Popüler Yayınlar

20 Ağustos 2013 Salı

Mahremin gözüyle Göle'ye bakmak

4 Ağustos 2013


Gezi Parkı eylemleri başladığından beri gündemimizi, sosyolojik muhayyilemizi değiştirip dönüştürmekle kalmadı, aynı zamanda her iki mahallenin entelektüelleri ve köşe yazarlarını zıt kutuplarda karşı karşıya getirdi, safları sabitledi.

Eski dostlar düşman oldu: Kendi mahallesinin çıkarları hilafına söz söyleyenlere sırt çevrilip köşe yazılarında tu kaka edildi.

Bunlardan birinin hedefi de bir zamanlar İslamcı aydınların yere göğe sığdıramadığı sosyolog Nilüfer Göle'ydi.

Ve onun şahsında zavallı sosyoloji. Bu yazı bütün bu haksız eleştirilere bir cevap olmadığı gibi bir Nilüfer Göle güzellemesi de değildir.

Anlatılan veya anlaşıldığı sanılan Göle ile ilmiyle, seminerleriyle bizatihi tanınan Göle arasındaki uçuruma hayret ederek kaleme sarılmaktan başka çaresi kalmamış öğrencisinin Göle ile dönüşüm hikâyesinden ipuçlarıdır.

Fransa'da Nilüfer Göle'nin rahle-i tedrisinde başörtülü öğrenci olmakta ilk çekincem - İslamcı birtakım yazarların hep savunduğu üzere -

“Acaba beni başörtümün dışında da görecek mi?

Bedenimin bağırarak anlattıkları kadar içerimin sesine de kulak verecek mi?” oldu.

Psikoloğun sakladığınızı sandığınız zımni yalanla dolu her hareketinizi okuyacağını sanma endişesi gibi, ben daha bir çocukken benim hikâyemi -o zaman başımda olmayan ama mahallemin her kadınının başında olan başörtüsünün hikâyesini- yazmış bir sosyoloğun karşısında kapalıyken çıplak hissedecek miydim?

Akıllı telefonumu kıbleyi bulmak için kullandığımı, sıcakta sınıfta neden pardösüyle oturduğumu, ders arasında çıkıp döndüğümde namaz kıldığımı sezgisiyle fark eden ama bana asla belli etmeyen bu kadının başörtülü yanımdan öğrenecek daha neyi olabilirdi ki?

Bazılarının yanlış bir çıkarımla İslam'ı bedene ve sembollere indirgediğini sandığı hocanın karşısında bir sembolden öte neydim?

 Seküler muhayyilesi ağır basan bir sosyolog İslam'ın derûnundan ne kadar anlayabilirdi?

GÖLE’YE ELEŞTİRİLER VE HAKKANİYETİN YİTİRİLMESİ

İslamcıların da çok iyi bildiği üzere, hidayet hikâyeleri dönüşüm ve değişimden ibarettir, sosyolojinin de tez yapan-tez yöneten, araştırmacı-araştırma konusu arasında karşılıklı hidayete erdirme gibi bir dönüştürücü yönü vardır, iyi ki de vardır.

Ben de Göle'ye çıraklığımın başlangıcında karşımda fildişi kulesinde yaşayan Türkiye'nin en meşhur sosyoloğu olduğunu sanıyordum.

Oysa muhatabım mütefekkir konformizmini terk ederek karşı mahalleyi hem de kimse anlamak istemezken anlamaya çalışması sonucunda kendi mahallesinden aforoz edildiği için ailesini, evini ve dostlarını bırakıp başka ülkeye fikir çilesi çekmeye gelmiş bir modern muhacirdi.

Bir kimse ilim öğrenmek ya da insanlar tarafından dışlandığı yerden uzaklaşmak için başka bir yere taşınırsa hicret etmiş sayılır.

İroniktir ki geldiği yerde de başörtüsünü, burkayı her savunduğunda sert laikçilerin saldırısına uğrayacaktı.

Kendi hocasıyla düştüğü fikir ayrımı tam da başörtüsünden başlamıştı:

Stasi Komisyonu'nda Fransız devlet okullarındaki başörtüsü yasağına onay veren hocasının departmanından çok önem verdiği vefayı bir yana bırakıp ayrılması da bu yüzdendi.

Yani Paris kafelerinde entelektüel ahkâm kesen, her iki mahalleye de yaranmaya çalışan, “laik bilinçaltı” zor zamanda hortlayan, muktedire sığınıp şakşakçılık yapan biri değildi.

Yine bir hadisten ilhamla, âlim kendisini anlamayanların içinde ancak “garipti”.

Fikir sancısından sonra fikir edebini öğrendim Göle'den. Başbakan'a asla ilk ismiyle hitap etmemeyi, insanları duygusal yakınlıkla değil, fikirleriyle tartmayı, öğrencilerine “siz” hitabıyla saygı duymayı, gücün tahakkümü altında doğrudan ve hakkaniyetten ayrılmamak gerektiğini.

Bu yazı tam da bu yüzden yazıldı. 

Göle'nin Gezi Parkı analizlerine eleştiriler entelektüel edebi aşıp içeriye, mahreme, maneviyata, bilinçaltına inmeye, örtünün neyi örtüp neyi edepsizce örtemediğini hayretle okumaya başlayınca.

Benim de bir zamanlar Göle'nin, çalışmalarında başörtüsünü objeleştirdiğini sandığım gibi, bu yazarlar da onu maneviyattan ve ruhi dönüşümden anlamaz materyalist sosyolog derekesine indirivermişlerdi.

Hâlbuki yirmi beş yıl önce mahremi, kendi hayatında mahreme ne kadar önem verdiğinin altını çizerek analiz eden yine Göle'ydi. Mahrem, yani gizli saklı, ‘sır'lı, sınırlı, görünmez duvarlı, fizikten çok fizik ötesi bu kavramı.

Hoca'nın Gezi yazılarındaki araştırmacı heyecanından da anlaşıldığı gibi görsele, semboliğe, performansa, bedene verdiği önem onu asla metafiziği, içeriyi, maneviyatı anlamaktan geri bırakmadı.

Ben de dâhil öğrencilerinin tez çalışmalarında araştırmayı düşünemeyeceğimiz huşu, hayâ, ihlâs gibi soyut ve tasavvufi kavramları sosyolojik, antropolojik, teolojik ve edebi dillere dökmemizi hararetle teşvik eden yine kendisidir.

Tam da Gezi olayları en yoğun dönemindeyken kendisine teslim ettiğim, tezimin bir bölümünde geçen “insibağ” meselesi, benim diyen pek çok İslamcının bilmediği bir kavramken, onun sanki tekke eğitiminden geçmiş, bir mürşidin dizinin dibine oturmuş gibi suhuletle kavrayışı ne kadar ironiktir.

İnsibağ, yani peygamber, veli ya da âlim huzurunda oturup onun sözü, sohbeti, bakışı, mimikleri, maneviyatıyla değişip dönüşmek ve bunu o halkanın dışında yani fiziğin, sınırın ötesinde asla aynı şekilde yaşayamamak.

Hocanın öğrencisiyle, araştırmacının sahasıyla, hatta Gezi eylemcisinin aynı havayı soluduğu, fiziksel temasta bulunduğu karşıt görüşten diğeriyle geçirdiği “manevi” başkalaşım gibi.

Köşesinden rahatça eleştirdiği kişilerle göz göze, diz dize temasa girmeden vuranların anlayamayacağı gibi.

Velhasıl, Gezi Parkı olayları bazılarında “makul eleştiri” imkânının yitimine sebep oldu. 
Manevi / mahrem / tenha olan es geçildi; maddi / dışarlık / vitrin olan asıl sanıldı.

Peki mahrem göç edip gurbette garipliği zaten yaşarken sılada miras bıraktığı sosyolojinin suçu neydi?

*EHESS (Sosyal Bilimler Yüksekokulu), Paris

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder