Popüler Yayınlar

12 Ağustos 2013 Pazartesi

ÜLKÜCÜ




Beşir Ayvazoğlu

AKSİYON Sayı: 974 / 22-02-1997

Şu günlerde kırklı yaşlarını yaşıyorlar, fakat yakından bakarsanız çoğunun bir asır yaşamışçasına yorgun olduğunu gözlerinden okuyabilirsiniz.

Bazıları siyaset arenasında çeşitli partilere dağılmış olarak mücadelesine devam ediyor.

Bazılarıyla bürokrat veya önemli başarılara imza atmış iş adamları olarak karşılaşmak mümkün.

Basın dünyasında şöhret kazananlar da var, üniversitelerde akademik kariyer yapanlar da. Yeraltının karanlık dehlizlerinde serseri mayın gibi dolaşan babalar mabalar mı istersiniz, devlet sevgileri ve misyon vehimleri okşanarak çeşitli işlerde hoyratça kullanılan, bu arada istihbarat teşkilatlarının oyuncağı haline gelenler mi?

Her şeyden ellerini eteklerini çekip sıradan insanlar olarak hadiseleri uzaktan buğulu gözlerle ve yüreklerinde derin acılar hissederek seyredenler de var.

Birçoğu yıllarca hapishanelerde yatıp inanılmaz işkenceler görmüş, hatta idamdan paçayı kıl payı sıyırmışlardır; kimi çatışmaların kimi de işkencelerin izlerini ya vücutlarında yahut kalplerinde ve beyinlerinde mezara kadar taşıyacaklardır.

Fakat inanır mısınız, sahteleri (ki onlar 1970'lerin keşmekeşinde parsa toplamak için harekete katılmış psikopatlardır) dışında, hemen hepsi "ülkücü" kimliğini benimsedikleri günlerdeki heyecanı yüreklerinin derin köşelerinde hâlâ muhafaza ederek ülkelerine hizmet etmeye çalışan gerçek idealistlerdir.

Kıyasıya bir nefis muhasebesinden geçmiş, bir zamanlar fena halde aldatıldığını ve kullanıldığını anladığı için yaralı ve muğber bir nesil.

Evet, 1980 öncesinin ülkücülerinden söz ediyorum, şu günlerde Abdullah Çatlı ve Oral Çelik gibi adlar etrafında günah tekesine çevrilen ülkücülerden.

Onların tamamı Türk veya kendilerini Türk hisseden, fakir veya orta halli, muhafazakâr, genellikle Demokrat Parti'ye ve onun devamı olan Adalet Partisi'ne oy veren ailelerin çocuklarıydı; ilk ciddi çatışmayı gittikleri okullarda kendilerine aşılanmak istenen değerlerle evlerinde edindikleri değerler arasındaki farklılık yüzünden yaşadılar.

Mesela evde Âdem peygamber, okulda Darwin'in teorisi öğretilirdi, evde büyüklerin Ulu Hakan diye saygıyla söz ettikleri Sultan Abdülhamid, okulda Kızıl Sultan'dı; evde imkân, okulda olanaktı.

Hatta bazı öğretmenler annelerinin babalarının namazlarıyla alay eder, açıkça sosyalizm ve ateizm propagandası yaparlardı.

Bu yüzden öğretmeniyle tartıştıktan sonra ister istemez kendini kendisi gibi düşünenlerin teşkil ettiği grup içinde bulup ertesi gün de soluğu Ülkü Ocağı'nda alan çok insan bilirim.
Onların da etkilendikleri, millî ve manevî değerlerden, komünizm tehlikesinden, esir Türklerden ve yirmi birinci asrın Türk asrı olacağından söz eden, hafiften kabadayı tavırlı öğretmenleri vardı.

Solcu öğretmenlerin etrafında genellikle burjuvazi ve bürokrasinin çocukları kümelenirdi.

Yoksul veya orta halli ailelerin çocukları "sağ"da, maddî hiç bir sıkıntı yaşamayan şehirli seçkinlerin çocukları ise tuhaf bir şekilde "sol"da yer alırlardı.

Aslına bakılırsa çatışmanın arkasında, 1950'den sonra birden büyük bir hız kazanan ekonomik ve sosyokültürel değişmenin sancıları vardı.

Özellikle büyük şehirlere akarak varoşlardaki gecekondu semtlerinde tutunmaya çalışan insanlar bu sancıları iliklerine kadar hissediyorlardı; açıkçası varoşlarda her türlü siyasî tahrik ve telkine son derece uygun şartlar oluşmuştu.

Soğuk savaşın da aynı yıllarda doruk noktasına ulaşmış olması, buna ve 1961 Anayasası'nın getirdiği geniş hareket serbestîsine bağlı olarak sosyalizmin kazandığı ivme, öte yandan solcuların Sovyetler Birliği tarafından beslenip kontrol edildiğine dair derin şüphe, üzerine bir de öğrenci olayları eklenince, halkın geleneksel "Moskof" düşmanlığıyla birleşerek çatışmanın psikolojik zeminini hazırladı.

Siyasî konjonktürün palazlandırdığı sol sadece öğrenci hareketleriyle değil, asıl kitlenin değerlerini acımasızca hırpaladığı sineması, tiyatrosu ve edebiyatıyla da gündemi elinde tutarak baskısını açık bir biçimde hissettiriyor, iletişim araçlarını bu yolda doğrusu çok iyi kullanıyordu.

Tam o sıralarda Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ni ele geçiren Alparslan Türkeş ve arkadaşları sola karşı özellikle üniversite gençliğine yönelik teşkilatlanma faaliyetlerine başlamış, Milliyetçi—Toplumcu Yüksek Tahsil Talebe derneklerini kurmuşlardı.

Ne var ki Demokrat Parti'yi askerî bir darbeyle iktidardan uzaklaştıran kadronun içinde yer almış, üstelik Nihal Atsız çizgisinde kuru bir Türkçülüğü savunan eski subayların yönettiği bir partinin geniş halk kitlelerine ulaşması imkânsızdı.

Bunun için 1969 yılında Adana'da yapılan kongre, aynı zamanda CKMP içinde Nihal Atsız Türkçülüğünü savunanlarla İslam'a daha yakın bir milliyetçiliği savunanların hesaplaşması şeklinde cereyan etmiş, sonuçta, Osmanlı üç hilalini benimseyenler, gamalı haça benzetilmiş üç hilali savunanları tasfiye ederek partinin adını Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirmişlerdi.

CKMP güdümündeki Milliyetçi Toplumcu Yüksek Tahsil derneklerinin adı da nasyonal sosyalizmi çağrıştırdığı için kısa bir süre sonra terk edilecekti.

Artık Ülkü Ocakları vardı ve Serdengeçti'nin deyişiyle biz "Tanrıdağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman”dık.

Ve otoritesi tartışılamayan Alparslan Türkeş yönetimindeki MHP ile Ülkü Ocakları, köylerden büyük şehirlerin varoşlarına kadar uzanan geniş bir alanda propaganda ve teşkilatlanma faaliyetine girişerek ekonomik ve sosyokültürel değişmenin tabii sonucu olan tepkiyi ve memnuniyetsizliği büyük ölçüde antikomünizm etrafında yönlendirmeyi başardı.

Tepki ve taleplerini MHP'nin ve Ülkü Ocakları'nın şemsiyesi altında ifade eden gençliğin psikolojisi, aslında —Mustafa Çalık'ın önemli çalışması istisna edilirse* pek incelenmemiştir.

Ülkücülüğü Başbuğ Türkeş'in güçlü otoritesine hayran olarak benimseyenler de vardı, solcu gençlerin uzun saçlarına, favorilerine ve modern kızların mini eteklerine kızarak benimseyenler de.

Kısacası modernleşmeye karşı geleneğin kültür kodlarına bağlı tabanın duyduğu şiddetli tepki çeşitli şekillerde ifadesini bularak kolayca MHP'de ve ülkücü harekette yerini alabiliyordu.

Ülkücülerin kültür kaynakları arasında, Türkçülüğün fikir cephesini yapanlar kadar, İslamcılar da vardı; yaşarken uzlaşamamış bazı şahsiyetler, mesela

Ziya Gökalp ile Mehmed Âkif,

Nihal Atsız ile Necip Fazıl,

ülkücü bir gencin kafasında rahatlıkla uzlaşabiliyordu.

Birçok gencin Türkçü, daha sonra ülkücü olmasında, Nihal Atsız'ın Bozkurtların Ölümü ve onun devamı olan Bozkurtlar Diriliyor adlı romanlarının rolü çok önemlidir.

Belli bir yaş döneminde gerçekten etkileyici olan bu romanlarda, Göktürkler'in bağımsızlıklarını yitirerek Çin'in boyunduruğuna girmeleri, Kürşad'ın kırk arkadaşıyla giriştiği ihtilâl ve nihayet bağımsızlığın yeniden kazanılışı anlatılır.

Atsız'ın bu romanlarında çizdiği Türk tipi, ülkücü tipinin oluşmasında etkili olmuştu.

Bu romanları okuyanların gözlerinde, yiğitliği ve kahramanlığı hayatının tek gayesi haline getirmiş, yaşamak deyince savaşmayı anlayan, hile hud'a bilmez, arkadan vurmaz, hürriyetine düşkün, dağları ve bozkırları şehir hayatına tercih eden insanlardan oluşmuş göçebe bir kavim canlanırdı.

Bozkurt sembolü, aşağı doğru sarkan bıyıklar ve abartılı erkek tavırlarının kaynağı bu romanlardı. Her ülkücü Kürşad'ın kırkıncı yiğidiydi! Malazgirt'te Alparslan'la, İstanbul önlerinde Fatih'le, Çaldıran'da Yavuz'la, Mohaç'ta, Zigetvar'da Kanunî ile zaferler kazanır, çöküş devirlerinden nefret ederlerdi.

Yirmi birinci asrın Türk asrı olacağına yürekten inanmışlardı. Hepsi saftı, delikanlıydı.

İdeolojik mücadelenin doruk noktasına ulaştığı yıllarda, Atsız'ın romanları, Kurt Karaca'nın Milliyetçi Türkiye'si ve Alparslan Türkeş'in Dokuz Işık'ıyla (bunlar "doktrin" kitaplarıydı) yetinmeyerek "dâvâ"sını en iyi şekilde savunabilmek için daha fazla bilgiye ihtiyaç hisseden ülkücülerin okuyabilecekleri kitapların pek fazla olduğu söylenemezdi.

Daha çok komünizm, siyonizm ve masonluk aleyhindeki kitaplar okunur, Kızıl Zindanlar, Sağ—Sol Kavgası, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler ve Kara Kitap gibi bilgilendirmekten çok bileyen kitaplar elden ele dolaşırdı.

Kültürlü bir ülkücünün kitaplığında, meal, tefsir, hadis ve ilmihal gibi temel dinî kaynaklardan başka,

Gökalp'in Türkçülüğün Esaslarıyla
Âkif'in Safahat'ı,
İsmail Hami Danişmend,
Necip Fazıl,
Peyami Safa,
Osman Yüksel Serdengeçti,
Erol Güngör,
Cevat Rifat Atilhan ve
Seyyid Ahmed Arvasi gibi yazarların kitapları mutlaka bulunurdu.

Millî Eğitim Bakanlığı'nın 1969 yılında yayımlamaya başladığı, genel okuyucunun

Yahya Kemal,
Ahmet Haşim,
Ahmet Hamdi Tanpınar

gibi edebiyatımızın önemli isimlerine ulaşmasını sağlayan, hepsi "temel" olmasa da, çok sayıda önemli kitabın yer aldığı 1000 Temel Eser dizisi ise ülkücünün kitaplığını ve ufkunu bir hayli genişletmişti.

Yine 1969 yılında yayımlanan bir kitap ülkücülerin tarihe ve Türk—İslâm medeniyetine bakışında önemli bir değişime yol açtı:

Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi. Selçuklu tarihi sahasında dünya çapında bir uzman olan Prof. Dr. Osman Turan'ın diğer eserlerine nazaran epeyce pragmatik olan bu kitabındaki tezi, adından ve 'Türk Dünya Nizamının Millî, İslamî ve İnsanî Esasları' şeklindeki alt başlığından açıkça anlaşılmaktadır.

Bu kitabı okuyan ülkücü gençler, misyonlarının birden dünya çapında genişlediğini görüyor, Türk tarihinden kaynaklanacak bir milliyetçiliğin insanî boyutlar taşıması gerektiğini düşünmeye başlıyorlardı.

Fakat çoğunun uzun boylu okuyup düşünmeye vakti ve sabrı yoktu; çünkü birileri düğmeye basmış, sokakta akıl almaz bir cinnet yaşanmaya başlamıştı.

"Devlet elden gidiyordu!" Onlar ki, her biri bir devlet mistiğiydi, "fena fi'd—devle" olmuşlardı.

Ülkelerine "sevdalı değil, kara sevdalı"ydılar. Türkiye'nin ve Türklüğün düşmanları olduğuna inandırabilirseniz dağlara bile kafa tutabilirlerdi.

Sonunda uğruna savaştıkları devlet tarafından tepelendiler. Olsundu, devletti o, hem severdi, hem döverdi; lütfu da hoştu, kahrı da hoş.

Ezildiler, ufalandılar, aşağılandılar. Yine de "devlet" görev'e çağırınca her şeyi unutup koşacaklardı.

1970'lerde birbirine kırdırılan nesil, sağıyla soluyla, Cumhuriyet tarihinin Türkiye'yi yeni ufuklara taşıyabilecek en "ülkücü" ve enerjik nesliydi, yazık oldu.

Bilseniz, ne çocuklardı onlar!**

* Mustafa Çalık: MHP Hareketi/Kaynakları ve Gelişimi 1965—1980, Cedit Neşriyat, Ankara 1995

** 1980 öncesi ülkücüleri hakkında Ahmet Turan Alkan nefis bir deneme yazdı. Bütün okuyucularıma hararetle tavsiye ederim: "Yatağına Kırgın Irmaklar", Türk Edebiyatı, Sayı 279, Ocak 1997.

Beşir Ayvazoğlu
ANAHTAR KELİMELER


ÜLKÜCÜ, Beşir Ayvazoğlu, Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Ülkü Ocağı, SAĞ, SOL, Sosyalizm, Moskof, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, Alparslan Türkeş - Dokuz Işık, Milliyetçi—Toplumcu Yüksek Tahsil Talebe Dernekleri, Nihal Atsız, CKMP, Milliyetçi Hareket Partisi, nasyonal sosyalizm, Ülkü Ocakları, OSMAN YÜKSEL Serdengeçti,  "Tanrıdağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman”, MHP, Mustafa Çalık, modernleşme,  geleneğin kültür kodları, Ziya Gökalp, Mehmed Âkif, Necip Fazıl, Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor, Göktürkler, Kürşad, Bozkurt sembolü, Kürşad'ın kırkıncı yiğidi, Kurt Karaca - Milliyetçi Türkiye, doktrin, dâvâ, komünizm, Siyonizm, masonluk, Kızıl Zindanlar, Sağ-Sol Kavgası, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Kara Kitap, Gökalp - Türkçülüğün Esasları, Âkif - Safahat, İsmail Hami Danişmend, Peyami Safa, Erol Güngör, Cevat Rifat Atilhan, Seyyid Ahmed Arvasi, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Prof. Dr. Osman Turan - Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, 'Türk Dünya Nizamının Millî, İslamî ve İnsanî Esasları', "Devlet elden gidiyor!", Devlet, “Bilseniz, ne çocuklardı onlar!”, Mustafa Çalık: MHP Hareketi/Kaynakları ve Gelişimi 1965—1980, Cedit Neşriyat, Ankara 1995, 1980 öncesi ülkücüleri "Yatağına Kırgın Irmaklar" Ahmet Turan Alkan - Türk Edebiyatı, Sayı 279, Ocak 1997.


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder