Popüler Yayınlar

20 Mart 2013 Çarşamba

RİSALE-İ NUR DA ALLAH'A İMAN

ALLAH'TAN BAHSETMEK
Mükemmel bir eczahanenin her kavanozunda, harika ve hassas ölçülerle hazırlanmış ilaçlar vardır. O eczahanedeki ilaçlar, maharetli, kimyager, maksatlı bir eczacının varlığına ve özellik­lerine şahittir.
Bitkileri, hayvanları, havası, suyu, gıdası ile bu dünya ecza-hanesi, çarşıdaki eczaneden ne kadar büyük ve mükemmel ise, o derecede kendi eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl'e şahittir. Onu ta­nıtır ve tarif eder.
Binlerce çeşit kumaşı basit bir fabrikadan dokuyan makine nasıl maharetli makinistini ve fabrikatörünü tanıtırsa, yüz bin başlı, her başında binlerce mükemmel fabrika bulunan bu sey­yar makine-i Rabbani de, ustasını ve sahibini bildirir, tarif eder.
Gayet mükemmel bir erzak deposunun, sahibini; onun güç ve kuvvetini tanıtması gibi, bir senede yirmidört bin senelik mesa­fede seyahat eden ve yüz binlerce çeşit ayrı ayrı erzak isteyen misafirlerinin ihtiyaçlanna cevap veren, bahan büyük bir vagon gibi binlerce çeşit ayrı ayrı yiyeceklerle doldurarak kışta erzakı biten biçarelere getiren bu Rahmani iaşe amban da, Sahibini, Mutasarrıfını, Müdebbirini bildirir, tanıttırır.
İçerisinde yüz bin çeşit milletten; silahlan, elbiseleri, talimle­ri, terhisleri ayrı yüz binlerce askerin hiçbirisinin hiç bir ihtiya­cım şaşırmadan ve karıştırmadan yerine getiren bir ordu, onun muhteşem kumandanına şahittir ve o kumandam taktirlerle sevdirir.
Öyle de, bu zemin yüzü ordugahında bitkilerden ve hayvan­lardan müteşekkil milletlerin, yüz binlerce ayrı nevinin, hiç biri­sinin elbise, erzak, silah, talim ve terhisinin hiç karıştırılmadan, şaşınlmadan yapılması ve her baharda yeniden silah altına alı­nan milyonlarca askerden hiç birinde, hiçbir karışıklık çıkma­ması, küre-i arzın Kumandan-ı Azam'ım hayretler ve takdislerle bildirir, hamdler ve teşbihlerle sevdirir.
Muhteşem elektrik lambalarının elektrikçiyi göstermesi gibi, dünyadan milyon defa daha büyük ve süratli, yanmak maddele­ri tükenmeyen lambalar da Sanii'ni tanıtır ve hayran bırakır. Bir satınnda, bin kitap kadar bilgi bulunan, ince kalemlerle yazılan bir kitabın yazarına şehâdeti gibi, her biri bir harf, bir kelime, bir sayfa, bir kitap olan mahlukat da Katibine, Nakkaşı­na şahittir.
Fenler ve ilimler Allah'dan bahseder, onlara kulak veren sa­hibim bulur.[1]
ECZAHANE
Bir eczahanedeki ilaçlar, o ilaçlan meydana getiren maddele­rin her birisinden çok ince bir hesapla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden alınarak yapılır. Eğer, birinden bir iki dir­hem fazla veya noksan alınsa o ilaç hususiyetini kaybeder, belki zehir olur.
Hiç mümkün müdür ki, o ilaçlan meydana getiren maddeler, garip bir tesadüfle, içinde bulundukları şişelerin devrilmesi ile oluşsun. Her birinden belli bir miktar aksın. Zerre kadar idraki olan bir insan 'Bu fikri kabul etmem/ diyecektir.
işte o ilaçlar ve eczahane, maksatlı, bilgili, serveti olan bir ec­zacıya şahitlik ettiği gibi, bu dünya eczahanesi de, o eczahane-den ne kadar büyük ve mükemmelse, o kadar kendi eczacısını ta­nıttırır, sevdirir, hayran bırakır. "Kör, sağır, hudutsuz, sel gibi akan unsurlann, tabiatın ve sebeplerin işidir." diyen adam, "O ilaçlar ve ambalajlar şişelerin devrilmesi ile olmuş." diyen adam­dan daha ahmaktır.[2]

0 SARAYI YAPAN

En mükemmel cevherler kullanılarak muhteşem bir saray yapılır. 0 cevherlerden bir kısmı sadece Çin'de, diğer kısmı En­dülüs'te, bir kısmı Yemen'de, bir kısmı Sibirya'da ve hakeza dün­yanın değişik yerlerinde bulunur. Bina yapılırken, aynı gün içe­risinde dünyanın şarkından, garbından, şimalinden, cenubun­dan o cevherler ve kıymetli taşlar kolayca getirilse, katiyen an­laşılır ki o sarayın sahibi bütün dünyaya sözü geçen mucizekâr bir hakimdir.
işte, her bir hayvan, öyle İlâhî bir saraydır. Özellikle insan, o saraylann en güzeli ve o kasırlann en hayranlık uyandıranıdır. Ve bu insan denilen sarayın cevherlerinin bir kısmı ruhlar âle­minden, bir kısmı misal âleminden ve Levhî Mahfuzdan, bir kıs­mı hava âleminden, nur âleminden, unsurlar âleminden geldiği gibi, ihtiyaçlan ebede kadar uzanmış, emelleri göklerin ve yerin her menzil ve tabakasına yayılmış, ilgi ve irtibatı dünya ve ahirete dağılmıştır.
Madem insanın mahiyeti böyledir, onu yapan ancak, dünya ve ahirete birer menzil, yere ve göğe birer sayfa, ezel ve ebede dün ve yarın gibi hükmeden bir Zat olabilir. Öyleyse insanın ma­budu, kurtancısı yere ve göğe hükmeden, dünya ve ahiretin diz­ginlerini elinde tutan 0 Zat olabilir. (17.Lem'a 14.Nota l.Remiz)
OLMAYAN VEREMEZ
Birisi, bir başkasına para veriyorsa, kendisinde para olması lazımdır, olmasa veremez. Işık verenin, ışıklı olması, nurlandıranın nurlu olması gerekir. İhsan gınadan, lütuf latiften gelir. Aynen öyle de, var olmayan varlığı, görmeyen gözü, işitmeyen
kulağı, güzel olmayan güzelliği veremez. O, Basildir ki, biz gö­rüyoruz, O, Semi'dir ki, biz duyuyoruz.
Suyun üzerinde parıldayan ışıklar gibi, gelip geçici güzellik­ler, Şems-i Sermediye, Ezelî olan Allah'a şahittir. (32.Söz 3. Maksat 3. Remiz 4.Hüccet)
FABRİKA KAPICISI
Bir fabrikanın girişindeki küçük kulübesinde oturan kapıcı­ya, küçük bir taş, kemik ve pamuk gibi birer madde verilir. Da­ha sonra onlan veren adam aynı kulübeciğe gelir ve mahsulâtı almak ister. Kapıcı ona, tonlarca şeker, top top kumaş, binlerce mücevher, mükemmel dikilmiş elbiseler, leziz yiyecekler verir. 0 adam ve ahmak olmayan herkes anlar ki, o kadar az şeyden, bu kadar çok ve güzel şeyi, o kapıcı yapamaz ve yapmamıştır. Hem o küçük kulübe de buna müsait değildir. Orası sadece bir kapı­dır. Onun ötesinde, görünmeyen muhteşem tezgahlarda, o şeyler dokunmuş ve hazırlanmıştır.
Aynen misaldeki gibi, toprağın zerreleri, küçücük bir çekir­dekten, o kadar çok şey dokuma işini kendisi yapmaz. Belki o, sadece rahmet hazinelerinin bir kapıcısıdır.
Havanın zerreleri de, bu kadar önemli ve çeşitli icraatı ken­dileri yapamaz.
O zerreler, Sani-i Zülcelâl'in, emrini, iznini, tercihini ve kuv­vetini ilan eder.(.Söz 2.Maksat l.Nokta l.Mebhas)
DEĞİŞENLER DEĞİŞMEYENDEN
Yerdeki aynaların değişmesi, gökteki güneşin değiştiğini de­ğil, aksine, cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, daimi, her açıdan mutlak kemalde ve Zatında kendine yeten, başkasına benzemeyen ve dayanmayan, maddeden mücerred, me­kandan, kayıttan, imkândan münezzeh, beri ve yüce olan Zat-ı Akdesin değişmesi ve yenilenmesi muhaldir. Bütün bu gelip geçen, yıkılıp bozulan şeyler, yıkılmayan! gösterir. Akıp giden bir nehirde parlayan ve karanlığa girince kaybolan, yeni gelenlerde parıltısını devam ettiren ışıkçıklar, gökteki güneşin devamına şahittir. O gelip gidenler, gelip gitmeyeni, daimiyi gösterir.
Değişmek ve yenilenmek ihtiyaçtan, başkasına dayanmak­tandır. Allah, Vacibül Vücud, yani Vücudu Zatındandır. Kendi­ne yeten değişmez ve başkasına dayanmaya, yenilenmeye muh­taç değildir. (Lem'a 6.Nükte 4. Şua)
PERDELER
Hz. Azrail (a.s), insanların canım alması hususunda Cenab-ı Hakka demiş ki: "Senin kulların benden küsecekler." Cevaben ona denilmiş: "Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım. Vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere atacaklar."
"Evet, izzet, azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Fakat vahdet ve celal ister ki, esbab ellerim çeksinler tesir-i hakikîden." (Lem'a 5.Nükte 2.Remiz)
BİZ UZAK O YAKIN
Allah (c.c), mahlukatma şah damarından daha yakındır.
Onun, Nur isminin tecellisine mazhar olan güneş, iliklerimi­ze kadar ısısı ve ışığıyla yakın, biz ona uzağız. Güneş girdiği her yerde hazır ve nazırdır. Azametinin gereği olarak, büyük küçük hiçbir şey onun ihatası dışına çıkamaz. Her zerre kabiliyeti nis­petinde güneşin akislerini gösterir. Güneşin tecellileri, hem ge­niş, hem çabuk ve hem de onun için kolaydır. Zerre ile seyyare emrine karşı eşittir. Denizin yüzüne yaydığı ışıklarım zerreye de aynı nizam ve ahenk ile yayar.
O'nun bir mahluku olan güneş, O'nun Nur ismi yanında çok kesif, karanlık ve cansız iken, O'nun Nur ismine ayinedârlığı ile bu kadar yakın ise; O'nun yakınlığı, ihatası, hakimiyeti pihayet-sizdir. O'na ait olan mahlukata, 0, o mahlukatm bizzat kendisin­den bile daha yakın ve hakimdir. (14.Söz Dördüncüsü)
HÜVE NÜKTESİ
'Hüve', bir işaret zamiridir ve "o" demektir. 'Hüve', mutlak ve müphem bir işarettir. Yani, V- derken ne kastediliyorsa, 'o', onun urbasını giyer. Ve bu lafız, bizzat bir şeyi kastetmediğinden ma­nası gizlidir.
'Hüve' lafzının ihtar ettiği zarif nükte hava ve toprak sayfası­nın mütalaası ile çok açık bir şekilde görünür.
Havada gaz atomları vardır. Atomlar maddenin en küçük ya­pı taşıdır. Bu atomların her birinin vücudu birbirinden ayrıdır. Bir odada bulunan iki ayrı televizyon gibi...
Beyaz ışık yedi renk ışıktan meydana gelir. Beyaz ışığın hızı, saniyede dört yüz bin kilometredir. Beyaz ışığı meydana getiren yedi renk ışığın da, her birinin ayn ayrı ışık hızlan vardır. Belki yüz bin de, belki milyonda birdir bu fark veya daha azdır.
Işığın sürati 'dalga boyu* ile ölçülür.
Bilim adamlan, insanlığın asırlar boyu birbirine naklettiği bilgileri üst üste koyarak, ciddi bir bilgi birikiminden sonra an­cak görüntü nakline, televizyon yapmaya muvaffak oldular. An­cak, değişik ilmi yetersizliklerinden ötürü televizyonu ilk yapıl­dığında insanlığa renkli olarak hediye edemediler. Farklı renkte­ki ışıklan aynı anda televizyon ekranında buluşturmaya bilgisa­yarlar icat edildikten sonra muvaffak oldular.
Televizyon, almaç vermeç görevi yapıyordu ve bu bir ilmin mahsulü idi. Televizyonu gören, arkasındaki binlerce yıllık ilmi görebilmeli idi. Biz dünyaya geldiğimiz andan itibaren, en net haliyle, âlemi renkli seyrediyoruz. 0 televizyon nasıl bir bilginin eseri ise, gözler onun çok ötesinde bir ilmin eseridir.
Ayrıca, bir şey küçüldükçe onun sanatı artar. Çünkü artık, yapılan her şey daha ince hesaplarla yapılmalı, o bir yazı kabul edilirse daha ince kalemle yazılmalıdır. Mesela, mübarek bir kuş gibi havada uçan, her yere konan, temizlik görevi yapan kara sineklerin üzerindeki sanat, helikop­terdeki sanatın çok ötesindedir.
Havada gaz atomlan vardır. Bunlann vücutlan birbirinden ayrıdır. Bu atomlar görüntüleri, sesleri taşır. Yani televizyon va­zifesi yapar. Biri alır, diğerine verir. Adeta, bir nefeslik havada trilyonlarca televizyon uçuşur, televizyonlar havada gezer.
Bir beyaz kağıda, birkaç tane nokta konulsa, birbirine kanşır. Bir adam, birkaç işi bir anda yapsa şaşınr. Bir kulak, birkaç şe­ye birden kulak veremediği gibi, bir ağızda birkaç şeyi bir anda söyleyemez.
Halbuki, hava zerreleri bir çok işi bir arada gördüğü halde şa-şırmıyorlar, karıştırmıyorlar. Aynı anda, bir ince ağız ve kulak gibi on adamın ayn ayn kelimelerini işitiyor ve söylüyorlar. Hiç zaaf göstermeden alıyor ve taşıyorlar. Gök gürültüleri ve dalga­lar, intizamlannı bozmuyor. Vazifelerini ihmal etmiyorlar, kesin­tiye uğramıyorlar. Sanki herkesin sesini, tonuna ve gücüne ka­dar tanıyorlar. Sanki her dili biliyorlar. İngiliz'le İngilizce, Türk'le, Türkçe konuşuyorlar. Her yüzü ve her görüntüyü anın­da, renkli ve net bir şekilde naklediyorlar. Bununla beraber da­ha pek çok önemli vazifeyi aynı anda yapıyorlar. Elektriği, ışığı naklediyorlar. Çekme ve itme kuvveti onların omzunda taşınıyor. Bitki ve hayvanların nefesini muhteşem bir nizamla yetiştiriyor­lar. Bitkilerin tohumlanmasında görev yapıyorlar.
işte bütün bunlan yaparken, adeta gürül gürül, 'Görmez, duymaz, akılsız ve cansız bizler bu kadar işi kendimiz yapmıyo­ruz. Biz O'nu gösteren aynalar ve O'nu haykıran dilleriz. 0 var! Yapan, yaratan O' dur! Bizim her birimizde bir ilah kadar ilim ve kudret yoktur. Biz, O'nun ilminin şahidiyiz' diyorlar. 'Hû ve' nük-tesiyle O'nu anlatıyorlar.
Yoksa, bir kase toprağın, bütün bitkilerin şeklini, yaprağını, meyvesini lezzetini bilmesi ve onlan dokuması mümkün değildir. Bir avuç toprağın içinde binlerce fabrika yoktur. Sadece, zerrele­rin O'nun kudretiyle iş görmesi ve O'nu haykırması vardır.
Evet, hava ve toprak, emir ve irade-i İlahinin bir arşıdır. EMİR VE İRADE ARŞI
Emir ve iradenin arşı havadır. Hava Nakkaş-ı Ezelînin çok garip mucizelerine mazhardır.
Ağzımızdaki hava ile harfleri ve kelimeleri ekeriz, birden sümbüllenir. Adeta, havada zamansız bir anda, bir kelime, bir tohum gibi sümbüllenip, hadsiz kelimeleri bir anda yeşertir. Ağızdan çıkmadan bir kelime binlerce, milyonlarca olur. Sanki her bir hava zerresi, itaatkar bir askerin kumandanının ve ordu­nun emrini beklemesi gibi emir bekler, 'emr-i kün feyekun'dan cilvelenen iradeye itaat eder. Bir harf, bir anda binlerce olur.
Mesela, bir ahize ve radyo, bir insanın konuşmasını, aynı an­da o kadar yerde işittirir ve hava zerrelerinin 'kün feyekun' em­rine itaatim öylesine gösterir ki, hava zerreleri ile, çok geniş bir dairede o emre harici bir vücut giydirilir. Maddi bir hususiyete inkılap ettirilir.
işte, havanın yeryüzünde çevik ve çalak bir hizmetkar olma­sı ve Rahman-ı Rahim'in misafirlerine hizmet etmesi gibi, Onun emirlerini tebliğ için bütün hava zerreleri telefon ahizesi gibi va­zifelerine koşar, hatta o kutsî emirleri bitki ve hayvanlara bile tebliğ ederler. Canlılara hayat kaynağı olduktan sonra kanı te­mizler, bünyedeki ateşi alır, çıkarken ağızda harflerin teşekkülü­ne vesile olur.
Ve özellikle Kıntan'ın harfleri, merkez düğmeleri hususîyeti-ne sahip olduğundan, okunması ile maddî hastalıklara ilaç ve şi­fa olma hususiyetine de sahiptir. (28.Lem'a)
DELİLLER SİLSİLESİ
Mükemmel, süslü, nakışlı bir saray, mükemmel dülgerliğe delildir. Mükemmel fiil olan o dülgerlik, mükemmel bir faile, bir ustaya "nakkaş" gibi bir unvan ve isimle delildir. 0 mükemmel isim, mükemmel sıfata delildir. 0 mükemmel sanat ve sıfat, us­tanın kabiliyetine delildir. O mükemmel kabiliyet, ustanın zatına ve zatmdaki yüceliğe delildir. Aynen öyle de, bu kâinat sarayı, mükemmel efale delildir. Kemal-i Ef al, bir Fail-i Mükemmele, o Failin kemal-i esmasına, ya­ni, Musavvir, Müzeyyen, Hakim, Rahim gibi isimlerin kemaline delildir, isimler, o Failin kemal-i sıfatına delildir. O evsafın ke­mali, şuunat-ı zatiyenin kemaline, o da, Zat-ı Zişuunun kemali­ne delildir.
O Zat'ın, kemalinin ziyası, şuun, sıfat, esma, efal ve asar per­delerinden geçtiği halde bu kadar güzel ve mükemmeldir. (32.Söz S.Maksat S.Remiz l.Hüccet)
ZIDDIN MÜDAHALESİ
Bir şeyin kemali, kıymeti zıddı ile bilinir. "Mesela, sıcaklığın nispî lezzeti ve fazileti soğuğun tesiriyledir. Yemeğin nispî lezze­ti, açlık eleminin tesiriyledir."
Fakat, böyle bir kemal hakikî kemal değil, nisbî, kıyaslanabi­lir kemaldir. Zira, bu meziyet ve faziletlerde, zıddı ortadan kay­bolursa, onlar da kaybolur, sukut eder.
Halbuki, hakikî fazilet ve kemal zıddın müdahalesine bina edilmez. Zatında bulunur. Mutlaktır. Kusurdan ve nakıstan mü­nezzehtir. Kararsız değildir.
Allah'a ait esma ve evsaf-ı îlahî; mesela vücut, ilim, kudret, cemal, rahmet, şefkat, gayr olsun olmasın değişmez. Kemalatı hakikîdir, zatidir. (32. Söz S.Maksat 1. Remiz)
İKİ ZIT
İki zıt şey bir arada bulunmaz. Mutlak Kudret, Allah'ın zatı­na ait bir hususiyettir. Kudretin zıddı olan acz, O Zatta yoktur.
Zati ve Hakikî Kudret'de mertebe olmaz. Acz o kudretin içine giremez, onu derecelendir emez. Fakat, mahlukatta kudret zatî olmadığı için, zıtlar birbirine girebilir. Ve o şeylerin derecesi, zıd­dı ile bilinir. Mesela, sıcaklığın bilinmesi, soğuğun onu derece­lendirmesi, ona tesiri iledir. Ezelî Kudret'te mertebe olmadığı için, en küçük ile en büyük, o kudrete göre birdir.
insandaki bütün vasıflar, asılları itiban ile kendisine ait ol­madığı için nispidir. Allah'a (c.c), ait bütün vasıflar ise hakikîdir. (29.Söz 2.Maksat S.Esas l.Mesele)
CİLVE VE SANAT
Harika ve emsalsiz bir tavus kuşu farz edelim. 0 kuş, gayet büyük, ziynetli, şarktan garba bir anda uçabilen, şimalden cenu­ba kadar geniş kanatlı, her bir tüyü dâhiyane nakışlı ve sanatlı­dır, iki adam, akıl ve kalp kanatlan ile o kuşun yüksek mertebe­lerine uçmak isterler.
Birisi, tavus kuşunun haline, harikulade nakışlı tüylerine ba­kar. Çok sever. İnce tefekkürü kısmen bırakıp, aşka ve şevke tu­tunur. Fakat görür ki, o sevdiği nakışlar her gün değişip, kaybo­lur. O adam, kendini teselli etmek için, 'Bir nakkaşın nakşı ve sanatıdır/ demesi gerekirken, "Bu tavus kuşunun ruhu o kadar yüksektir ki, onun sanatkarı onun içindedir. Bu görünen o ruhun icadı değil, zahiri vücudu ve cilvesidir. 0 vücudun yüksekliğin­den her dakikada başka bir güzellik görünür" der. Diğer adam: "Bu mizanlı nakışlar bir iradenin ve kastın ese­ridir, iradesiz cilve, tercihsiz görünme olmaz. Evet, tavusun ma­hiyeti güzeldir, fakat faili ile kesinlikle aynı değildir. Bu yaldızlı kanatlan yazan katip, onun içinde olamaz. 0 nakışlar, onun ka­leminin ucu ile yazılmıştır." der.
Evet, kâinat denilen misali tavusun ziynetleri, o tavusu yara­tanın yaldızlı birer mektubudur. (9.Lem'a Zeyl l.Nükte)
MUKADDES MEMNUNİYET
Gayet merhametli, zengin ve cömert tir zat, fıtratmdaki yük­sek karakterlerin gereği olarak, çok fakir ve muhtaç insanlan mükemmel ziyafetlerle donattığı büyük bir gemiye bindirip, de- nizlerde dünya turana çıkarır. Kendisi de, onlara yüksek bir pen­cereden bakar. Muhtaçların minnettarlıklarından, karınlarını doyurmalarından, lezzet almalarından memnun olur, sevinir. Bir insan, asıl sahibi kendisi olmadığı, ancak Rahmet hazine­lerinden gelen nimetleri dağıtan bir kepçe vazifesi gördüğü hal­de bu kadar memnun ve mesrur olursa, bütün hayvanları, insan­ları, melekleri, cinleri ve ruhları sefme-i Rahmani olan dünya ge­misine bindirerek, zeminin yüzünde hadsiz sofra-i Rabbaniyi açan, kâinatın değişik tabakalannda seyahat ettiren ve dar-ı be­kada Cennetlerinden her birini bir daimi sofra şeklinde yaratan Zat-ı Hayy-ı Kayyuma ait "memnuniyet-i mukaddese," "iftihar-ı kudsî" ve "lezzet-i mukaddese" gibi isimlerle işaret edilen salta­natın hakikati, daimi faaliyeti ve mütemadi yaratıcılığı gerekti­rir. (Lem'a 6.Nükte 4.Şua)
VARLIĞIN DERİNLİĞİ
Varlığın mahiyeti ve dereceleri farklıdır. Âlemleri ayrıdır. Onun içindir ki, kendi içinde derinliği olan bir zerre, başka bir tabakadaki bir dağ kadar olabilir, o kadar yükü taşıyabilir. Me­sela, maddî âlemde, beyinde bir hardal tanesi kadar yer işgal eden hafıza kuvveti, manevî âlşmde bir kütüphane kadar vücu­du içine alabilir. Ve maddî âlemdeki tırnak gibi bir aynaya, mi­sal elemindeki koca bir şehir sığabilir. Bir göz aynasına koca se­manın yıldızlan ile sığması gibi... Eğer o aynanın ve o hafızanın şuura ve icat kuvveti olsaydı, o bir zerrecik kuvvetleri ile mana âleminde çok geniş tasarruflar yapabilirlerdi. Demek ki, vücut derinlik kazandıkça kuvveti artar. Ve eğer vücut, tam bir derin­lik kazanarak maddî urbasından sıyrılırsa, kayıt altına girmez­se, o zaman küçük bir cilvesiyle koca âlemleri çevirebilir. İşte, bu temsillerin çok ötesinde, şu kâinatın Sani-i Zülcelâli, Vacib-ül Vücuddur. Onun vücudu zatîdir, zevali muhaldir ve vü­cut tabakalarının en rasihi, hakimi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. O derece Vücud-u Vacib, varlığı o derece ötenin ötesinde, o derece hakikatlidir ki, sair varlıklar Ona nispeten son derece hafif ve zayıf, gölgenin gölgesinde kaldıklarından, Müh- yiddin-i Arabi gibi bir hakikat eri, varlığın vücudunu hayal dere­cesine indirmiştir. Yani, "Vacib-ül Vücuda nispetle, başka şeyle­re vücudu var denilmemeli, onlar vücud unvanına layık değiller." diye hükmetmiştir.

 (20.Mektup 2.Makam 10.Kelime Üçüncüsü 1. Sır)



[1] (11. Şua 6. Mesele)
[2] (23. Lem'a L Yol Birincisi)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder