Popüler Yayınlar

20 Ağustos 2013 Salı

‘Bir Gezi var Gezi'den içeri': Gezi savaşları


Gezi olaylarının bir kendi gerçekliği var. Bir de “Gezi” üzerinden, bu olayın patlak vermesinden itibaren, gerek en ateşli olduğu gün ve haftalarda, gerek de olayların ateşi durulduktan sonra süregiden “entelektüel savaşlar”ın gerçekliği var.

Bu “entelektüel tartışmalar”ın aslında anlamsızlığı ortada üzerinde uzlaşılmış bir Gezi fikriyatının ve sosyolojisinin tanımının olmamasından bile tespit edilebilir.

“Gezi sosyolojisi” diyen her kalem “Gezi sosyolojisini” farklı tanımlamakta.

Bazıları için söz konusu olan Gezi Parkı “yerleşimcileri”yken, bazıları için bu süreçte birden keşfedilen ve kutsanan “apolitik 90 kuşağı”yken bazıları için sitelerinde tencere tava çalan orta yaş üzeri kitle olmaktadır.

“Gezi” fikriyatının ise hiçbir oluşum ve ideolojide vücut bulmadığı halde yüceltmek ya da aşağılamak için her yazıda bu strateji keyfince tatbik edilmekte, bir taraf kutsanan muhayyel ve kendinden menkul “Gezi ruhu”nu istenilen kişiler ve söylemlerde bulmakta, öteki cenah da aynı şekilde özenle seçilen örneklemlerde “Gezi ruhu gerçeği”ni ifşa etmektedir.

Bu muğlaklıklar keyfi sonuçlara varmak için geniş imkânlar açmaktadır.

Bu makalede “Gezi sosyolojisi” ve “Gezi fikriyatı” değil bu sosyolojiyi “tahliller” üzerinden yapılan savaşlara ilişkin bazı gözlemlerde bulunulacak.

Zaten açıktır ki; Türkiye'de adeta bir endüstri haline gelen haziran-temmuz Gezi yazılarının çok azı ciddi anlamda “anlama” kaygısı gütmüştür.

Bir tarafta vıcık Gezi romantizmi, öte yandan soğuk “AK Parti rasyonalitesi” kendilerini “hakikat” olarak dayatmaya çalışmaktadır.

Bu yazıların hemen hemen hepsi polemik yazılarıdır ve neden Gezi iyidir ya da kötüdür, neden Gezi geçmişe dönüktür/geleceğe dönüktür argümanların keyfi kanıtlar ve gözlemler üzerinden ilan edilmesinden ibarettir.

Oysaki hiçbir toplumsal olay bu kadar sarih ikiliklere ve ahlaki mutlaklıklara hapsedilemez. Bununla beraber “Gezi”nin çok daha karmaşık olduğu bu makalede düşünülmektedir.

Bu ahlaki önermeler bir de bir “Gezi sosyolojisi”nin varlığı/yokluğuna eklemlenmektedir. Bir cenah için “Gezi sosyolojisi” diye bir şey yoktur.

Olan 2007 Cumhuriyet mitingleri yeni sürümünden ibarettir.

Öbür cenah için ise yepyeni, dinamik ve “geleceğe dönük” bir kültürel/sosyolojik temerküz söz konusudur.

Bu ikisi de aslında açıktır ki fikir değil, ideolojik önkabuller/yargılardır.

Daha önce yazar tarafından yine bu köşede (daha çok seküler siyasetin tıkanmışlığını da ortaya seren) “kültür savaşları”ndan bahsedilmişti (Doğan Gürpınar, “Bir Muhalefet Biçimi Olarak Duyarlılık”, Zaman, 2 Mayıs 2013).

31 Mayıs günü ise polisin şuursuz ve izansız şiddet kullanımıyla bu kültür savaşları boyut ve bağlam değiştirdi.

Bu fütursuz şiddet sadece dar ve politik-gündemli bir kalabalığı geniş ve politik-angajmandan uzak bir kalabalığa dönüştürmekle kalmadı, aynı zamanda bu kalabalığın kendi meşruiyetini yarattı.

Polisin şuursuz ve izah edilemez şiddeti normal bir zamanda olamayacak ve tolere edilemeyecek bir karşı-şiddeti (vandalizmi, Beşiktaş'taki Başbakanlık binasına taarruzu) karşılayamaz bir hale düştü.

31 Mayıs günü yekpare bir bütünlük arz etmeyen ama güçlü bir duygudaşlığa sahip AK Parti muhalefeti daha önce haklı/haksız birçok durumda devşirmeye çalıştığı ama büyük ölçüde kendi ahlaki açıkları ve siyasi beceriksizliği sebebiyle sağlayamadığı bir “ahlaki üstünlük”ü kendisinin bile hayal edemeyeceği bir yoğunlukta altın tepside önünde buldu.

Ancak bu noktadan sonra bu eylem de kendi haklılık ve meşruiyet üstünlüğünü bonkörce har vurup harman savurmaya başlamakta gecikmedi.

Sadece geleneksel solun şiddet temayülü değil aynı zamanda “yeni sol” grupların da sol romantizmiyle maksimalizmde ısrarıyla ve bir politik programının/zekasının olmamasıyla eylem kendi enerjisini sadece yıkıcı olarak ve sloganlarla ifade eder hale getirdi.

Kutsanan “90 kuşağı” ise bir politik bilinç ve ağırlıktan yoksun olduğundan, bu sürecin “sempatik yüzü” ve aslında hakiki kalıcı mirası olduğu halde silinip gitti.

Buna elbette aslında eylem boyunca ulusalcılık başarıyla dışlandığı halde yine de (kısmen de çözülmesi zor bir açmaz olarak siyasi dağarcığın Kemalist yan anlamlardan kaçamamasından mütevellit) ulusalcılığın manevi ağırlığına bir alternatifin yokluğunda onun manyetik çekiminden kaçamama  ve bir noktadan sonra neo-ulusalcılığa teslim olması eklenmelidir.

Bununla beraber Gezi olaylarının etkileri sadece kalıcı değil aynı zamanda kurucu olacak.

Bunun sebebi Gezi olaylarının kendisi değil, açtığı yeni ahlaki meşruluk imkanları ve kanalları. 2007 sonrası tüm ittifak ve husumetleri 27 Nisan muhtırasına verilen tepkiler belirlemişti.

2007-2012 arası tüm entelektüel ve ideolojik kutuplaşmalar 2007 yarılmasının ve kopuşunun artçılarından ibaretti denebilir. 

2012'de ise 2007'nin tam kutuplaşmış manici evreni flulaşmaya ve gevşemeye başlamıştı.

31 Mayıs ise doğal ömrünü artık sürdürmekte zorlanan 2007-temelli ittifakların birden tuzla buz olmasını getirdi.

Mantıksal olarak bu husumet ve yeni ittifak kurgularını Ocak 2013'te açığa çıkan ve Türkiye'nin gelecek on yıllarını şekillendirmeye namzet barış sürecinin belirlemesi gerekirdi.

Ancak siyaset rasyonel değil irrasyonel işlediğinden 31 Mayıs kendisinden sonraki ittifak ağlarını şekillendirecek gibi gözükmekte.

Bundan sonra yeni entelektüel ve kültürel savaşlar başlayacak. Poker masası yeniden kurulacak ve haklılıklar ve haksızlıklar yeniden dağıtılacak.

Her iki taraf da kendince kanıtlar devşirecek. AK Parti tarafının stratejisi aslında fazlasıyla açık ve düz. 2007 şablonunu bire bir bu sürece uygulamaktan ibaret.

Darbe, “azgın azınlık”, darbecilik vs. Aynı şekilde Gezi olayının toplumsal boyutunun mutlak inkarı. Zaten 31 Mayıs günkü kalabalık, sonradan abes olduğu aşikarlaşan şekilde, darbeyle özdeşleştirildi.

Bunun abesliğinin ardından ise (tıpkı “sivil vesayet” gibi) kendinden çelişkili sivil darbe kavramı kullanıma sokuldu.

Gezi diye yekpare bir bütünlük olmadığı halde Gezi=sempatikleştirilmiş ulusalcılık analizleri ve Gezi olayının toplumsal boyutunun, Arap Baharı'ndan Occupy hareketine, 2000'lerde yeni bir ideolojik ve kültürel kurguyla ivme kazanan yeni toplumsal hareketleriyle ilintisinin, ezberden reddi ise ciddi entelektüel tıkanıklığın ve tecessüs yoksunluğunun alameti.

Bu bir bakıma adeta ulusalcılığın İslami hareketin toplumsallığını ve dinamizmini yok sayarak kendini Kemalist ezberlere gömmesini hatırlatıyor.

Bu tecessüs yoksunluğunun ise entelektüel sıkışmayı beslediği aşikar.

Bir tarafta bu yeni temerküz “yeni Türkiye”ye kör topal adapte olmaya çalışır ve (samimi olsun ya da olmasın) onun dilini benimsemeye çalışırken en büyük şansı ise AK Parti'nin “eski Türkiye” dilinden kalma ezberlerine boğulmuş olması.

Zira bu süreçte savunmacı halde AK Parti entelijansiyası vaat ettiği “yeni Türkiye”nin dilinden uzak, sıkıcı ve ihtiyar bir dil kullanmaya başladı.

Bu özellikle AK Parti entelijansiyasının, slogansal dili aynen tekrarlayınca, yurtdışında ve uluslararası basında birden itibarsızlaşmasında açığa çıktı.
    
Aynı şekilde AK Parti entelijansiyasında komplo teorilerine şaşırtıcı temayül aslında fazlasıyla açıklayıcıdır.

Zira komplo teorileri aslında tam da sosyolojik olarak açıklanamayanı ve açıklanmak istemeyene bir şablon olarak işlevselleştirilirler.

Komplo teorilerine temayül sadece bir bireysel yatkınlıkla veya ruh haliyle ilişkili değildir.

İnsanlar, ideolojiler ve entelektüeller açıklayamadıkları sosyal olay ve olgularla karşılaşınca dışsal açıklamalara yönelmekte, açıklayamadığını, hatta belki açıklamayı reddettiklerinde “komplo” görmektedir.

Gezi romantizmi ise klasik ulusalcılığın dışında ve ötesinde yeni bir sosyolojik/kültürel temerküzün oluştuğu iddiasındadır.

AK Parti'nin (vardıysa) ilericiliğinin tükendiğini ve 2013 itibarıyla tarihin yönünün buradan çıkan “ruh”la örtüştüğünü anlatmaya çalışmaktadır.

AK Parti entelijansiyasının Gezi'yi ulusalcılıkla eşitlemesi ne kadar abesse, bu “geçmişin yükü”nün bu kadar kolay boşaltılabileceğini sanmak da, hele karşı taraf da bunu istismar edebildiği sürece, o derece abestir.

Neo-ulusalcılık (ya da reformist ulusalcılık) zaten 2-3 yıldır AK Parti'nin müesses nizam olmasından itibaren “kullanılabilir ilericilikleri” sahiplenmekte ve işine geldiği biçimde kullanmaktaydı ancak neo-ulusalcılığın ahlaki açıkları buna inandırıcılık sağlanmasını mümkün kılmıyordu.

Burada olan ise AK Parti muhalefetinin 2-3 yıldır birikmiş ama kendine kısmen geçmişin yükleri sebebiyle, kısmen de neo-ulusalcılığın ahlaki açıkları sebebiyle kendine bir kanal bulamamış meşruiyetin birden kendine yol bularak açığa çıkmasıdır.

Burada yapılmaya çalışılan ulusalcı ana akımla “ilerici” sol gündem arasındaki hiyerarşik ilişkiyi tersine çevirip “ilerici” sol gündeme “entelektüel önderlik” kazandırma çabasıdır.

Bununla beraber “ilerici” sol gündeme mündemiç ulusalcı refleksler ve ezberler bu projenin sınırlarını ortaya koymaktadır.

Yine kullanılan dil birçok bakımdan Kemalizm'den tevarüs eden “kültürel üstünlükçü” dil oldu.

Ancak Gezi olayları bu projeye tüm ahlaki açıklarına ve siyasi ufuksuzluğuna rağmen yeni bir şans ve hayat öpücüğü verdi.

Bunun müsebbibi ise büyük ölçüde kendi aktörlüğünden çok AK Parti'nin sadece Gezi olaylarındaki tavrıyla içine düştüğü büyük ahlaki açık değil onun kadar da söylemsel hataları ve eski ezberlerini tekrarlamaktan ibaret tavrı oldu.

31 Mayıs Türkiye'deki entelektüel ve kültür savaşlarına yeni bir eşik ve kırılma anı olacak gibi görünüyor.

AK Parti muhalefeti belki de uzun süreli düzenli geri çekilmenin ardından ilk kez bir mevzi kazandı. Özetle, Gezi olayları

1-) Seküler siyasete neo-ulusalcılıkla iç içe geçmiş olmakla beraber geçmişe değil geleceğe dönük bir tahayyül için ilk kez kayda değer imkânlar sundu

2-) Bunda ise büyük ölçüde ilk kez bu kadar yoğunlaşmış ve billurlaşmış bir şekilde açığa çıkan AK Parti'nin entelektüel/söylemsel sefaleti ve ahlaki açıkları önemli amil oldu.

Ortada ne kaba bir eski Türkiye vs yeni Türkiye AK Parti ikiliği var, ne de AK Parti'ye karşı yeni bir siyaseti temsil eden bir temerküz var.

Olan geçmiş dağarcık ve söylemlerle iç içe geçmiş bir şekilde yeni bir siyaset dilinin oluşma ve dönüşme süreci ve seküler kesimde “tarihin sonu” algısı yaratmış bir şekilde (Bakınız Doğan Gürpınar, İlkan Dalkuç, “AKP ve Türkiye'de Tarihin Sonu mu Geliyor?” Taraf, 25 Ocak 2012) tıkanmış tarihin akışının hızlanması. Tarihin ne sonu geliyor, ne sabit kalıyor.

Dar anlamda ve kısa vadede görülebilecek etkisinden öteye, bir seküler sosyolojinin CHP'yi de aşarak AK Parti'nin ahlaki açıkları üzerinden kendini siyaseten yeniden kurma çabaları.

Bu akışın ise (sloganları ve içi boş güzellemeleri bir kenara bırakırsak) bugünden bilinebilecek vektörelliği ve herhangi bir sonu yok.

İki tarafın Twitter şövalyeliklerini, goygoyunu ve amigolukları bir kenara bırakırsak, Gezi üzerinden kültürel ve entelektüel savaşlar önümüzdeki yıllardaki siyasetin ana eksenini belirleyecek.

İki taraf da, haklılıkların evrensel normlar ve ahlaki önermelerden değil karşı tarafın haksızlıkları üzerinden kurulduğu bir polemik kültüründe, kendi seçilmiş haklılıklarını yarıştıracak.

Mizahı, fikirleri, entelektüel sermayeyi ve de ahlaki üstünlükleri hiçbir zaman küçümsememek gerekir. Zira küçümseniyor ve önemsenmiyor gibi görünüyor!

*Yrd. Doç. Dr. İstanbul Teknik Üniversitesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder