Popüler Yayınlar

28 Mart 2013 Perşembe

SÖZLÜK BUHRANI

26 Mart 2013
Allah korusun, varsa şayet böyle bir dert; bir ülke kendi kendisiyle konuşamaz. 

Yani bir milletin sözlüğünde anlam anarşisi baş gösterirse hiçbir kelime cümle içinde koyduğunuz yerde durmaz, sizin ona biçtiğiniz kıyafeti reddeder; artık kelimeler, anlaşma değil anlaşamama sebebidir.

Kelimelerin anlamları üzerindeki mutabakatı kaybederseniz hiçbir konuda uzlaşmaya varamazsınız. Çünkü yerine göre, bizatihi uzlaşma niyetinin izharı, bir ihtilaf sebebi haline gelebilecektir.

Ülkemiz, geçen yüzyılın ikinci yarısı ve 21. yüzyılın bu ilk yıllarını sanki böyle bir buhran ile geçiriyor gibi. Yıllardır kelimelerimizle beraber anlamlarını da tartışıyoruz.

Bundan neredeyse 70 yıl önce, “Türk tefekkür hayatı, yüz seneden evvel yoluna girmez.” demişti Hoca. Hoca diyorum ya, bu sözün söylendiği zamanlarda kelimelerin herkesin paylaştığı anlamları vardı ve “hoca” kelimesinin anlamı da hayatın içindeki itibarlı mevkiini henüz  kaybetmemişti.

Sıfatlarının anlamını hayata katmaya muktedir olan müstesna bazı insanlar sayesinde hocalık hâlâ bir şeyler ifade ediyordu. Rahmetli Başgil de bu muktedir hocalardandı ve ne dediğini biliyordu; “Dilde yok yere ihdas edilen bugünkü anarşi, en az yüz sene sürer.” diyordu.

Bu sözler, 1946 yılında söylenmişti; o gün için bir tahmini ifade eder gibi görünse de bugün artık  gerçekleşmiş muteber bir öngörü ve can sıkıcı bir tespittir. Hoca, bu sözleriyle 1930'larda hayata geçirilen “dil devrimi”nin sebep olduğu “anarşi”yi kastediyor ve “Türkiye'de daha uzun süre felsefe yapılamayacağını” (Ali Fuat Başgil, Türkçe Meselesi, syf: 52. Yağmur Yayınevi, İstanbul – 2006) söylüyordu.

Başgil Hoca'nın bu sözleri sarf ettiği tarihten takriben yirmi yıl sonra bir başka hoca, Hilmi Ziya Ülken de benzer bir hükme varıyordu.

Rahmetli, “Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi” adını verdiği eserine son söz olarak, Türk düşüncesinin geleceğiyle ilgili bir değerlendirme yapıyor ve 1940'larda başlatılan Batı ve Doğu düşüncesinin temel kaynaklarının tercümesi üzerinde duruyor ve bu tercümelerin okuyucuya intikaliyle ilgili iki büyük sıkıntıdan bahsediyordu; birincisi dil, ikincisi eserlerin yayımında muhatap alınan idrak seviyesi... (Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, syf: 815-816. Selçuk Yayınları, Konya. Baskı: İstanbul, 1966)

Hilmi Ziya Bey'e göre, bilhassa Batı'ya ait kaynakların Dil Kurumu'nun “tilcik”leriyle yapılan tercümeleri, mefhum ve ıstılah engelini aşamadığı için anlaşılamıyor ve okunmuyordu; okunsa bile, Türk okuyucusu, aynı sebeplerden dolayı tercüme eserlerin ihtiva ettikleri konulara nüfuz edemiyor ve satıhta kalıyordu.

Hilmi Ziya Hoca'nın tespiti, bugün itibarıyla çok acı neticelerin o günkü sebepleri arasında zikredilebilir; o günden bu güne, nüfuz edilemeyen ve sathında kalınan konuların bizatihi kendileri de zihin âlemimizden çekildiler ve ülkemizin fikir hayatı muhtevasız bir paparazzi ve Televole dünyasına dönüştü. Düşünüp fikir üretmek bir yana, o konuları tamamen unuttuk, yok saydık ve yokluklarına alıştık.  

Şark klasikleriyle ilgili müşkül ise, lisan kargaşasına ilave olarak sokağın idrakine hitap endişesi ile neşredilen eserler “avamî” seviyenin üzerinde bir alaka göremiyordu. Bir başka ifade ile dilde yapılan tasfiye ile memleketteki ilmî seviye birbirini tayin eder hâle gelmişti.

Ülken'den neredeyse yirmi yıl sonra, onların talebesi başka bir hoca, rahmetli Erol Güngör, “Türkiye'de modern manada bir ilim ve fikir geleneği bulunmadığı için, bütün mefhumlar gazetecilik seviyesinde bir muhteva kazanıyor ve herkes tarafından öyle anlaşılıyor.” (Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, syf: 120, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1993) sözleriyle meselenin bir başka veçhesine işaret ediyor ama neticede mahiyet itibarıyla  diğer hocaların da işaret ettikleri yaraya parmak basıyordu.
,
Erol Bey, hocalarının haber verdiği tehlikenin gerçekleşmeye başladığını görmenin hayfı ile mefhumların anlam ihtiyacını karşılayan seviyenin sebep olabileceği  problemleri hatırlatıyordu.

Türk irfanının başka iklimlerden devşirdiği mefhumlara kendi lügatinden karşılıklar bulmakta başarılı olduğu pek söylenemez.

Dışarıdan gelen bu mefhumları ve karşılaştığımız yeni toplumsal meselelere verebileceğimiz adları, kendi lügatimizden kelimelerle ifade etsek bile bu kelimelerin mana ve muhtevalarının şümulü üzerinde ittifak edemediğimizi, kültür hayatımızda her gün tekrarlanan anlam buhranlarıyla reddedilemeyecek şekilde görüyoruz.

Milliyetçilik ve ulusalcılık gibi, memleketimiz için sıcaklığı el'an devam eden neredeyse hayatî bir konuyu, anlamları üzerinde mutabık kaldığımız bir terminolojiyle konuşmanın imkânsıza yakın güçlükler ihtiva ettiğini acıyla fark ediyoruz.

Memleketimizde sadece milliyetçilik değil, diğer pek çok millî meselenin üzerinde konuşabilme imkanlarının merhum Başgil'in işaret ettiği “anarşi”nin gölgesinde kaldığını artık biliyoruz.

Bu anarşi, Başgil'in işaret ettiği tarihten çok önceleri, taa Tanzimat devirlerinde başladı; “dil devrimi”, meseleyi iyice içinden çıkılmaz hâle getirdi. Türk irfanı, karşılaştığı fikrî, zihnî, fizikî, içtimaî hiçbir mefhuma üzerinde bütün münevverlerinin mutabık kalacağı bir isim ve anlam kazandıramadı.

Bu cümleden olmak üzere, mesela, millet, milliyet, kavim, ulus, ulusal, küresel, devlet, milli devlet, ulus devlet, milliyetçilik, ulusalcılık gibi “olgu”ları da, ya kendi mefhumlarımızla karşılayamadık ya da mefhumlar ve anlamları üzerinde ittifak edemedik. Sözgelimi “nation” mefhumunu, önce kavim, sonra millet, sonra da ulus ile karşıladık.

Ne var ki, bu üç kelimeyi de mana ve muhtevası ile bir mefhum olarak inşa edemediğimiz gibi üzerinde anlaşamadığımız hâlde keyfî bir tutumla tasarruf etmeye devam ettik.

Birimizin millet diye başladığı bir cümleyi bir başkamız ulus diye anlıyor; milliyetçilik tartışmaları, kavmiyetçilik veya ulusalcılık girdabında anlamını şaşırmış bir hâlde kaybolup gidiyordu, hâlâ da öyle.

Hiçbir milli lisanda, zihniyet ve dünya görüşüne hatta meşrebe göre anlam farklılığı arz eden bir dil anlayışı ve bizdekine benzer bir lügat karmaşası yaşanmamıştır.

Dünyanın hiçbir lügatinde bir kelimenin anlamı, bizdeki gibi insanların kafa yapısına göre değişmez; elbette küçük farklılıklar bulunabilir ama anlamı tamamen değiştirecek hatta zıddına kaydıracak kadar “mânâ ihtilafı”  olmaz, olamaz.

Olursa orada herhangi bir fikir ifade edilemez; bir fikir alış-verişi mümkün olamaz. Hatta kamuoyu diye bir şeyin varlığından söz edilemez. Ama biliyoruz ki, bütün bu imkânsızlıklar, bizim ülkemizde mümkün olabiliyor.

Lakin bu imkânsız mümkünlerin ortaya çıkardığı “gaile”yi milletimiz, o emsalsiz irfanı ile neredeyse bir asırdır telafi etmeye çalışıyor. Dünyada, kendi okumuş evlatlarının eksiğini, sonsuz bir hoşgörü ile telafi etmeye kararlı,  bizim milletimizden başka bir millet de herhâlde yoktur.

Türk milleti neredeyse yüz elli yıldır kendi münevverinin yanlışını düzeltmekle meşgul. Ne var ki, “kamus”ta yapılan yanlışları, ancak milli irfandan beslenen, gerçekten milli ve gerçekten münevver bir bakış açısı düzeltebilir.

Milletin o sahada yapabileceği şey, münevverin inşa ettiği mefhumun üzerine sokağın havasının sinmesini sağlamaktır. Sokağın havası sinerse mefhum millileşir ve ondan sonra o mefhumlarla milli irfan inşasına katkı sağlanır.

Mefhum, milletin irfanına, izanına yakın bir yerde inşa edilirse sokak benimser, aksi hâlde reddeder. Ancak ülkemizde durum biraz farklı; sanki sokak da bir kıymet takdiri bozgunu yaşıyor gibi. Başlangıçta münevverde görülen zihnî kargaşa artık sokağa da intikal etmiş durumda.

Milli irfanın lügatinin noteri diyebileceğimiz kamuoyu, bugün itibarıyla “sözlük buhranı” yaşamaktadır. Milletimiz elbette bu gaileyi de aşacaktır; zira Türkçe, “Kur'anî belkemiği” ile bu toprakları bize vatan kılan dildir. Ve eserini savunacaktır.

Son siyasi tartışmalar bize gösterdi ki, bu “anlam ihtilafı”nı ve “sözlük buhranı”nı halletmeden hiçbir ciddi meselemizi, meselenin haysiyetine uygun bir seviyede konuşamayacağız.

Çünkü konuşmak için bir şey söylemek ve bir şey anlamak gerekir; bu ise ancak ortak bir lügatle mümkündür. Lügatimizin içine düşen bu derin ihtilaf halledilmez ise, konuştuğumuz bu dil, bir anlaşma aracı değil, bir ihtilaf sebebi olmaya devam edecektir.
 *Vali

 http://www.zaman.com.tr/yorum_sozluk-buhrani_2069746.html
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder