Popüler Yayınlar

27 Şubat 2013 Çarşamba

MEDİNE SÖZLEŞMESİ VE İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİNİN KARŞILAŞTIRMASI




 MEDİNE SÖZLEŞMESİ VE İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİNİN KARŞILAŞTIRMASI


Medine Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyanname’lerinin ortaya çıkışlarında çok ciddi sosyolojik ve psikolojik zeminleri vardır. 622 yılında İslam medeniyetinin kuruluşundaki zeminle 1948′de Avrupa’daki sosyolojik zemin arasında önemli benzerlikler göze çarpmaktadır. Batının 1948 yılında geldiği noktaya İslam medeniyeti 1326 sene önce gelmiştir diyebiliriz. Her iki sözleşmede de birey hukuku, kültürlerin hukuku ve devlet hukuku arasında denge kurulmaya çalışılmış ve birey, kültür grupları ve devlet yönetimi hakkındaki sınırlar çizilmiştir. Bu tür sözleşmelerde toplumsal empatinin ve birlikte yaşamanın bilinci görülmektedir.

Kültürel birliktelikler olmazsa toplum birlikte yaşamayı başaramaz. İnsanlar birbirleriyle sürekli kavga eden, savaşan, öldüren toplumlar haline gelirler. Bununla ilgili psikososyal deney yapılmıştır. Bir adaya 50 tane ergenlik öncesi gençler koyulur. Başka bir adaya da yine 50 tane aynı yaşlarda gençler yerleştirilir. Her iki adadakilere de üçer aylık süre tanınır. Birinci adadakilere, 3 ay boyunca serbest oldukları ve kendi tecrübelerini yazmaları istenir. Buradakilere hiçbir sınır konmaz, hiçbir amaç belirlenmemiştir, aralarında bir sözleşme yapılmadan bırakılmışlardır. İkinci adadakilerle küçük bir sözleşme yapılır. Bir amaç belirlenir, bu amaca göre bir ateş yakılır ve sönmeden devamlı yakılı tutulması istenir. O ateşin yakılmasıyla ilgili prensipler verilir.

3 aylık sürenin sonunda raporlara bakıldığında amacı ve sözleşmesi olan ikinci adadaki gençlerde kavgaların ve tartışmaların daha az olduğu, birlikte yaşamayı daha iyi başardıkları görülür. Birinci adadaki gençlerde ise sözleşme olmadığı ve keyfi bırakıldıkları için aralarında kavga, tartışma ve olayların çok fazla yaşandığı gözlemlenir. Bu deney, insanların birlikte yaşa­ma konusunda kendiliğinden bunu oluşturamadıklarım, insanlara bunun sunulmasının önemli olduğunu ortaya çıkarmaktadır.

İslam dünyası dışındaki toplumların ancak 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi oluşturabilmesi ve ayrıca bu beyannamede Medine sözleşmesinin izlerinin görülmesi insanlığın bu tür sözleşmelere vahiyle ulaşabildiğini göstermektedir. İnsanlık Medine sözleşmesi gibi bir anlaşmayı kendi kendine yapamamıştır. Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasıyla birlikte gelen vahiyler, kitaplar, suhuflar vardır. Bu belgelerle yapılan sözleşmeler mevcuttur ama insanların hepsini birleştirebilecek bir sözleşme noktasına İslam medeniyetinin başlangıç döneminde ulaşılmıştır.

Medine Sözleşmesi, insanlığın zihinsel olarak o seviyeye geldiğini fakat insanlığın olgunlaşmasının çok öncesinde olması bir vahiy sözleşmesi olduğunu gösterir -insanlık kendi olgunluğunu kısmi olarak 1948 yılında insan hakları beyannamesi ile göstermiştir.- Bu nedenle Medine Sözleşmesine medeniyet öncesi sözleşme de denilebilir.

Medine Sözleşmesi Bireyi Tanımlıyor

Medine Sözleşmesinin toplumsal empati açısından önemli unsurlarından biri, toplumun bağlılık duygusuna vurgu yapmasıdır. Bireyin toplumla bağını tanımlamakta ve insanın yaşadığı toplumdaki sınırlarını belirlemektedir. Kişinin, toplumun ve devletin hukuku arasındaki sınırları belirler. Sosyal faaliyetlere iştirakle ilgili yine sınırlamalar yapılır. Medine Sözleşmesi bireyin yatay ilişkilerinin hukukunu geniş biçimde tanımlarken, İHEB ise bireyin devletle olan ilişkisini tanzim etmede daha ileri seviyededir.

İnanç Özgürlüğü Getiriyor

Medine Sözleşmesi, Yahudi gibi diğer dini gelenekte olanları da vatandaş olarak kabul etmekte ve inanç özgürlüğü getirmektedir. Ortaçağ’da İspanya’da engizisyon mahkemeleri zorla Katolikleştirirken, kendi dininden olmayanları yok ederken, Medine Sözleşmesinde başka dinden olanları da İslam devletinin vatandaşı olarak kabul edildiğinin gösteren maddeler içermektedir. O tarihte başka dinlerden olanlara özgürlük tanıması konusunda yazılı teminat verilmesi ve hatta bunu güçlüyken yapabilmesi sözleşmenin çok öngörülü olduğunu göstermektedir.

Çok Hukuklu Sistemin Temellerini Atıyor

Medine Sözleşmesinde çok hukuklu bir sistemin temel taşları görülmektedir. Şehrin düzeniyle ilgili bir anlaşmazlık durumunda nasıl çözüleceği, dış tehlikelere karşı nasıl korunacağı belirlenmiştir. Farklı hukuklara teminat verilmektedir. Yahudilere kendi içerisinde dini hukuklarını ve kendi kurallarına göre evlilik ve medeni kurallarını düzenleme hakkı tanımaktadır. Müslümanlar da kendi kurallarına göre medeni haklarını belirleyeceklerdir. İngiltere’nin yapmaya çalıştığını İslam medeniyeti yüzyıllar öncesinde başarmıştır. Medine Sözleşmesi çok hukuku öngörmesi açısından İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini geçmiştir. Çünkü 1948′deki beyannamede çok hukuklu sistem hakkında bir önerme yoktur.

Medine Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi farklı hukuklara ve inançlara saygı göstermektedir. “Herkesin dini kendisine” algısıyla farklı dindeki insanlara empati yapılmaktadır. Medine Sözleşmesinde “Benim gibi yaşayacaksın, benim gibi düşünmeyen tehdittir” yorumlaması görülmez. İnsan Hakları Beyannamesinde bile bu kadar açık ifade edilmemektedir.

Tek Tip İnsana Karşı Çıkıyor

Medine Sözleşmesi, fidye ve diyet konusunda Müslümanları ve Yahudileri kendi kuralları içersinde serbest bırakmıştır. Yahudileri Müslümanların fidye sistemine uyma gibi bir zorunluluk getirmemiştir. Benu ‘Afv Yahudileri kendi aralarında adet olduğu üzere önceki şekilde kan diyetlerini ödemelerine iştirak edeceklerdi. Onların geleneksel hukuklarına ve geleneksel birikimlerine saygı gösterildi. Bu kural da bize Medine Sözleşmesinin tek tip hukuk ve tek tip insan oluşturma çabasının olmadığını gösterir. Her kavmi olduğu gibi kabul etmekte ama bir kamu düzenini oluşturmayı hedeflemektedir.
“Genel düzeni bozmadığı sürece herkes kendi içersinde özgür hareket edebilir” anlayışının bu sözleşmede bulunması, çağının çok ötesinde bir anlaşma ve vahiy kaynaklı olduğuna delil olarak gösterilebilir. Mesela maddelerden birinde, Yahudilerle ilgili zulme uğramaksızın Müslümanlara karşıt olanlarla yardımlaşmazlarsa, yardım ve desteğe hak kazanacaklardır. Kendilerine karşıt olanlarla bir faaliyet içersine girmezlerse, kendilerine müdahale edilmeyeceği belirtilmektedir.

Yine başka bir maddede “Yahudilerin dinleri kendilerine Müslümanların dinleri kendilerine” şeklinde açıklama vardır. Bu madde de çağın çok ilerisinde bir yaklaşımdır. Kendinden olmayanı düşman ve tehdit olarak gören ve yok etmeye çalışan tek tip insan yetiştiren kültür, 20. yüzyılın ideolojisidir. Günümüzde Amerika ve Batı kendi kültürünü, popüler kültürü dünyanın hâkimi yapmaya çalışmaktadır. Medine sözleşmesinde böyle bir maddenin bir irade dışında imzalanıp deklare edilmesi, Ortaçağ’da Avrupa’nın hiç yapamadığı, günümüzde ise tam olarak içselleştiremediği, benimseyemediği bir kuraldır.

20. yüzyılda Tek Tip Kişilik

Hangtinton’un kültürler savaşı teorisine göre batı medeniyeti üstün ırk, diğerleri ise değişip batıya benzemesi gereken ötekiler olarak kabul edilir. Beyaz Anglo Sakson Protestan (WASP) ırk özne olmuş, dünya da özne olmayı terk edip nesne olmuştur. Aynı durum ülkemiz için de geçerlidir. Cumhuriyetin başında kendi kültürel benliğini bırakan Türk milleti özne olmaktan vazgeçerek batıya nesne olan ve onu taklit eden kültür haline geldi. Devletin resmî ideolojisi, “batı kültürüne benzemek modernliktir; benzememek gericiliktir” tarzında sunuldu.

Tarihsel egosunu batıya teslim eden, kendi iddiası olmayan, sadece batıyı taklit eden bir kimlik oluşmuş. Fakat bu kimlik halkla doku uyuşmazlı­ğı yaşadığı için toplum kabul etmemiştir. Ama bunun sonucunda da kendi eski kültürünü koruyamamış, batılı da olamamıştır. Anadolu’da mevcut kültürün yasaklanması, batı kültürünün yayılmaya çalışılması fakat bunun kabul edilmemesi sonucunda arabesk kültür ortaya çıkmıştır. Osmanlı döneminde olmadığı kadar halk, Arap müziğini dinlemeye başladı. Bir tarafı doğu diğer tarafı batı olan karışık bir kimlik ortaya çıktı. Bu durum kültür politikalarında devrim olmayacağını gösterdi.
Benzer bir durum Çin’de de yaşandı. Mao kültürel bir devrimle seküler bir konfüçyüzmi (neo konfüçyizm) uygulamak istedi fakat başarılı olamadı. Çünkü çok güçlü ve oturmuş bir medeniyetleri vardı. Halk havza şeklinde medeniyetlerini devam ettirmiştir. Kendi medeniyetlerinin disiplini ile kapitalizmin ekonomik artılarını birleştirerek dünya ekonomisinde ciddi şekilde küresel bir özne oluşturdu.

Kendi kültürlerini koruyarak batının ekonomik kurallarını alıp kullanan Çin’in başarısını biz ülke olarak gösteremedik. Günümüzde hâlâ kıyafet tartışmaları nedeniyle entelektüel enerjimiz bu konulara harcandığı için ekonomik üretimimiz zarar görmektedir. Türkiye’yi küresel güç, üniversiteleri bilimsel merkez haline getirme yerine jandarmalık yapıp öğrencilerin kılık kıyafetleriyle uğraşılmaktadır. Ülkenin bunu aşamamasında kültürel olarak tercihlerini yanlış kullanmasının rolü vardır. Bu durum da Türkiye’deki resmî ideolojinin tek ulus, tek tip insan kavramı olduğunu göstermektedir. İnsan Haklan Evrensel Beyannamesine göre devletin resmî ideolojisi yoktur.

Devlet ideolojiler arasın­da dengeyi sağlayıcıdır. Bütün insanların tek bir ideolojiye uyma zorunluluğu, Ortaçağ yaklaşımıdır. Ülkemizde geçerli olan anayasa, resmî ideolojisi olan darbe anayasasıdır. Kurulu düzenden çıkarı olanlar, toplumun büyük çoğunluğuna empati yapamadıkları için Türkiye’nin çağdaşlaşmasına karşı çıkarak bu anayasanın değiştirilmesini onaylamıyorlar. Aynı zamanda batıya da empati yapamadıkları için Avrupa Birliği’ne girmeyi Sevr olarak algılıyorlar. Avrupa Birliği’nin kültürel, siyasi ve toplum yönetimiyle ilgili standartları vardır. Türkiye’deki azınlık, birliğin bu temel değişmez kurallarına ve birliğin amacına empati yapamıyor. Hem girmek istiyorlar hem de değişmek istemiyorlar. Bu durum da ya algılama kusuru veya niyet bozukluğu olarak açıklanabilir.

Köleliğe Karşı Çıkıyor

Medine Sözleşmesi “Himaye altındaki kimse, bizzat himaye eden kimse gibidir. Ne zulmedilir ne de kendisi zulmedebilir” maddesiyle köleliğin değişmesini sağlamıştır. Köle alınan kimsenin veya himayesi altında bulunan grubun kendisi gibi kabul edilmesi, yediğinden yedirerek, giydiğinden giydirerek köleliği yavaş yavaş eritmeyi planlamıştır. 13 asır önce gündeme getirilmesine rağmen Amerika’da zenciler, Avrupa’da Yahudiler, Almanya’da Türkler 2. sınıf olarak ötekileştirilmiştir. Bu madde ötekileştirmeye karşı çıkarak herkesi kendin gibi görme anlayışını getirmiş ve ırkçılığa karşı çıkmıştır. Irkçılığı sorgulatan ve ona karşı tavır aldıran bir maddedir.

Medine Sözleşmesinin bir başka maddesinde “Himaye verme hakkına sahip olanların dışında hiç kimse himaye veremez” denilmektedir. Bu maddeye göre hiç kimse patron gibi herkesin hamiliğine cüret edemez. Himaye vermenin hukuku belirlenmiştir. İnsanların bir cemaat, grup oluşturarak bir şeyler yapılmasını pek onaylamayan bir maddedir. Böylece menfaate dayalı hukuk oluşturulmasının ve himayenin suiistimali önlenmiş olmaktadır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde de yayınlandığı yıldan itibaren köleliğe karşı çıkılmış ve köle ticareti yasaklanmıştır. Fakat Amerika’da yakın zamana kadar zencilere ikinci sınıf insan muamelesi yapılmıştır.

Savaş Hukukunu Belirtiyor

Günümüzde bütün dünyada savaşlar hukuksuz yapılırken, asırlar öncesinde Medine Sözleşmesi savaş hukukunu belirledi. Hangi savaşta, kimlerin masrafları nasıl karşılayacağı, savaş açanlara nasıl davranılacağı ile ilgili ilkeler sözleşmede yazıldı. Savaş esirlerine nasıl davranılacağı, güvenliği gibi konulara açıklık getirilmiştir. Bu maddeleriyle Medine sözleşmesine “Toplumsal Empati Sözleşmesi” de denilebilir. İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi onun modern versiyonudur. Medine Sözleşmesinde zalimlik yapılamaz deniyorsa, İHEB’de işkence yapılamaz denir.

Yasalar Önünde Adil Yargılanma Hakkı Veriyor
Sözleşmede yaşama özgürlüğü ve kişi güvenliği hakkı vardır. Herkesin yasalar önünde eşit olması ve kimseye imtiyazlı davranılmaması vurgulanmıştır. Birçok sahabenin Yahudilerle eşit ve aynı anda sorgulandığını gösteren rivayetler vardır. Her iki sözleşmede de (Medine Sözleşmesi ve İHEB) hiç kimseye keyfi davranılamayacağı belirtilir. “Ben yaptım oldu; hukuk da neymiş; emir demiri keser” gibi yaklaşımlar her iki sözleşmenin de ilkelerine aykırıdır. Adil yargılanma sırasında padişahın oğlunun veya kızının diğer insanlardan hiçbir farkı yoktur. Hukuksuzluk yaptıysa aynı cezalar onlara da uygulanır.

Herhangi bir davada yalancı şahitlik yapılmasını istemek, resmi bir kurumda işinin bir an önce halledilmesi için torpil kullanmak, trafikte öne geçmek gibi yanlışlıkların hata olduğu bilinerek yapılabilir ama bunların doğru olduğunu savunmak çok daha yanlıştır. Hukuksuzluk ilkelliktir ve her iki sözleşme de insanlığın ilkellikten çıktığı­nı göstermektedir. Medeni toplumlarla ilkel toplumları birbirinden ayıran en önemli özellik hukuka saygıdır. Bu birey, toplum, sosyal hukuk gibi bütün hukuk dallarını kapsar. Hukuka saygı da insana değer vermek anlamına gelir.

Zulme Karşı Çıkıyor, Yardımlaşma Teşvik Ediliyor

Medine Sözleşmesi’nin “Hiç kimse müttefiklerine karşı bir cürüm işleyemez. Zulmedilene mutlaka yardım edilecektir” maddesi toplumsal empati anlayışım öne çıkarmaktadır. Bir kimse dövüldüğünde, bir evlat annesini babasını dövdüğünde çevredekilerin duyarsız kalmayıp yardım etmesi gerektiği teşvik edilmektedir. Zulmedilene yardım, zulmü önlemeye yönelik bir tavırdır. Haksızlığa uğrayana yardım etme devlete bırakılmıştır. Ayrıca sosyal yardımlaşma desteklenmiştir. Sözleşmede, “Yahudi Yahudi’ye, Müslüman Müslüman’a yardım edecek” denmiyor.

Dil, din, ırk ayrımı yapılmadan zulmedilene yardım edilecek deniyor. Mesela birisi komşusuna zulmederse, öbür komşu zulmedilene yardım edecektir. Komşuluk hukuku ve yardımlaşma desteklenmektedir. Medine Sözleşmesi’nde yardımlaşma vurgusu çok yapılırken İHEB’de bu vurguya rastlanmıyor. Çün­kü batı yardımlaşmanın önemini yeni keşfetti. Amerika’da suç işleyen çocuklara ıslah evlerinde yapılan empati eğitiminde işkence gören insanların görüntüleri seyrettirilerek bu kişilerden birinin yakınlarının olması halinde neler hissedecekleri sorularak empati öğretilir. Bu eğitimden sonra topluma bırakılırlar. Batı bu eğitimlerin bilimsel olarak yararlarını anladıktan sonra zulme karşı çıktı ve yardımlaşmanın önemini anladı.

Diyalog Teşvik Ediliyor

“Makul” kelimesi Medine Sözleşmesi’nde sıkça kullanılmıştır. Bu kelime empati üretir ve uzlaşma çağrısı yapar. Makul, “akla yakın” manası taşımaktadır. Makul bir yerde birleşmek demek, her hangi bir konuda iki tarafın veya daha çok tarafın birer adım atması ve bir yerde uzlaşmasıdır. Makul olmayanda ise “illa benim dediğime tâbi olunacak” manası vardır. Makul kelimesinin çok kullanılması uzlaşmanın teşvik edildiğini gösterir.

Medine Sözleşmesi farklı düşünce yapısındaki, farklı kültürlerdeki, farklı gelenekteki insanların makul bir şekilde bir araya gelmesini yani toplumdaki yatay ilişkileri teşvik etmektedir. Klasik devletçilikte, toplumda yatay ilişkinin tersine dikey ilişki, emir-komuta ilişkisi söz konusudur. Yukarıdaki otorite doğruları bilir ve ona itaat edilir. Otoriteye tabi olan da rahat eder. İHEB’de ise uzlaşma ile ilgili bir maddeye rastlanmamaktadır.

Muhalefete Hak Tanıyor

Medine’de İslam dininden olup da aykırı davranan kimseler bulunmaktaydı. Medine münafıkları denilen bu kişiler ikili oynayarak Müslümanları zor durumda bırakıyorlardı. Mesela savaşa gidileceği zaman söz verip de son anda yüzlerce kişinin savaştan çekilmesine sebep oluyorlardı. Bazı Müslümanlar bunları öldürmek istediler. Fakat buna izin verilmedi. Böyle davranan insanlarla mücadelenin, onları yok etmek olmadığı, onlarla diyaloga girerek açık açık konuşulduğunda gerçeğin zaman içersinde anlaşılacağı savunuldu. Çünkü onların da sevenleri ve sempatizanları vardı ve haksız saldırı gibi algılanabilirdi.

Medine’deki uygulama bu tarz ikili oynayan, nifak psikolojisindeki insanlara karşı nasıl davranılacağı konusunda ipuçları veriyordu. Bu kişilere mütecaviz, saldırgan olmadıkça dokunulmaması gerektiği savunuldu çünkü her toplumda farklı düşünen, muhalif kişiler olacaktı. Münafıkları öldürmek, sürgüne göndermek, düşüncelerini değiştirmeye zorlamak İslam dininde izin verilmedi. Onun yerine bu insanlarla empati kurmaya çalışıldı. Neden bu kimseler yanlışlıklar yapıyorlar, kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarından üstün tutuyorlar diye psikolojileri anlaşılmaya çalışıldı.

Münafığın tanımına bakıldığı zaman, kendi egosunu daha çok kutsallaşman ve seven, başkalarının çıkarları ile kendi çıkarı arasında tercih yaptığı zaman kendi egosunu tercih eden olduğu görülür. Bu kişilerin yapay çekicilikleri vardır. Bunların etrafında iyi niyetli olan kişiler vardır, onların bu münafıkları zamanla tanıyarak görmeleri gerekir. Bu da biraz bedel ödenmesini gerektirir.
Hz. Peygamber o zamana kadar yapılmamış ve çağlar öncesi bir tavırla muhalefetin olduğunu kabul edip, onla­ra karşı nasıl bir davranış alınması gerektiğinin yollarını göstermiştir. İnsanların tartıştığı zaman kılıcı çekip hemen sonuç aldığı, kız çocuklarının diri diri gömüldüğü, çocukların tanrılara kurban edildiği, diğer bir ifade ile pagan kültürünün bütün kurallarının yaşandığı bir kültürde kendine muhalefet edeni yok etmek yerine onun mizacına, düşüncelerine saygı duymak ve kararlarına müdahale etmemek üstün bir siyaset örneğidir.

Mesela savaş kararı alındığında bir grup kimsenin savaşa gitmekten vazgeçmesi siyasi muhalefettir. Hz. Peygamber bu muhalefeti yok etmek yerine onların tercihi olarak gördü ve karışmadı. Bir müddet sonra münafıklar yalnızlaştılar ve Resulullah’ın haklılığı ortaya çıktı. Böylece muhalefetle mücadelenin bir hukuku olduğu ve ona göre mücadelenin yapılması gerektiği anlaşıldı. Hz. Peygamber’in Yahudilere ve münafıklara olan bu tavrı liberalist bir yaklaşımdır. Münafıklara özgürlük tanımış, serbest düşünce ortamının oluşmasını sağlamış ve zaman içinde hatalarının ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Hudeybiye Anlaşması

628 yılında Hz. Peygamber Kabe’yi ziyaret etmek için bin dört yüz kişi ile birlikte Mekke’ye hareket etti. Hudeybiye mevkiine geldiğinde, Mekkelilere haber gönderdi ve Kabe’yi ziyaret etmek istediklerini belirtti. Mekke’ye Müslümanların girmesini istemeyen müşrikler karşı çıktılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber, kesinlikle savaşmak için gelmediklerini, amaçlarının sadece Kabe’yi ziyaret olduğunu, isterlerse bir anlaşma yapabileceklerini söyledi. Mekkeli müşrikler de savaşmaya yanaşmadıkları için Hudeybiye Anlaşması imzalandı.

Bu anlaşmanın maddelerinden biri “Mekke’ den birisi Müslüman olarak Medine’ye sığındığı zaman iade edilecek; fakat Medine’den Mekke’ ye sığınanlar iade edilmeyecekti.” Bu madde sahabelerin itirazına sebep oldu. Müslümanlar için zayıflık işareti olarak kabul edildi. Mekke’de bu sözleşmeyi imzalayanların oğulları Müslüman olup Medine’ye geliyordu. Sözleşme gereği üzülerek de olsa geri iade ediliyordu. Fakat daha sonra bu gençlerin sayısı arttı. Mekke’den kaçan fakat Medine’ye kabul edilmeyen Müslümanlar Mekke-Şam kervan yolu üzerindeki İs mevkiinde üslendiler.

Kısa zamanda sayıları üç yüze ulaşan Müslümanlar, müşriklere karşı gerilla savaşı yürütmeye başladılar. Kureyş’in kervanlarına saldırıyor, ellerine düşen Mekkeli müşrikleri öldürüyorlardı. Mekkeliler kendilerinden olmayan Medinelilerin de içine almadıkları bu gruptan gördükleri zarar karşısında Medinelilerden ilgili maddenin anlaşmadan çıkarılması için başvurdular. Bunun üzerine Hz. Peygamber isteklerini kabul ederek Müslümanları Medine’ye çağırdı. Bu anlaşma, kendi çıkarına bile olmasa güçlü olanın dediğinin olmadığını, hukukun dediğinin olduğunu gösterdi. 13 asır önce hukuka saygının en güzel örneği yaşandı. Hukuka saygı, toplumsal empatinin bir parçasıdır.

Hukuk Vicdani Sorumluluğu da İçermeli

Batı da ise özellikle yasaların kutsallaştırılmasını Almanya’da görüyoruz. Çok çalışkanlık, kurallara bağlılık, zevkleri erteleme gibi püriten ahlak gösteren Almanların bu özelliği ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra çabuk toparlanmalarının sebebi olmuştur. Fakat bu tür toplumlarda içsellik olmadı­ğı için kurallar bozulduğunda kaos çıkar. Çünkü iç hukuk dediğimiz, vicdani sorumluluk yani yaratıcıya karşı bir sorumluluk yoktur.

Kural öyle olduğu için sorgulamadan itaat eder. İslam hukuku kuralları kutsallaştırmadan vicdani boyutu ön plana çıkararak yardımlaşmayı vurgular. Gazetecilikte verilen bir örnek vardır. Kaza geçirmiş bir yaralı kıvranırken gazetecinin görevi onun fotoğrafını çekip haber yapmaktır, yardım etmek değildir. Kuralcı bir gazeteci görevini yapar, inisiyatif kullanıp yardımda bulunmaz. İşte bu örnekte olduğu gibi İslam hukukunun birinci görevi insani boyuttur ve vicdani sorumluluktur. Bu sebepten dolayı bu hukuk sistemi diğerlerinden daha ileridir.

Medine Sözleşmesi toplumsal empati açısından vizyonu daha büyük bir sosyal sözleşmedir. Bireyler arasındaki yatay ilişkinin hukuki tanımlamasına daha çok vurgu yapılmıştır. İHEB ise bireyin devletle olan ilişkisini tanzim etme açısından daha yüksek bir toplumsal sözleşmedir.

web adresinden alınmıştır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder