Popüler Yayınlar

27 Şubat 2013 Çarşamba

İSLAM DEVLETİNİN İLK ANAYASASI: MEDİNE VESİKASI




İslam Devletinin İlk Anayasası: Medine Vesikası
The First Constitution of Islamic State: Medinah Document

Prof. Dr. Musa K. YILMAZ
Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

İslam Tarihinde İlk Yazılı Anayasa:
Hz. Peygamber (s.a.v), Medine’ye varır varmaz ilk olarak yaptığı işlerden biri, Medine ve çevresinde yaşayan ve birbirine düşman olan unsurlardan, barış içinde yaşayan, düzenli bir cemaat oluşturmak olmuştu. Deyim yerindeyse, Resulüllah (s.a.v) bu çalışmasıyla, kendisinin başkanı olduğu bir şehir devletini kurmak istemişti. Bu amacını gerçekleştirmek için Hz. Peygamber (s.a.v) Enes b. Malik’in evinde,1 Müslümanların hak ve sorumluluklarını, ayrıca başta Yahudiler olmak üzere Medine’de yaşayan herkesin hak ve sorumluluklarını ihtiva eden bir anayasa, aynı zamanda sözleşme niteliğinde olan bir beyanname yayınlamıştı. Hz. Peygamber’in (s.a.v) Medine’ye teşrifinden oldukça rahatsız olan Yahudiler, insanî açıdan en ufak detayı bile ihmal etmeyen ve karşı çıkılması imkânsız böyle bir olumlu hareket karşısında çaresiz kaldılar. Bu yüzden bazı Yahudi kabilelerinin katılımı geç olmuş olsa bile, Yahudiler genellikle sözleşmeyi memnunlukla kabul etmek zorunda kaldılar. İbnu Hişam’ın Siyer’inde aynen yazılı bulunan bu vesika Hz. Peygamber’in gerçek büyüklüğünü ve bütün dönemlere hâkim olan dehasını açıkça göstermektedir.2

Medine vesikasına dikkatle baktığımız zaman Hz. Muhammed’in (s.a.v) Allah’ın kendisine öğrettiği siyaset ile insanlığın temel sorunlarını çözecek esasları ve insanî değerleri asla göz ardı etmeyen bir anayasa hazırladığını görüyoruz. Bu yüzden denilebilir ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) aynı zamanda insanlığa hizmeti ve güvenliği esas alan bir devlet kurmayı başaran ve sosyal bir toplum meydana getiren benzersiz ve güçlü bir devlet adamıydı. Vicdan özgürlüğünü esas alan ve dünyanın ilk anayasalarından biri sayılan bu ilk metinde Resulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Bismillahırrahmanirrahim, Resulüllah Muhammed tarafından verilen bu antlaşmayla Kureyş ve Yesrib Müslümanları ile onlarla müşterek bir davada olup herhangi bir köke mensup olan insanların tümü bir tek ümmet olmuştur.” Bu girişten sonra birçok kavim ve kabile tarafından verilecek diyetlerle Müslümanların kendi aralarında yerine getirecekleri özel görevler açıklanmıştır.

Devletin iç idaresine ait bir kaç satırdan sonra bu olağanüstü vesikanın bir yerinde şöyle denilmiştir: “Bu antlaşmayı kabul edenler arasında vaki olabilecek bütün anlaşmazlıklar Allah’a ve O’nun Resulü’ne takdim edilecektir.” Bu madde anayasanın en önemli maddelerinden birisidir. Çünkü bu madde, tüm yetki ve sorumluluğun Allah’ın elçisinde olduğunu açıkça ifade eder. Bu anayasa ile Arapların terörle karışık geleneklerine kesin bir darbe indirilmişti. Araplar o güne kadar bir zarar veya felakete maruz kalanların intikamını alma işini kabile ya da ailenin gücüne bırakmışlardı. Hz. Peygamber (s.a.v) bu vesikayı yayınlamakla ümmetin en büyük hâkimi durumuna geldiği gibi, ilk kez sorunları hukukla çözülen bir devletin başkanı da olmuştu.

A- Vesikada Yer Alan Kavramlar:

1-Müslümanlar:
“Müslüman” ifadesinden, Mekke’den hicret eden Muhacirler ile onlara kucak açan ve onlara yardım eden Medineli Ensar anlaşılmaktadır. Bu iki grup hiç şüphesiz İslam’ın rükünleriydi. Bunların Hz. Peygamber’e (s.a.v) bağlılıkları sonsuzdu. Muhacirler, evlerini ve yurtlarını terk etmişler, bütün Arap geleneklerine aykırı bir şekilde dinleri uğruna akrabalık bağlarını çiğnemiş olan bu değerli insanlar tüm zahmet ve meşakkatlere göğüs gererek sırf Allah rızası için her türlü tehditlere karşı koymuşlardı. Medine-i Münevvere’deki Müslümanlar da bu din kardeşlerine kucak açmışlar, onların fakirlerine mal-mülk vererek diğer ihtiyaçlarını da temin etmişlerdi. Bu Müslümanlara “Ensar” denmiştir. İslam’ın kurduğu din kardeşliği bir takım çekememezliklerin ortaya çıkmasına engel olduğu gibi Allah ve Resulü uğrunda en büyük fedakârlığı seçmek konusunda Muhacirler ile Ensar arasında bir fazilet yarışının doğmasına da vesile olmuştu. Erkek ve kadın Müslümanların bu yeni uyanış yolunda gösterdikleri büyük arzu ve kaynaşma, hayatlarını feda edebilecek kadar duydukları heyecan, dünyada benzeri görülmemiş bir olaydı.

2- Medineli Araplar:
Medine’deki ikinci grup henüz Müslüman olmamış putperest Araplardı. Medine’de, Evs ve Hazrec olmak üzere başlıca iki Arap kabilesi vardı. Bu iki kabilenin de kolları ve şubeleri vardı. Evs ile Hazrec, Harise b. S’alebe’nin iki oğlu olup anneleri Kayle bint Cefne’den dolayı Araplar arasında bunlara “Beni Kayle” de denilmektedir. Kahtanî’lerden olup asıl vatanları Yemen’dir. Seylü’l-‘Arim denilen sel felaketinden sonra kuzeye gelmişler. Daha sonra Evs ile Hazrec’in babaları olan S’alebe Yesrib’e yerleşti (M. 492). Burada bir müddet Yahudilere bağlı olarak yaşayıp onların baskısına maruz kaldılar. Daha sonraları Gassanilerin desteğiyle Yahudilere karşı bağımsızlıklarını kazandılar. Fakat yine de Yahudiler Evs ve Hazrec kabilelerini birbirine düşürmeyi başardılar.3 Bu yüzden cahiliye döneminde aralarında çok savaşlar çıkmıştır. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.v) Medine’ye teşrifinden itibaren bu iki kabile arasındaki ihtilaf da sona ermişti. Ne var ki, bu iki kabilenin tümü Müslüman olmuş değildi. Hatta Evs ve Hazrec’ten Yahudi olanlar bile vardı.

3-Yahudiler:
Üçüncü grubu oluşturan Yahudiler de Medine’nin sakinleri arasında yer alıyorlardı. Aslında Yahudiler Müslümanlar için büyük bir tehlike unsuru sayılıyordu. Zira Yahudilerin Mekkeli Kureyş kabilesi ile sıkı ticaret ilişkileri vardı. Ayrıca İslam dinine düşman olan herkesle kolayca ittifak edebiliyorlardı. Bunlar önceleri Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vaazlarını hoşgörü ile karşılamışlardı. Fakat “Beklenen Mesih” olarak görmek istedikleri Hz. Peygamber’i sonunda “Beklenen Mesih” olarak kabul etmemişlerdi. Yahudiler, Hz. Peygamber’i (s.a.v) hayalci ve uydurmacı bir vaiz sanarak ona iltifat etmek istememişlerdi. Hatta kolay yutulacak bir lokma diye eski düşmanları olan Evs ve Hazrec’in başına geçen Hz. Muhammed’le (s.a.v) işbirliği yapabileceklerini düşünerek Arabistan’ı fethetmek ve yeni bir Yahudi devletini kurmak için büyük bir ümide kapılmışlardı. Onlar bu ümitle Medine halkının Hz. Peygamber için tertipledikleri karşılama törenlerine katılmışlardı. Yahudiler bir müddet Hz. Peygamber’e (s.a.v.) karşı bir barış çizgisi takip etmişlerdi. Fakat bir ay geçmeden, kendilerine gönderilen peygamberi çarmıha geren eski isyancı ruhlarıyla hareket ederek açık saldırılar ve gizli su-i kastler tertip etmeye başladılar.

4- Sahife-Kitab:
Medine Vesikasının 1. maddesinde yer alan ifade,4 yasanın kendi kendisini “Kitab” şeklinde tanıttığını göstermektedir. İfade şöyle: “Bu kitap (yazı) Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla, yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).” Bundan başka vesikanın ileriki maddelerinde yasa, sekiz yerde kendisini “Sahife” olarak da tanımlamaktadır.

5- Ümmet:
Anayasanın 1. maddesi, düzenli bir İslam topluluğunu meydana getirmeye yönelik ifadeler taşımaktadır. Bu toplumun, Muhacirler, Ensar ve bir savaş durumunda Müslümanlarla birlikte saldırgana karşı koymayı kabul eden gayri Müslimlerden meydana geleceğinin işaretini vermektedir. Anayasada ayrıca bu vasıfları taşıyan bir topluluk, diğer insanlardan ayrı özelliklere sahip olduğu için 2. maddede, “İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil ederler” şeklinde, “Ümmet” gibi daha seçkin bir kavramla ifade edilmiştir.

B- İçerik:
Medine vesikası 47 madde gibi kısa sayılacak bir metin olmakla beraber içerik bakımından toplumun her türlü ihtiyacına temas eden ve bütün sorunları çözme istidadında olan bir sözleşmedir. Ana konuları itibariyle metinde şu konular ağırlık kazanmıştır:

1-Adalet:
Medine Anayasasının birçok maddesinde herkese eşit bir şekilde adalet götürülmesi açıkça öngörülmektedir. Aslında Medine Anayasası, adaletle hükmetme ve adlî işlerin idaresi konusunda gerçek bir inkılâp yapmıştır, denilebilir. Çünkü adaletle hükmetme konusunda yetkiler tamamen şahıslardan alınmış ve merkezî otoriteye bırakılmıştır. Hatta kendi kabilesi, ailesi yahut akrabası bile olsa, her suçlunun cezalandırılması ve her mağdurun merkezî otorite tarafından gözetilmesi esasa bağlanmıştır. Vesikanın 13. maddesinde: “Takva sahibi müminler kendi aralarında saldırgana ve haksız bir fiil yapmayı tasarlayan, bir cürüm, bir haksız tecavüz yahut müminler arasında bir karışıklık çıkarmayı düşünen kimseye karşı olacaklar ve bu kimse müminlerden birinin evladı bile olsa hepsinin elleri onun aleyhinde kalkacaktır” denilmektedir. Bu maddeye göre bütün müminler suç işleyen bir kimseye karşı merkezî otoriteye yardım etmekle mükelleftirler.
Denilebilir ki, Yahudileri bu topluluğa girmeye ikna eden tek şey, adaletin dağıtılması konusunda herkesin eşit muamele görecek olmasıdır. Vesikanın 16. maddesi bu konuda açıktır: “Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muarız olanlarla yardımlaşmaksızın yardım ve muzaheretimize hak kazanacaklardır.” Vesikanın 22. maddesi, “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir müminin bir katili himaye edip ona eman vermesi helal değildir” şeklinde özetlenebilir. Buna göre suçluyu himaye etmek otoritenin nazarında suç sayıldığı gibi, ahirette de cezası büyük olan bir günahtır.
Vesikanın 23. maddesinde, kim olursa olsun, aralarında ihtilaf çıkanların başvuracakları tek merciin Allah olduğu, en yüksek hakemin de Allah’ın Resulü olduğu açıkça ifade edilmiştir. Böylece vesika, herkes için ihtilaflı olayları çözme makamının, şahsiyetler değil merkezî otorite olduğunu vurgulamaktadır. Otoritenin kabile reislerinden alınıp bir merkeze tevdi edilmesi, adalet duygusunun toplumda meydana getireceği rahatlama bakımından çok önemlidir.

2- Suçun Şahsiliği:
Medine Anayasasının birçok maddesinde suçun şahsiliği prensibine kuvvetli bir şekilde vurgu yapılmıştır. 25/B maddesinde: “Kim ki haksız bir fiil irtikâp eder veya bir cürüm işlerse o sadece kendisine ve aile efradına zarar vermiş olacaktır” denilmektedir. Burada “…ve ailesine” kaydı, diyetin ödenmesi halinde ailenin buna katkı sağlamakla yükümlü olduğuna yönelik bir uyarıdır. Yoksa katil olan bir kimsenin ailesinin de cinayetle yargılanacağı anlamında değildir. Vesikanın diğer bazı maddelerinde bu anlam desteklenmiştir. Nitekim 36/B maddesinde, “Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilmeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendisini ve aile efradını mesuliyet altına sokar. Aksi halde haksızlık olacaktır. (Yani bu kurala uymayan bir kimse haksız olacaktır). Allah bu yazıya en iyi şekilde riayet edenlerle beraberdir” denilmektedir. Bu prensip, “Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez”5 ayetinin hükmü ile paralellik arz etmektedir.

3- Sigorta:
Vesikada yer alan birçok madde (3–12) harpte esir düşenlerin hürriyetlerine kavuşturulmaları için kurtuluş akçesi (fidye-i necat) vermek, öldürme veya yaralama gibi hallerde kısas yerine kan bedelini (diyet) ödeyebilmek için bir sosyal sigorta kurumunu öngörmektedir. 12. maddede açıkça şöyle denilmektedir: “Müminler kendi aralarında ağır mali mesuliyetler altında bulunan hiç kimseyi bu halde bırakamayacaklar; fidye-i necat veya kan bedeli (diyet) gibi borçların iyi ve makul olan esaslara göre vereceklerdir.” Yeni oluşturulan sosyal yapıda sadece Müslümanların kendi aralarında birbirilerine yardım etmeleri değil, her kabile diğer kabilelerin yardımına koşan ve onların mali ağırlıklarını paylaşan dinamik bir statüye kavuşturulmuştur.

4- Vatandaşlık ve Savunma:
İslam anayasası, “Ümmet” veya “Müslüman Vatandaşlığı” mefhumunu öne çıkarmış, din, dil, ırk ve renk farkı gözetmeksizin bu belgeye imza koyan herkesi eşit vatandaş statüsünde kabul etmiştir. Vesikanın 20/B maddesinde şöyle denilmiştir: “Hiçbir (Medineli) müşrik bir Kureyşlinin mal ve canını himayesi altına alamaz ve hiçbir mümine bu hususta engel olamaz (Yani Kureyşliye saldırmasına engel olamaz)”. Bilindiği gibi Müslümanlar Mekkeli müşriklerle (Kureyş Kabilesi) savaş halindeydiler. Bu durumda Medine’deki müşrik vatandaşlar Mekkeli müşrikleri himaye edip onlara yardım edemezlerdi.

Birlikte savaşa katılacak olan vatandaşların savaş giderleriyle ilgili hükümler de ihmal edilmemiştir. 24. maddede, “Yahudiler müminler gibi savaş devam ettiği sürece savaş masraflarını kendileri karşılamak mecburiyetindedirler” denilmektedir. Çünkü yapılan saldırı, aynı statüdeki vatandaşlık haklarına sahip olan Müslümanları ve Yahudileri eşit derecede etkilemektedir. Saldırgan taraf, her iki grubun vatanına saldırıda bulunmuştur. Dolayısıyla ne Müslümanlar Yahudiler için, ne de Yahudiler Müslümanlar için savaşmaktadır. O halde herkes kendi savaş giderlerini karşılamak zorundadır.

44. maddede “Müslümanlar ve Yahudiler arasında, Yesribe saldıracak kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır” denilmektedir. Çünkü eşit şekilde vatandaş oldukları bir ülkeye bir düşman saldırısı olmuş ise, bu durumda vatandaşlar arasında yardımlaşmanın olması kaçınılmazdır. 45. maddede vatandaşlık mefhumu daha önemli bir netlik kazanıyor: “Yahudiler, Müslümanlar tarafından bir barış anlaşması yapmaya davet edilirlerse iştirak edeceklerdir. Yahudiler de Müslümanlara karşı aynı haklara sahip olacaklardır. Ancak din hususunda yapılan savaşlar müstesnadır.” Bu madde her hususta eşit haklara sahip bir vatandaşlık profilini çizmektedir.

Beni Nadir, Beni Kurayza ve Beni Kaynuka adlı Yahudi kabileleri, Medine civarında oturdukları halde ilk etapta, hicretin birinci yılında imzalanan bu antlaşmayı kabul etmemişlerdi. Hatta Ebu Davud’un Süneninde yer alan bir rivayete göre6 bu anlaşma, Bedir savaşından sonra, yani hicretin ikinci yılında gerçekleşmiştir. Gerçekten de Mekkeli müşrikler Bedir’de hiç beklemedikleri bir yenilgiye uğrayınca bu yenilginin intikamını almak üzere yeni bir savaşın hazırlıklarına başladılar. Yahudilerin önemli bir şairi olana K’ab b. Eşref de onlara yardım etmek üzere Mekke’ye gitmişti. Hatta K’ab b. Eşref Medine’nin üzerine saldırdıkları takdirde kendilerine yardım edeceği sözünü de vermişti. Fakat K’ab bir grup Müslüman’ın kılıcıyla öldürüldü. K’ab’ın ölümü üzerine Yahudiler korkuya kapılarak Müslümanlarla bir savunma anlaşmasına yanaşmışlardı.7 Buradan yola çıkılarak Medine sözleşmesinin Bedir Savaşı’ndan sonra yapılmış olabileceği ifade edilmiştir.

Esasen Anayasanın Yahudilerle ilgili maddeleri, bir savunma savaşı esnasında Yahudilerin yapmakla mükellef oldukları görevleri sıralamaktadır. Ancak Müslümanların, sadece dışarıdan gelecek bir saldırıdan değil, aynı zamanda Yahudilerin böyle bir saldırgana karşı besleyecekleri yakınlık ve sempatiden de endişe edilmekteydi. Bu yüzden İslam anayasası vatan savunması ve iç emniyet konularında barış anlaşmasının bölünmez bir bütünlük arz ettiğini, hiçbir müminin diğer müminleri hariç tutarak bir barış anlaşması imzalayamayacağını 17. madde ile teminat altına almıştır.8 Buna paralel olarak, savaşa katılan bütün birliklerin sıra ile hizmete koşacakları ve askerlik hizmetinin tam bir eşitlik altında herkes için mecburi olduğu (madde, 18) açıkça ifade edilmiştir. Diğer taraftan, müminlerin birbirilerinin Allah yolunda akan kanlarının intikamını almakla mükellef oldukları hususu anayasa ile güvence altına alınmıştır. (Madde, 19)

Anayasanın muhtelif maddelerinde, tüm vatandaşlara sorumluluk bilincini yüklemek ve onları güvenlikten sorumlu tutmak amacıyla vurgular yapılmıştır. 45/B maddesinde ise bu konu açık olarak: “Her bir zümre kendilerine ait mıntıkadan (gerek savunma gerek sair ihtiyaçlar hususunda) sorumludur” şeklinde belirtilmiştir.

Kısacası Yesrib şehri hicret-i Nebeviyeden sonra büyük bir stratejik önem kazanmıştı. Medine, gerek Mekkelilerin Suriye’ye giden ticaret yolu üzerinde oluşu gerek kuzeydeki Hayber bölgesinin Yemen’e giden ticaret yolunun üzerinde olması hasebiyle askeri ve ekonomik öneme de sahipti. Yesribli yerli Müslümanların daha önce Akabe bey’atlerinde Hz. Peygamber’le (s.a.v) yaptıkları anlaşmaya göre, bütün dünyaya karşı savaşa yol açsa bile Muhacirleri korumaya söz vermişlerdi. Bu anayasa ile Müslümanlar kadar olmasa da, Medine’de yaşayan gayri Müslimler de savunma konusunda benzer sorumluluklar altına sokulmuşlardır.

5-Medine Şehir Devletinin Sınırları:
Bilindiği gibi Medine ahalisi geniş bir ova üzerinde ve gelişi güzel bir şekilde yerleşmiş bulunuyordu. Yahudi kabilelerin ekserisi kent dışında ve belli bölgelerde bir arada yaşıyorlardı. Yine de Müslümanlarla müşrikler ve Yahudiler yan yana ve iç içe yaşamaktaydılar. Yani bir Arap mahallesinde Yahudi, bir Yahudi mahallesinde de Müslüman Arap yaşıyordu. Yahudiler Medine Sözleşmesiyle İslam topluluğuna katılınca artık ülkenin sınırlarına işaretler koymanın zamanı gelmişti. Anayasa metninde İslam ülkesi ile ilgili ifade Cevfü’l-Medine” (Medine’nin içi) şeklindedir. 39. maddede, “Bu sahifenin gösterdiği kimseler lehine Yesrib vadisi (cevfi) haram (mukaddes) bir yerdir” denilmektedir. Bu maddenin işaret ettiği mana, çeşitli kabilelerin ikamet ettiği Medine ovası yahut vadisinin tamamıdır.

O zamanki İslam ülkesinin sınırları ile ilgili olarak kaynaklarda daha detaylı bilgiler de bulunmaktadır. Nitekim Resulüllah’ın (s.a.v) Medineli sahabilerinden birisi olan Cuşem b. Harise kabilesinden Raf’i b. Hadic’in şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Mervan b. el-Hakem bir hutbe irad etti. Hutbesinde Mekke’yi, Mekke ahalisini ve Mekke’nin haramlığını zikretti de Medine’yi, Medine ahalisini ve Medine’nin haram olduğundan söz etmedi. Bunun üzerine Raf’i b. Hadic Mervan’a: ‘Bana ne oluyor ki, senden Mekke’yi, Mekke ahalisini ve Mekke’nin haram oluşunu işitiyorum da Fakat Medine’yi, Medine ahalisini ve Medine’nin haram olduğunu zikretmiyorsun? Hâlbuki Resulüllah (s.a.v) onun iki kara taşlığı arasındaki bölgeyi haram kılmıştır. Bu husus, Havlan’da tabaklanan bir deri parçası üzerinde yazılmış olarak yanımızda mevcuttur. Şayet istersen onu sana okurum.’ 9

Medineli bir sahabi olan Raf’i b. Hadic’in Medine’nin de Mekke gibi haram bir bölge olduğu konusuna önem verdiği anlaşılmaktadır. Buhari’de yaralan bir başka habere göre Resulüllah (s.a.v) K’ab b. Malik’i, kurulmuş bulunan Medine Şehir devletinin ülke sınırlarını göstermek üzere çeşitli yerlere sınır taşları dikmek için görevlendirmiştir. Tarih yazarı el-Matarî K’ab b. Malik’in anlatımını şöyle nakleder: “Resulüllah (s.a.v) beni Medine’nin haram hudutlarını göstermek üzere yüksek yerlere bir takım işaretler dikmek için görevlendirdi. Ben bu işaretleri Zatü’l-Ceyş, Müşeyrib, Mahid tepeleri ile Hufeyya, el-‘Uşeyre ve Teym yükseklikleri üzerine diktim.”10 Bu hadisten anlaşıldığına göre Resulüllah (s.a.v) Medine harem bölgesinin sınırlarını doğu, batı, kuzey ve güney istikametlerinde taşlarla belirlemiştir.

6-Din Özgürlüğü ve Takva:
Anayasanın 25. Maddesinde “Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir” denilerek modern anlamdaki din özgürlüğü dile getirilmiştir. Denilebilir ki, bu madde gayri müslimlerin bir muhakeme serbestiyetine sahip olacaklarını, yani Yahudilerin Tevrat’a göre muhakeme edileceklerini öngörmektedir. Bu muhakeme sonucunda bile eğer ihtilaf devam edecek olursa Resulüllah’a (s.a.v.) başvurulacağı açıktır. Çünkü 42. madde, üzerinde ihtilaf edilen bir hukuki davanın çözümü hususunda Allah’a (Kur’an’a) ve Peygamber’e müracaat edileceğini açıkça belirtmiştir. 11

Birçok maddede ise “takva”ya vurgu yapılarak Allah korkusunun toplum hayatındaki yerine işaret edilmiştir. 20. maddede, “Takva sahibi müminler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar” denilerek adeta takva yasanın en temel maddesi olarak kabul edilmiştir. Yine 13. maddede özetle şöyle denilmiştir: “Takva sahibi müminler, kendi evlatları bile olsa suçlulara karşı olacaklar ve suçluları asla korumayacaklardır.” Bu ifadeler takvanın, adalet duygusunun temeli olduğunun en açık delilidir. Yine 36/B maddesinde “Allah bu yazıya en iyi riayet edenlerle beraberdir” denilerek kanunlara itaatin, takvanın en üst derecelerinden biri olduğuna işaret edilmiştir.
7- Müslümanlara Yönelik Maddeler:

Anayasanın birçok maddesi, malî konularda birbirilerine yardım etmekle mükellef bulunan müminlere hitap ediyor. Muhacirlerle ilgili olan 3. maddede şöyle denilmektedir: “Kureyş’ten olan Muhacirler, kendi aralarında adet olduğu şekilde kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler.” Yine 12. maddede, “Müminler kendi aralarında ağır malî sorumluluklar altında bulunan hiç kimseyi bu halde bırakmazlar” denilmektedir. Bu maddenin devamı sayılan 12/B ve 13. maddelerinde de müminlerin malî problemlerinin çözümü yoluna gidilmiştir.

14. maddede, hiçbir müminin, bir kâfir için mümin öldürecek kadar küfür ehline taraftar olamayacağına vurgu yapmaktadır. Bu madde, müminlerin kiminle hangi düzeyde dostluk kuracaklarını göstermesi bakımından önemlidir. 15. maddede ise “Müminlerin diğer insanlardan ayrı olarak birbirinin mevlası (dostu, sahibi) durumunda” oldukları ifade edilmiştir. Bu madde, “Sadece müminler kardeştirler. O halde ihtilafa düşen kardeşlerinizin arasını düzeltin”12 ayetinin ifade ettiği hükme uygundur. Bu ayet, dünyanın neresinde olursa olsun bütün müminlerin kardeş olduğunu ve gerçek kardeşliğin ancak müminler arasında olabileceğini ifade ediyor.

Yine 17. maddede “Barışın tek ve bölünmez olduğu, hiçbir müminin, bir grup mümini hariç tutarak kimse ile barış anlaşmasını yapamayacağı” anlatılmıştır. Buna göre hiçbir mümin, mümin kardeşlerinin zararına olacak şekilde gayri müslimlerle bir ittifak içine giremez. 22. maddede ise, “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir müminin bir suçluyu koruyamayacağı” ifade edilmiştir. Bu madde, adalet duygusunu zayıflatacağı ve kamu vicdanını sarsacağı gerekçesiyle suçluyu korumayı kesin olarak yasaklamıştır.

8- Yürürlük Maddeleri:
Anayasa metninin sonunda iki tane yürürlük maddesi yer almaktadır. 46. maddede, “Bu sahifede gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların Mevlalarına, bu sahifede gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur. Haksız şekilde kazanç temin edenler sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahifede gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riayet edenlerle beraberdir.” Bu madde özellikle sözleşmenin geçerliliğine ve yazılı naslara uymanın erdemliğine işaret etmektedir.

47. madde şöyledir: “Bu kitap, bir haksız fiil veya cürüm işleyen (ile ceza) arasına giremez. Kim ki bir savaşa çıkar veya kim ki Medine’de kalırsa yine emniyet içindedir. Haksız bir fiil veya cürüm işlenmesi halleri müstesnadır. Allah ve Onun Resulü Muhammed himayelerini, (bu sahifeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.” Anayasanın bu son maddesi güvenliğin önemine işaret etmiştir. Ayrıca bir suç işlenmediği sürece hiç kimsenin itham edilemeyeceğini, sadık vatandaşların otorite tarafında birinci derecede himaye görmeyi hak ettiklerini vurgulamıştır. Bu madde, Mecelle’nin bir temel kuralı olan “Beraet-i zimmet asıldır” ilkesine uygundur.

Sonuç
Bu sözleşme bir şehir devleti için tasarlanan bir anayasa olmakla birlikte İslam’ın evrensel kurallarını da içermektedir. Fakat özel anlamda, Medine’de yaşayan topluluğun savunma, kanun koyma, yardımlaşma, adalet işleri ve savaş hukuku gibi tüm temel ihtiyaçlarını karşılamıştır. Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) kurulan bu şehir devletinin başı durumundaydı. Sahabileri de “yöneticiler zümresi” diye ifade edilebilen bir konumdaydılar.

Bazılarının aklına gelebileceği gibi Resulüllah (s.a.v) lüks bir hayat sürmek ve kendisine bağlı olanları daha müreffeh dünyevî bir hayata kavuşturmak için bir çaba içinde değildi. Onun amacı insanların güvenliğini ve herkesin güven içinde istediği yere seyahat etmesini sağlamak ve adaleti yaymaktı. Bu dönemde başta Hz. Peygamber (s.a.v.) olmak üzere bütün Müslümanların hayat düzeyinin daha zahidane ve mütevazı olmak mecburiyeti vardı. Çünkü kadın, erkek, genç, ihtiyar her Müslüman günde beş vakit namaz kılmak zorundaydı. Mekke döneminde farz olmayan oruç ibadeti Hicretin 2. yılında farz kılınmıştı. Müslümanlar yaz kış demeden her yıl Ramazan ayında oruçlu olmak mecburiyetindeydiler. Ayrıca varlıklı olan Müslümanlar fakir olan Müslümanlara zekat vermek zorundaydılar. Her gün beş vakit namaz kılmak, yılda bir ay oruçlu olmak ve fakirleri gözetlemekle yükümlü olan bir topluluğun hayatında lüks yaşam izlerini aramak beyhudedir. Aslında bu sözleşme ile Müslümanların maddi ve manevi hayatları dengelenmişti. Dolayısıyla Müslümanların lüks bir hayat sürmek gibi bir talepleri zaten olamazdı.

Resulüllah’ın (s.a.v) devlet başkanı olması, asayişi ve güvenliği sağlama ve toplumun hayatını hukukî bir düzene sokması açısından önemlidir. Eğer böyle bir devlet nizamı kurulmamış olsaydı, özellikle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Medine’ye teşrifinden sonra Medine sokakları ve çevresi tamamen güvensiz olacaktı.

Dipnotlar:
1- İbnu Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, III, 222, 223, Beyrut, 1985.
2- Vesika için bkz. İbni Hişam, Siret, II, 147; İbnu Kesir, el- Bidaye ve’n-Nihaye, III, 223.
3- TDV İslam Ansiklopedisi, XI, 541, İst., 1995.
4- Türkçe Metin İçin bk. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, s. 206; YeniŞafak Yayınları, Ankara, 2003.
5- En’am, 6/164.
6- Ebu Davud, Sünen, 19/23.
7- Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 195, 196.
8- Geniş bilgi için bk. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 193.
9- Müslim, Sahih, Hac, 457; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 141.
10- Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 195.
11- Salih Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, s. 46, İrfan Yayınevi, İst., 1969.
12- Hucurat, 49/10.

Öz
Bir sözleşme, bir beyanname ve bir anayasa mahiyetindeki Medine vesikasına dikkatle bakan herkes, Hz. Muhammed’in (s.a.v) bu belge ile insanlığın temel sorunlarını çözecek esasları ve insanî değerleri asla göz ardı etmeyen bir anayasa hazırladığını görecektir. Bu yüzden denilebilir ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) aynı zamanda insanlığa hizmeti ve güvenliği esas alan bir devlet kurmayı başaran ve sosyal bir toplum meydana getiren benzersiz ve güçlü bir devlet adamıydı. Vicdan özgürlüğünü esas alan ve dünyanın ilk anayasalarından biri sayılan bu ilk metinde Resulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Bismillahırrahmanirrahim, Resulüllah Muhammed tarafından verilen bu antlaşmayla Kureyş ve Yesrib Müslümanları ile onlarla müşterek bir davada olup herhangi bir köke mensup olan insanların tümü bir tek ümmet olmuştur.” Bu girişten sonra birçok kavim ve kabile tarafından verilecek diyetlerle Müslümanların kendi aralarında yerine getirecekleri özel görevler açıklanmıştır. Belki de vesikanın en önemli maddesi, ihtilafların çözümü için Kur’an ve Hz. Peygamber’in tek çözüm mercii olarak kabul edilmesidir. Çünkü bu madde ile Resulüllah (s.a.v) merkezî otoritenin tek sahibi olarak gösterilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Sözleşme, Anayasa, vesika, Medine, Muhacir, Ensar, Yahudiler, Evs ve Hazrec.

Abstract

Everyone who analyse carefully the Medinah Document which is an agreement, a statement and a constitution, can see that Prophet Muhammad (pbuh) had prepared a constitution which is considering the humanitarian values and the solutions of the basic problems of the humanity. For that reason, we can say that Allah's messenger Prophet Muhammad (pbuh) was a unique and powerful stateman who had succeed to establish a state predicated on serving to humanity and security and had established a social community. Prophet Muhammad (pbuh) had said in that statement predicated on freedom of conscience, which is considered as the first constitution of the world:

"In the name of God, the most Merciful the most Compassionate, With this statement which is given by Prophet Muhammad, Kuraish and Yesrib Muslims and all the people whoever related with them in any case, in any roots, all will be considered as one community." After this introduction, the taxes which will be given by many tribes and hordes and the special duties which Muslims will apply among themselves had been explained. The most important article of the statement was the decleration of Holy Qur'an and Prophet as the only solution authority. Because with this article The Prophet (pbuh) had been declared as the only owner of the central authority.

Keywords: Agreement, Constitution, Statement, Medinah, Muhajeer, Ensar, Jewishes, Evs and Hazrej

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder