Popüler Yayınlar

25 Temmuz 2013 Perşembe

Batı’yı bir de böyle okumak…

22 Temmuz 2013


Soğuk Savaş sonrasında Batı dünyasında yaşanan gelişmeler ve dünyanın diğer bölgelerinde meydana gelen olaylar ve özellikle Mısır'daki darbe karşısında Avrupa ve ABD'nin sergilediği tavır, yakla­şık iki yüz elli yıl önce Aydınlanma düşünürlerinin ileri sürdüğü ve “modern dünyanın her zaman dilinden düşürmediği”, eşit, özgür ve kardeşçe ya­şanır bir dünya kurma projelerinin bir ütopya olarak tarihin tozlu sayfalarında kaldığını bir kez daha ortaya koymuştur.

“Liberal” Batı dünyasının, özel mülkiyet ve serbest rekabet temelli demokrasi ve insan haklarını esas alan siyasal düzen savunusu aslında sosyalist dünyayla yaşanan mücadelenin aracı olmaktan başka bir anlam taşımamaktaydı.

Aslında Batı medeniyetinde, 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin özellikle Fransız aydınlarının ortaya koyduğu eşit, özgür ve kardeşçe bir dünya tasarımının, bir bütün olarak Batı düşünce tarihinin yaşadığı değişim ve dönüşümlere baktığımızda, kendine hiçbir zaman alan bulamadığı açıkça gözükmektedir. Söz konusu durumu ana hatlarıyla şöylece özetlemek mümkündür.

Yunan düşüncesinde Sokrates (İÖ 469-399), Platon (İÖ 427-347) ve Aristoteles'le (İÖ 384-322) ortaya konulan adalet ve erdem anlayışı Hıristiyan siyasal düşüncesinin kurucusu olan Aurelius Augustinus'un (İS 354-430) da katkısıyla yaklaşık iki bin yıl varlığını devam ettirdi.

Haçlı seferleri sonrasında ticaretin gelişmesi, feodalitenin çözülmeye başlaması ve ilk olarak zengin İtalya şehir devletlerinin ortaya çıkardığı fiili durum toplumsal ve siyasal ahlakı çok ciddi anlamda erozyona uğrattı.

Modern siyasal düşüncenin öncüsü olan Niccolo Machiavelli (1469-1527), İtalya birliği adına Prens'in iktidarı elinde tutmak ve güçlendirmek için her türlü yolun meşru olduğunu ileri sürerek siyasal düşünceyi ahlaki değer yargısından soyutladı.

Daha sonra “Ben ve korku beraber dünyaya geldim” diyerek İngiltere'nin içinde bulunduğu kaos ve kargaşayı en iyi şekilde ifade eden Thomas Hobbes (1588-1679), “insan insanın kurdudur” düşüncesini ortaya attı.

Hobbes, bencil bireyin yaşam mücadelesinde hayatta kalması için her türlü yola başvurmasını meşru sayarken, toplumsal düzen için mutlak siyasal iktidar anlayışını Leviathan (Ejderha) (1651) ile ortaya koydu.

Hobbes'tan sonra İngiliz siyasal düşüncesinin en önemli düşünürü olan John Locke'un (1632-1704) ileri sürdüğü olumlu insan ve liberal siyasal düşüncesine rağmen, onun ölümünden tam on yıl sonra Bernard Mandeville (1670-1733), “Arılar Efsanesi” adlı eseriyle erdemli insan anlayışına çok büyük bir darbe vurdu.

Mandeville'e göre toplumları dinamik tutan ve ilerleten ahlak ve erdem değil, erdemsizliktir. Lange'ye göre bu eser, klasik ekonomi di­siplinini tam olarak ortaya koymuştur.

Aydınlanma yüzyılı olarak kabul edilen 18. yüzyıl, aynı zamanda bir Fransız yüzyılıdır. Fransız aydınları rasyonel bir varlık olarak kabul ettikleri ve ahlaki bir değer yükledikleri insanın bu çağda olgunluk devrine girdiğini ifade ettiler ve gelecekte daha mükemmel bir toplumsal düzen kurabileceği öngörüsüyle Fransız Devrimi'nin temellerini attılar.

Ancak 1789 Fransız Devrimi'nden hemen sonra yaşanan Napolyon Sa­vaşları, arkasından Sanayi Devrimi'nin meydana getirdiği uluslararası ve ulusal boyuttaki kaos ve kargaşa ve bireysel hak ve özgürlükler adı­na yapılan 1848 Devrimi'nin kanlı bir şekilde bastırılması, Aydınlanma felsefesinin bir dünya cenneti yaratma hayallerini suya düşürmeye yetmişti.

Bu süreç içerisinde düşünce olarak da Thomas Robert Malthus'un (1766-1834) “nüfus prensibi” 19. yüzyılda çok ciddi tartışmalara neden olmuştu.

Ona göre, nüfus geomet­rik olarak çoğalırken kaynaklar aritmetik olarak artmaktaydı. Dolayı­sıyla hızlı nüfus artışının kıtlık, hastalık, fakirlik ve savaş gibi öldürü­cü faktörler yanı sıra doğum kontrolü, kürtaj ve insanların az çocuk yapma yönünde eğitimi yoluyla kontrol edilmesi gerekmekteydi.

Malthus'tan sonra John Stuart Mill'le (1806-1873) birlikte canlanan sosyal liberalizme karşı Herbert Spen­cer'in (1820-1903) ileri sürdüğü “en iyinin hayatta kalması” düşüncesi çatışmacı anlayışı güçlü bir şekilde yeniden ortaya koyacaktır.

Ancak bütün bu yaşanan olumsuz düşüncelere rağmen bütün evreni yaratan mükemmel bir Tanrı'nın olduğu anlayışı varlığını sürdürdüğü için söz konusu düşünceler geniş kitlelere yayılma imkânını bulamamıştır.

EVRİMCİ PARADİGMA VE SEKÜLERLEŞME

Nihayet 1859'da Charles Darwin'in (1809-1882) (Türlerin Menşei) “do­ğal ayıklanma” temelli biyolojik evrim teorisi, dünyada eşitlik ve kar­deşliğin değil, gücün ve güçlünün yanında yer alan anlayışın tek geçer­li akçe olduğunu özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında yaygın bir dü­şünce haline getirmiştir.

Söz konusu düşünceyi bu derece etkin kılan şey, evrene dair bütün­cül bir açıklama getirme iddiasıyla yaradılış paradigmasının yerini doğal ayıklanmacı evrimci paradigmanın almasıdır.

Evrimci paradigmanın yaradılış paradigmasının yerini almasıyla birlikte bilim dünyasında yepyeni beyaz bir sayfa açılmıştır.

Modern Batı'da bütün bilimler bu paradigma üzerinden yeniden inşa edilmiştir. Söz konusu paradigma öylesine güçlü gelmiştir ki, her düşünce ve ideoloji kendi haklılığını göstermek için ondan referanslar getirmektedir.

Doğal ayıklanmacı evrimci düşünceye, Malthus'un “nüfus prensibi”nden dolayı ondan uzak durması gereken eşitlikçi sosyalist düşünce bile dört elle sarılmıştır.

Bilimsel sosyalizm adına Engels aracılığıyla Marksist düşünce evrimci düşünceye eklemlenmeye çalışmış ve George Lichthein'in ifa­desiyle; “Marksist düşünce 1840 ile 1880 yılları arasında “Hegel'den Haeckel'e” hareket etmiştir. 

Batı'nın genel anlamda sekülerleşmesi de böylece gerçekleşmiştir. Batı'yı doğru okumanın yolu da bu evrimci paradigmayı anlamaktan geçmektedir. Doğal ayıklanmacı evrimci paradigmanın temel parametrelerini kısaca şu şekilde ifade etmek mümkündür.

Bütün evrenin oluşumu madde ve kuvvet bağlamında ele alınmıştır. Evrende ilk canlının oluşumundan en gelişmiş toplumların ortaya çıkması ve Aydınlanma düşüncesinin zihinlere yerleştirdiği ilerlemenin de hiç durmadan sürmesi, bütün varlıkların hayatta kalma mücadelesine bağlanmıştır.

Darwin'in kendi ifadesiyle söz konusu hayatta kalma mücadelesinin nedeni Malthus'un “nüfus teorisi” yani kaynakların kıtlığıdır.

Bütün canlılar için olduğu gibi insanlar için de tek amaç ne şekilde olursa olsun hayatta kalmaktır. Söz konusu yaşam mücadelesinde en önemli dayanak kuvvet olmakla birlikte bu hayatta kalmayı sağlayan kuvvetin yeterli olmadığı durumlarda da her türlü yol ve yöntem kullanılabilir.

Bütün bu yol ve yöntemler hayatta kalmanın aracı olmanın dışında bir anlam taşımamaktadır. Çünkü bu biyolojik materyalizmle büyük kitlelere ahlaklı ve erdemli olmayı telkin eden din ve bütün semavi dinlerin en temel düşüncesi olan ve onları ahlaklı ve erdemli kılmada çok önemli bir işlevi yerine getiren öteki dünya artık yok olmuştur.

Dolayısıyla doğal ayıklanmacı evrimci paradigma içerisinde demokrasiyi, eşitliği, özgürlüğü kısacası insan haklarını aramak beyhude bir çabadan başka bir şey değildir.

Modern Batı'nın tarihinde yaşanan olaylar bunu defalarca bize göstermiştir. En son Bosna'da, Irak'ta, Afganistan'da, dünyanın birçok bölgesinde ve son olarak da Mısır'da yaşananlar karşısında Batı'nın tutumu bunu açıkça ortaya koymuştur.

Batı düşüncesinin doğurduğu ideolojilerin ilki olan liberalizmin bugüne kadar varlığını sürdürmesinin en önemli nedeni, uygulamalarının doğurduğu olumsuzluklar sonucunda ortaya çıkan alternatif ideolojilerle söz konusu değerleri, inanmadığı halde, araçsal bir şekilde kullanmış olmasıdır.

Soğuk savaş sonrası liberallerin dillendirdiği, “tarihin sonu”, “siyasetin sonu” gibi söylemlerle kendi galibiyetlerini ilan etmeleri sonun başlangıcından başka bir şey değildir.

Modern Batı düşüncesinin (liberalizmin) bu çöküşe doğru gidişinin iki nedeni vardır.

Birincisi alternatiflerini alt etmesiyle yani düşmanlarını ortadan kaldırmasıyla kendisinin sorgulanmaya başlanması, ikincisi ise bu durumun farkına varmasıyla düşman olarak, kendi cinsinden olmayan bir medeniyeti (medeniyetler çatışması) yani İslam medeniyetini seçmiş olmasıdır.

Bu ayrı bir makale konusudur. Ancak Batı son on beş, yirmi yıllık dönemde kendi cinsinden olmayan bu yeni düşmanıyla yaptığı mücadelelerde karizmasını ciddi anlamda çizdirmiştir.

Bence yapılması gereken, dünya siyasetinde yaşanan olaylar karşısında Batı'nın, modern değerlerle bağdaşmayan tutumunun nedenlerini araştırmak değil, söz konusu değerlerin Batı düşünce geleneğinde olup olmadığının yeniden ciddi anlamda sorgulanmasıdır.

NOT: Bu yazı İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları (2006) ve Küre Yayınları (2012) “Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm” adlı doktora çalışmasından esinlenmiştir.

*Doç. Dr., Karadeniz Teknik Üniversitesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder