilecek, şeytanı sezecek ve onun kan damarlarınızda seyahatini fark edip ürperebilirsiniz.

Ve tüm bu ilim ve akidenin, Risale-i Nur’la kapısını çaldığınız İlahi Dergâh’ın size açılışının ‘kabul sesi ödülcüğü’ olduğunu tebessümle gözleyeceksiniz.

Yani bu bilgi ve görgü o ‘kapı’ sonrası erişeceklerinizin yalnızca -tabiri caizse- ‘bonus’u…

Efendimiz (sas), şöyle bir vak’a anlatır:

Bir kimse çöl gibi bir yerde bulunuyor. Beraberinde devesi vardır. Devesinin üzerinde de yiyecek ve içeceği. Derken uyur. Uyandığında bir de bakar ki, devesi gitmiş.

Çaresizlik ve korkuyla devesini aramaya koyulur. Bir türlü bulamaz. Açlıktan ve susuzluktan perişan bir vaziyette iken ümitsizlik içinde uyuyakalır, bir ara uyanır.

Bakar ki, devesi yanı başında duruyor. Bütün azığı, yiyeceği ve içeceği de devenin üzerinde. Sevinçten ne diyeceğinizi bilemez, dili dolaşır…

İşte Allah, mü’min kulunun tövbe ve istiğfarından çölde kaybettiği devesini bulan kimsenin sevincinden çok daha fazla sürûr ve lezzet alır.

Bizim kayıp binek ve azığımız Allah’ı bilmek, O’na ihsan şuuruyla inanmak ve ‘mü’min’ basiret ve ferasetiyle dünyayı değerlendirmektir.

Bunları kaybetme sarhoşluğundan sıyrılabilsek, derin uykumuzdan biraz silkinebilsek, İlahi Dergâh’ın anahtar ve şifrelerinin ‘Sözler’ halinde birer pass‘word’ olarak hemen yanı başımızda Risale-i Nur halinde tecelli ettiğini göreceğiz.

Sözün en güzeli Fasıldan Fasıla müellifinden:

“Risaleler, geleceği şerheden ve hatta bu daire içinde yetişecek büyük velilere, mürşidlere, ebrara, mukarrabîne rehberlik yapacak tertemiz bir kaynak olmasına rağmen bazıları için hiçbir değer ifade etmemekte…

Risale-i Nur’dan herkes kendi seviyesine göre istifade eder. Kimisi onun sayfaları arasında yüzer-gezer, kimisi de satır aralarından Allah’ın marifetine giden bin-bir yol bulur ve oralarda seyahat eder.

Fakat şunu da ifade edelim, ‘marifetullah’ın asgarî seviyesine ulaşmış bir insan azamî zühd, azamî takva, azamî ihlâs ve azamî velayeti hedef edinerek yoluna devam ettiği müddetçe gerçek marifetin sağanak sağanak yağmur damlaları halinde yağması gibi bir lütufa mazhar olabilir.”

*Zaman Gazetesi Genel Yayın Editörü

Anakronizm Nedir?

Anakronizm, herhangi bir olay ya da varlığın içinde bulunduğu zaman dilimi (dönem) ile kronolojik açıdan uyumsuz olması. Özellikle edebiyat ve sanatta genellikle eserin geçtiği tarihi döneme ait olmayan varlıkları ve uygulamaları belirtmek için kullanılır.

Yunanca kökenli olan kavram Türkçeye Fransızca anachronisme sözcüğünden geçmiştir.[1]
Köşe yazarı Emre Aköz, herhangi bir şeyin, kasıtlı veya kasıtsız olarak, başka bir tarihe taşınması demek olan ve bilgi hatalarından çok, dönemler arasındaki zıplamalar anlamına gelen Yunanca kökenli "Anakronizm" sözcüğüne Türkçe bir karşılık bulabilmek için okuyucuları arasında bir soruşturma başlatmış, bu arada kendisi de "zaman-bozum" (zaman bozan) sözcüğünü önermişti[2].

Sinemadan örnekler

  • 1987 yapımı Alex Cox filmi Walker'ın konusu 1850'lerde geçmesine rağmen filmin çekildiği yıllarda Nikaragua'da yaşanan benzer olaylara dikkat çekmek için bilerek anakronizme başvurulmuştu. Acid Western türündeki bu filmde 1850'lerin dekorunda zaman zaman görüntüye o yıllarda olmaması gereken Marlboro sigarası paketi, Coca Cola şişesi, Zippo çakmak, Newsweek dergisi vb girer, hatta birdenbire bir Mercedes otomobil ve helikopter ortaya çıkıverir.

  • 1999 Türkiye yapımı tarihsel parodi filmi Kahpe Bizans'ta taraflar bir kalenin burcunda kılıçlarla kıyasıya bir mücadele içindeyken üzerlerinden uçak geçer. Oysa uçak Doğu Roma'nın çöküşünden yüzlerce yıl sonra icat edilmiştir. Yine bilerek başvurulan bu anakronizm mizah amaçlıdır.

  • Don Siegel'ın Türkiye'de El Torida adıyla gösterilen "Two Mules for Sister Sara" adlı 1971 yapımı filminde Clint Eastwood'un bolca kullandığı bir patlayıcı olan dinamit, filmin konusunun geçtiği yıllarda (1861-1866) henüz kullanıma sunulmamıştı. İsveçli kimyager Alfred Nobel dinamiti 1866'da icat etmiş, 1867'de de patentini almıştı. Filmde dinamitin adı da zikrediliyordu. Oysa isim patenti de buluş patentiyle aynı anda alınmıştı.

 

Televizyondan örnekler

 

  • TV dizisi Muhteşem Yüzyıl'da olaylar 1520 ilâ 1566 yılları arasında geçmesine rağmen çok daha sonraki yıllara ait nesneler ve coğrafi adlara yer verilmiştir. Örneğin Pargalı İbrahim Paşa birçok sahnede masa başında çalışırken gösterilmiştir. Oysa Osmanlı Sarayı’na masanın girmesi Abdülmecid’in (1823-1861) saltanatına rastlar[3]. Sarayın mutfağında aşçı yamağı domates doğrarken gösterilmiştir. Oysa anavatanı Güney ve Orta Amerika olan bu meyve Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfinden sonra Avrupa'da tanınmış ve yetiştirilmeye başlamıştır. Domatesin Osmanlı topraklarına girişi ise 1835’ten sonradır[3]. Ayrıca, daha eski dönemlerdeki isimleri Karaamid, Amidiye veya Diyar-ı Bekir olan Diyarbakır'dan Muhteşem Yüzyıl'da "Diyarbakır" diye bahsedilmiştir[4], Kanuni Sultan Süleyman’ın Şehzade Mehmet’i ziyaret için gittiği Manisa Sarayı’nda yerlerde parke olduğu görülmüştür[5]. Oysa parke (parquet de menuiserie) ilk kez 1684'te Versailles Sarayı'nda ortaya çıkmıştır.

 

Resim sanatından örnekler

 


  • 19. yüzyılda yaşamış Romen ressam Constantin Lecca'nın 1506'daki bir olayı resmeden "Moldavyalılar ve Muntenyalılar kardeş oluyorlar" adlı tablosunda görülen bayraklar 19. yüzyılda ortaya çıkmışlardı.


Cesare Gennari'nin Klasik Yunan mitolojisinde yer alan Orfe söylencesiyle ilgili tablosunda bir keman resmedilmiştir. Oysa Keman 16. yüzyıldan önce yoktu.



Leonardo da Vinci'nin 1498 tarihli Son Akşam Yemeği adlı tablosunda İsa ve havarileri o tarihte ve o yerde bulunmaması gereken portakal yerken resmedilmişlerdir.
Constantin Lecca'nın 1506'daki bir olayı resmeden "Moldavyalılar ve Muntenyalılar kardeş oluyorlar" adlı tablosunda görülen bayraklar 16. yüzyılda yoklardı, çok sonra 19. yüzyılda ortaya çıkmışlardır.


26 Temmuz 2013 Cuma

ALEGORİ Nedir



-    - isim, edebiyat fransızca allégorie

"Bir görüntü, bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi kavranmasını sağlamak için göz önünde canlandırıp dile getirme."

-          Belli bir kavram düşünce yada ahlak katogorisinin kişileştirme yoluyla canlandırmak, algoriyi simgeden ayırmak gerekir, çünkü simge kişisel de özeti verirken alagort genelde özeti verir; alagoride tüm ayrıntılar imgesel bütünlük içindedir.

-         İçindeki karakter ve olayların gerçek hayattan bir takım karakterleri ve olayları temsil ettiği hikaye, resim vs. türü.

Mecaz (değişmece), teşhis (benzetme) ve istiare (eğretileme) sanatları alegorinin temelini oluşturur.
Alegoride anlatılanlardan çıkarılan ilk ve açık anlamın dışında okuyucunun sezgi yoluyla yorumlayarak bulabileceği gizli anlamlar vardır. Alegorik anlatımların olduğu metinlerde genellikle kişiler ya kusurları ya da erdemleri temsil eder.

-          Bir şeyin, başka bir şey aracılığıyla betimlenmesi, anlatılması. Alegori genellikle eğitici amaçlı bir edebiyat türü olarak kullanılmaktadır ve gelişmiş bir mecaz anlayışı barındırır. Ortaçağ alegorilerinde genellikle hayvan karakterleri rol alırdı.

İnsan yaşamına ve davranışlarına yönelik anlatımlarda sembolik karakterler ve ifadeler kullanılması. Bir görüntü, bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi kavranmasını sağlamak için göz önünde canlandırıp dile getirme.

Bir fikrin, davranışın eylemin, duygunun, bir kavramın ya da bir nesnenin simgelerle, sembollerle ifade edilmesi.  Os. İstiare-i Temsiliyye. Bu tarzdaki eserlere de “alegorik” denir.

Alegori, bir düşüncenin Canlı bir varlık olarak anlatılması. Soyut bir düşünceyi heykel ya da resim ile göstermek, örneğin adalet düşüncesinin gözü bağlı ve elinde terazi bulunan bir kadınla ( Themis ) anlatılması gibi.

Edebiyat, resim, sinema, Tiyatro gibi alanlarda soyut bir kavramın açıklık kazanması, daha iyi anlaşılması için başka bir varlık ya da nesneyle anlatılması, kişileştirilmesi, bir nesneye, varlığı olan bir şeye dönüştürülmesi. Yunancadaki “allos” ve “agoreuein” terimlerinden oluşmuştur.

Örneğin, güzel sanatlarda (resim, heykel vb.) adaleti, gözü bağlı ve bir elinde kılıç ötekinde terazi ile sembolize etmek; ölümü bir elinde tırpan bulunan iskelet olarak göstermek, bereket’i başak ile göstermek gibi.

Sözlü ve yazılı anlatımda alegorinin temelini istiare, teşhis (kişileştirme), mecaz sanatları oluşturur. Bir eserin bir kısmı alegorik olabileceği gibi tamamı da alegorik olabilir. 

Dante’nin “İlahi Komedya”sı bunun en ünlü örneğidir. 

Eski Türk edebiyatında ise Şeyhi’nin “Harname”si, 

Şeyh Galip’in “Hüsn ü Aşk”ı, örnek gösterilebilir. 
Yeni Türk edebiyatında Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi”, 

Tevfik Fikret’in “Devenin Başı”, 

Ahmet Haşim’in “Merdiven” adlı şiirleri alegorinin kullanıldığı yapıtlar arasındadır.

Örnek:  

SESSİZ GEMİ

Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,
Bîçare gönüller. Ne giden son gemidir bu
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu
Dünyada sevilmiş ve seven nâfile bekler
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden
Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden. (Y. Kemal Beyatlı)


Yukarıdaki şiirde Yahya Kemal, ölümden sonra sonsuz bir yolculuğa çıkan ruhu, gemiyle sembolize ederek; ölüm düşüncesini ard arda sıraladığı istiarelerle ifade etmiştir.

Ayrıca, Türk edebiyatında Yaşar Kemal’in Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca adlı yapıtında da filler sultanı ezenleri; kırmızı sakallı topal karınca da toplumda ezilen, ancak başkaldıran kişileri sembolize eder.

Kutadgu Bilig ( Yusuf Has Hacib ) Türk edebiyatındaki alegorik eserlerdendir.

 " Adalet ", " Saadet ", " Devlet " ve " Akıl " iyi bir devletin nasıl olması gerektiğini tartışır. 

Bu soyut kavramların insan niteliği ile verilmesi "alegori"dir. Daha çok fabl'larda görülür.

Dünya edebiyatında alegorik yapıtlar arasında; 

George Orwell’ın ünlü Hayvan Çiftliği

Jonathan Swift’in Güliver’in Gezileri  adlı eserleri sayılabilir.

Anlambilim (Semantik) Nedir?


Dilbiliminin anlamla ilgilenen; sözcüklerin, öbeklerin, cümlelerin anlamını inceleyen dalı olan anlambilim sözlü veya yazılı bir dil öğesini bir anlamla ilişkilendiren her tür ifadeyi konu edinir.  
Nesneler ve onları karşılayan sözcükler arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalar çok eskiye gider. Ama dilbilimsel anlam incelemeleri bir bilim dalı olarak 19. yüzyılın sonlarında gelişmeye başlar.
anlambilim, semantikÖnceleri tek tek sözcüklerin anlamına yoğunlaşan ilk anlambilim çalışmalarında anlam, anlam değişmeleri ve bu değişmelerin sebepleri üzerinde durulurken daha sonra dil öğelerinin birbirleriyle sıkı ilişki içinde oldukları ve birlikte işlev gördükleri ilkesi benimsenir, sözcükten büyük birimlere ve dilin bütün olarak işleyişinin anlam yönüne odaklanan çalışmalar yapılır. 

Ayrıca Chomsky‘nin üretici-dönüşümsel dil bilgisinden etkilenen anlambilim kuramları da türetilmiştir. Mantıktan beslenen, aşağıda sözü edilecek bir anlambilim (semantik semantic) kuramı da vardır.

Bütün doğal diller anlamlı sözcük, öbek ve cümlelerden oluşur. Prensip olarak her sözcük, öbek veya cümle en az bir anlamla ilişkilendirilebilir. Bağlam, durum gibi anlamı etkileyebilecek nedenler varsa da sözcüklerin anlamını incelemek daha büyük birimlere nazaran kolaydır. 

Öbek ve cümle düzeyinde anlamın incelenmesi ise daha karmaşıktır. Öbek ve cümlelerin anlamı, kendilerini oluşturan sözcüklerin anlamına bağlıdır. Ancak güzel hava, hava güzel veya kediler köpekleri kovalar ve köpekler kedileri kovalar örneklerinde görüldüğü gibi aynı sözcüklerden oluşan öbek veya cümleler aynı şeyleri ifade etmez.


Anlambilim sözcük anlamı ile cümle anlamı arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkinin ne şekilde ve ne dereceye kadar cümlenin yapısına bağlı olduğunu da inceler. Sözcüklerin birbirleriyle olan söz dizimsel ilişkileri anlamı değiştirebilir. Örneğin Ali kitap okumayı sever ve Kitap okumayı Ali sever gibi aynı sözcüklerden oluşan ve anlamca büyük Örtüşme gösteren cümleler arasında da anlam farkları vardır.

Sözcükler ve cümleler anlam bakımından bulanık/belirsiz olabilirler. Çaya gidiyorum cümlesi, çay sözcüğü nedeniyle bulanıktır: Cümle “çay içmeye” ya da “çay kenarında gezinmeye” anlamında kullanılmış olabilir. Bilgisayar çok yoruldu gibi bir cümle de bilgisayarın yorulma kavramını idrak edip edemeyeceği sorusu nedeniyle belirsizdir. Anlam belirsizliği, dil biçimlerinin yorumlanmasıyla ilgili bir kavramdır ve anlambilim teorisinin bir parçası olmalıdır.

Anlambilim teorisi, anlamların başka anlamlarla ilişkisini de inceler. Örneğin erkek, kadın, kız, çocuk sözcükleri, erkek, ayna, numaralandırma sözcüklerinin sahip olmadığı türden bir ilişkiye, aynı anlam alanına dahil olma özelliğine sahiptir. 

Benzer biçimde, polisler suçluyu yakaladı ve suçlu yakalandı cümleleri de polisler suçluyu yakaladı ve Ahmet polisleri selamladı cümleleri arasında olmayan bir çıkarım ilişkisine sahiptir. Bu durumda eş anlamlılık, zıt anlamlılık, çıkarım vb. mantıksal ilişkiler de anlambilimin konusu olmalıdır.

Bir başka ilişki de şu şekildedir: Köpek sözcüğü mantıksal olarak hayvanı da içerir (alt anlamlılık), rüya-kabus, dans-tango vb. sözcüklerde de görülen bu ilişkinin yanı sıra ters çıkarım ilişkisi (zıt anlamlılık) de anlambilim teorisinin konusudur. Anlamlan tanımlayabilmek için, sözcükler ve cümleler arasındaki bu tür mantıksal ilişkileri tanımlamak, anlambilimin işidir.

25 Temmuz 2013 Perşembe

Diyaloğun peşinde: Kutuplaşma yerine melezleşme

19 Temmuz 2013


Gezi sonrası dönem etkileşim adına bir fırsat da içeriyor. Küçümseyici bakışlara rağmen seküler ve dindar gençlik arasında diyalog imkânı oluşuyor.

İletişimci potansiyelin İslam'la ilgili bir yönünün olması çoğunlukla göz ardı edildi.

Belki de bu yön sadece kendilerine antikapitalist Müslümanlar diyen grubun ideolojisine indirgendi. Hâlbuki mesele bu kadar basit değildi.

Kimliğini makro-siyasi biçimde görmeyen Müslümanlar da vardı, başörtülü gençler de oradaydı, başörtülü entelektüeller de. Gündelik hayat içinde sosyal barışa giden bir yol inşa etmek istiyorsak diyalojik unsurları ortaya çıkarmak gerekiyor.

Performatif eylem süreçsel ve tekrarlayıcıdır. İslamcılık hareketi Türkiye'de 80'li yıllardan bu yana zaten tüketim karşıtı, çevreci ve anti-kapitalist öğeler taşıyan bir hareket olmuştu.

Bu türden konular eskiden de İslami entelektüellerin yazdığı eleştirilerde geniş yer bulurdu. Hatta bazı İslami entelektüeller Batı'daki modernite karşıtı yazarlardan hacimli aktarımlar yapardı.

İslami hareket AVM'leri tüketim tapınakları diyerek eleştirirdi. Öte yandan Ali Şeriati, Marksist İslamcı gibi anlatılırdı. Bilgi ve Hikmet dergisinde Medine Vesikası üzerine dosyalar hazırlanırdı.

Sosyalist “Birikim” çevresiyle İslamcılar aynı masalar etrafında paneller düzenlerdi. Bugün aynı rezonansın çıkması niye insanlara çok görülüyor?

Gezi'deki Müslümanlar niye bölücülükle suçlanıyor acaba? Unutmamak lazım, onlar bir teşkilat değil, güç aygıtlarından yoksun bir sosyal hareket. Üstelik bölücülük suçlaması yapanlar kendi başörtüsü mücadelelerini unutmuş durumda. Halbuki bugün suçlamaya değil toleransın diline ve el uzatmaya ihtiyaç var.  
                                                                         
GEZİ’DEKİ MÜSLÜMANLAR VE GEÇMİŞ

Gezi ruhuna giren Müslümanlar basitçe ideolojik ya da sınıfsal bir grup değildi. Yoksul Müslümanlar olmadıkları gibi yeni zengin üst sınıf Müslümanların çocukları da değiller.

Genç, eğitimli, çoğunlukla orta sınıftan Müslüman gençler ve neoliberalizmi İslami bir dille eleştirebilen kültürel sermayeye sahipler.

Kısacası onlar da AKP döneminin gençleri. Demokrasiyi tatmışlar. İktidarın kendilerine ne vaat ettiğini soruyorlar. Tüketim ve meta fetişizmi dışında sistemin gençlere sunabileceği şeyleri merak ediyorlar.

Bu durumda Gezi'de diren Gramsci sesinin bulunduğu kültürel ortamda İslami kimliği taşıyan gençlerin de bulunmaları gayet anlaşılır değil mi? İslami harekette zaten anti-sistemik, anti-hegemonik bir duruş vardı.

Mızraksız İlmihal adlı romanın yazarı Mehmet Efe'nin de kendini Gezi'nin ortasında bulması son derece tabii değil mi? “Norma uygun dindarlar” diyerek küçümseme yapanlar ayıp ettiler.

Zira norm, güç sahibinin elindeki değer ölçütüne denir. Oradaki genç Müslümanlar İslami hareketin ekonomik globalizme asimile olmadığını göstermek istiyorlar.

Güçlülerin arasına yerleşme hevesine girmeyen dindar aydınların manifestosu da kendilerine destek oluyor. Buna rağmen Taksim'de namaz kılmalarını, kandil simiti vermelerini, kandil gecesi orada içki içilmemesini bir çeşni unsuru gibi anlatıp küçümsemek anlaşılır gibi değil.

Üstelik bazıları İslamcılığın 80'li yıllardaki anti-hegemonik özelliğini yakinen bildikleri halde, yani hareketin içinden geldikleri halde aynı küçümsemeyi yapıyorlar.

Bu epey vefasızlık. Kutuplaştırıcı analizler yapmak yerine Gezi sayesinde farklı kesimler arasında oluşan melez etkileşimin tezahürlerini 3 gerçek fenomen dahilinde ele alabiliriz: Yer Sofrası, Başörtüsüzlerin İmza Metni ve Öteki Y Kuşağı.

Beyoğlu Belediyesi Ramazan'ın ilk günü çadır veya çadır içindeki sıra sistemi yerine hem de bu sefer Taksim meydanının ortasına müstakil yemek masaları yerleştirdi.

Şık sandalyelerin çevrelediği masaların üstüne beyaz örtüler ve kırmızı şeritler konuldu. Meydanı birden açık hava restoranı haline getiren, geleneksel olmayan ve sınıfsal çağrışımlar sunan bir düzenleme yapıldı.

Son derece modernist bir mekânın ortasına yine modern görünümlü bir yemek düzeneği yerleştirerek (otel iftarlarını çağrıştırmasıyla yanıbaşındaki the Marmara'nın uzantısı gibi), aslında mekanın sekülarist dokusunu bozmayan, hatta o dokuyu pekiştiren hijyenik ve tümüyle anti-politik ya da merkez-politik bir ortam tesis edildi. Fakat “Yeryüzü Sofrası” denilen cadde iftarı daha farklıydı.

Karton kutularda sıkıca paketlenmiş menü yerine evden getirilmiş sofra örtüleri, ev yapımı yemekler vardı.   

BEYOĞLU VE RAMAZAN VE YERYÜZÜ SOFRASI

İstiklal Caddesi neredeyse hiçbir İslami unsur içermeyen, tamamen dünyevî faaliyetlere açılan, eğlence pratiklerine imkân tanıyan bir kamusal alan.

Buna rağmen İslami bir fiil, yani akşam ezanıyla birlikte oruç açmak, iftar etmek ve bunu İstiklal Caddesi'nin ortasında Galatasaray'a kadar uzanan yer sofrası üzerinde yapmak, mekânın son derece dünyevî, sekülarist dokusunu bozan, diyalojik bir eylem olarak kendini gösterdi.

DJ kutusu başında konser veren Mercan Dede'nin birdenbire ney üflemeye başlamasıyla, mekânın din-dışı atmosferini seyreltmesine benzeyen bir iletişim dili tesis edildi.

Tarihçiler araştırsın ama Beyoğlu, Beyoğlu olalı böyle İslami bir ritüele şahit olmamıştır. Özellikle akşam ezanıyla kitlesel bir oruç açma pratiğine, bu caddeboyu yer sofrasına tanık olmamıştır.

Oraya iftar sofrası sermek melezleştirici dâhiyane bir dini anlatıdır. Sofraya oruçsuz oturmayı kendine yediremediği için hayatında ilk defa oruç tuttuğunu söyleyen olmuş.

Alevi de ateist de yeryüzü sofrasına oturmuş. Bu kadar eleştirecek ne var? Gezi vakasıyla birlikte farklı kesimler arasında iletişim ve etkileşim potansiyelinin açığa çıktığını anlatmak istiyorum.

Buna dair bir başka kanıt 57 başörtüsüz kadının başörtülüler için imza kampanyası başlatması oldu. Şu zamana kadar 10.000 imza toplandı.

Gezide, forumlarda yan yana gelen başörtülü ve başörtüsüz kadınlar birbirlerini daha yakından dinleme ve iletişim kurma fırsatı buldular.

Bu yakın kültürel temas birbirlerinin dertleriyle dertlenmelerine yoğunluk kazandırdı. Başörtüsüz kadınların imza kampanyası bu saikle başladı. Orada ortak yaşam alanlarına bakınca birbirleriyle daha fazla empati kurabildiler.

Üçüncü melez etkileşim kanıtı ise Yeni Şafak'tan Murat Menteş'in bazı üniversite öğrencisi başörtülü kızlarla yaptığı görüşmelerden geliyor.

Kendilerini “Biz de Y Kuşağındanız” diye tanımlayan gençler, yeni tartışmalarda kendilerinden niye bahsedilmediğini sorgulamışlar.

Gezi Gençliğinin “Yaşam tarzımıza, mahremiyetimize, onurumuza dokunmayın” demesi Başörtülü Y kuşağı üyelerinin “Bunlar tam da bizim isteklerimiz” demesine yol açmış.

Üniversiteli gençler, “Medyadan, ülkeden dışlanıyoruz. Gençlik denince kimsenin aklına gelmiyoruz. Sizin bile!” demişler. Röportajları inceledikçe Gezi gençliğine yönelttikleri eleştiriler olduğunu da görüyorsunuz.

Ama aynı gençlik ile ne kadar ortak yanları olduğu da anlaşılıyor. “Gezi eylemine katılmak dahil, yaptığım hiçbir işte başörtülü olarak anılmak istemiyorum” demiş öğrencilerden biri.

Gezi sonrasında bu ortaklıklar ses kazanıyor, başörtülü olanla olmayan arasındaki mesafe azalıyor. İmza kampanyası için “Eyvallah güzel bir jest…” “Başörtüsüne özgürlük için gerekli yasal düzenleme hâlâ yapılmadı” demişler. Öteki Y Kuşağından bu gençlerin diğer ifadeleri şöyle:

“Başörtülü yazarlar da tüm başörtülüleri temsil etmez. Bunu neden kimse anlamıyor…”

“Gökdelenler ve betonlaşma İslam şehri İstanbul'un ruhuna ve dokusuna zarar veriyor. Çamlıca'da cami yerine ağacı tercih ederim. Ağaç da cami kadar İslami”

Seküler ve dindar gençlik arasındaki etkileşim ve söylemsel pratik Gezi vasıtasıyla artmış gibi görünüyor. Kendilerini Y Kuşağının mensubu olarak gören dindar gençlerin Gezi ruhuyla birlikte söyleyebilecek çok sözleri olduğu açık.

Türkiye çoğulculuğun, sevgi ve saygının, sosyal barışın dilini arıyor. Gezi hareketinin nüvesine izin verilirse laik-dindar kutuplaşması azalabilir.

İktidar iki fay hattında Kürt ve Alevi açılımı yaptığı gibi siyasi retorik planında Laik açılımı da yapabilir. Türkiye'nin üçüncü fay hattını (dindar-laik ikiliğini) ihmal etmek doğru olmaz.

Gençleri mutlak biçimde politize olmuş bir temsil yerine özgürlük talepleriyle iletişim kuran toplumsal bir desen gibi görmek gerekiyor.

Farklı kesimler arasındaki etkileşim kanalını ortaya çıkarmaya çalışmak toplumsal hoşgörü ve barışı mümkün kılacak bir yaklaşım içeriyor.

*Doç. Dr., Süleyman Şah Üniversitesi