Popüler Yayınlar

10 Mart 2013 Pazar

Akıl ve 'Akletme' Üzerine - Prof. Dr. Şehmus Demir

Akıl dinin emrine girip ona tâbi olduğu, meselelerini dinin referansına bağladığı takdirde gerçek kıvamını bulabilir.***

İnsanın varlığına ve varlığı içerisinde cereyan eden bütün aktivitelerine mânâ kazandıran akıl, bilgi edinmeyi ve bu bilgi vasıtasıyla doğru ile yanlışı, hak ile bâtılı birbirinden ayırt etmeyi sağlayan bir güçtür.1 Allah insana; seçme, karar verme, iyilik ve kötülük yapma serbestisi, yani özgür irade vermiştir. İnsan da bu gücü / aklı kullanarak kendi çabasıyla doğruyu bulmaya çalışır. Dolayısıyla akıl olmadan insanın din karşısında sorumlu tutulabilmesi mümkün değildir. Sorumlu tutulabilmenin ‘olmazsa olmaz’ şartı akıl sahibi olmak, akılla donanmış olmaktır.

Akletme aktivitesinin temel anahtar ifadelerden biri olarak Kurân-ı Kerîm’de sık sık zikredilip üzerinde çokça durulması, onun İslâm düşüncesinde merkezî bir öneme sahip olduğunu gösterir. Aklın kullanılması ve doğru çıkarımlarda bulunabilmesi için Kur’ân-ı Kerîm dikkatleri farklı merkezlere doğru yönlendirip, düşünmeyi teşvik eder:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip–gelişinde elbette akl-ı selim sahipleri için ibretler vardır.”2 mealindeki âyette görüleceği üzere, evrenin yaratılışı ve işleyiş düzeni üzerinde düşünülüp ibret alınması gerektiği vurgulanmaktadır. Zîrâ insan bu şekilde yaratılandan yaratıcıya, eserden müessire, aklî bir ameliye olan aklî istidlal ile ulaşır.

Yüce Allah, İlâhî vahyi, insanların üzerinde düşünmeleri, akıllarını kullanmaları ve öğüt almaları için indirdiğini3, dolayısıyla ancak akledenlerin / düşünme kabiliyetini gereği gibi kullanabilenlerin bunu gerçekleştirebileceğini belirtir.4

Kur’ân-ı Kerîm’de büyük bir yekun teşkil eden ve önceki toplumlardan bahseden kıssaların da gayesi aynı şekilde insanları akletmeye sevketmek ve akletme sayesinde de önceki toplumları inceleyip, kendi hayat tarzlarını sağduyuya, akl-ı selime en uygun tarzda tanzim etmelerini sağlamak, başka bir ifadeyle onların düştüğü hataların ve bu hatalar sonucu maruz kaldıkları akibetlerin benzerleriyle yüzleşmemelerini temin etmektir.5

Burada vurgulanması gereken önemli bir husus, Kur’ân-ı Kerîm’in insanın zihnî ve mânevî faaliyetlerinin odağı olan aklın soyut kavramsal boyutuna dikkat çekmek yerine, onun işlevsel boyutuna, ‘akletme’ye sürekli göndermede bulunması ve bunun üzerinde özellikle durmasıdır.6 Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’de akıl kelimesi isim değil, fiil kalıbında geçmektedir. Bu da, mahiyetinden çok işlevi ve işlevselliği üzerinde durulduğu anlamına gelmektedir.

Böyle bir ayırım, fonksiyonel boyutu ihmal edilerek düşünme yetisi silikleşen aklın muhatap alınmadığını, bu sebeple böyle bir akıl mekanizmasının kayda değer bir öneme sahip olmadığını; aklın her zaman çalışan, düşünen, değer üreten, nedensellikler kuran bir konumda olmasının talep edildiğini, canlı ve dinamik bir yapıya sahip olmasının istendiğini açık bir şekilde göstermektedir.

Kur’ân’a göre, anlamak insanı şereflendirir, bu da akılla gerçekleşir. Aklını, tefekkür ve teemmül gücünü kullanmayanlar; kalbleri, gözleri ve kulakları olduğu hâlde anlamayan, görmeyen ve işitmeyenlerdir.7 Onlar ya düşünme ve akletme tabanlı olmayan arzularını ilâh edinerek8 veya körü körüne maziye bağlanıp, sorgulamaya gitmeden atalarının izinde giderek9 insana üstünlük kazandırma kabiliyeti olan, insanı insan yapan aklın atıl bir duruma getirilmesinin en çarpıcı örneğini sergilerler. Allah’ın bu insanları kınayıp cezalandırması, ‘akl’ etmemeleri / akıllarını kullanmamaları sebebiyledir.10

İlâhî vahyin sürekli ‘akletme’ye göndermede bulunması ve ancak aklın varlığıyla sorumluluğun gerçekleşebileceği, düşünme yetisinin bulunmaması durumunda ise sorumluluktan hiçbir şekilde söz edilemeyeceği üzerinde durup aklın sürekli dinamik bir süreç içerisinde olması gerektiğini vurgulaması, akla büyük bir önem ve değer atfettiğinin açık göstergesidir.

Kur’ân’ın akla büyük bir önem ve değer atfetmesi ve birçok yerde üzerine ısrarla vurguda bulunması, onun her şeye çözüm getiren ve mânâ kazandıran tek yetkin varlık olduğunu göstermez. Aklın bilgi alanı sınırlı olduğundan,11 mutlak gerçeği bütün boyut ve sınırlarıyla kuşatabilecek bir mahiyet ve mükemmelliğe sahip değildir.12

Kur’ân-ı Kerîm’de gayble ilgili bilgiler verilirken; sözgelimi, ahiret hayatı, Cennet–Cehennem gibi konular anlatılırken, insanların bu dünyada görüp tanıdıkları, algılama istidatlarının dâhilinde olan varlıklara tekabül eden kavram ve ifadeler kullanılmaktadır. Vahiy dilinin dünyevîliğinin bir göstergesi olan bu durum, insan aklının sınırlılığının da bir göstergesidir aynı zamanda. Başka bir ifadeyle, böyle bir yöntemin seçilmiş olmasının sebebi, insan aklının her şeyi algılama yetisine sahip olmaması ve sınırlı oluşudur.

İslâm düşünce tarihinde önemli bir yere sahip olan Maturidi, Allah’ın varlığına iman etmede aklın varlığını sorumluluk için yeterli görürken, öte yandan mutlak gerçekliğe ulaşıp yanılmaz olmaktan aciz oluşuna da işaret ederek Mutezili ve Eş’ari görüş arasında önemli ölçüde bir denge sağlamıştır. O, genel itibariyle çevrenin, zamanın ve zeminin insan aklının doğruyu bulmasını engelleyici faktörler olabileceklerini belirterek, bazen bu sebeplerle aklın iyiyi kötü, yanlışı doğru görerek hataya düşebileceği üzerinde ısrarla durur.13 Gazali de aklın tanım ve mahiyeti üzerinde durduktan sonra, sınırlı oluşuna ve her şeyi ihata etme gücünden mahrum oluşuna değinir.14

Kendisine veri sunan duyu organlarının sınırlılığı, zaman, kültürel ortam, doğal ve sosyal çevre ve benzeri çok yönlü bağımlılıklar içerisinde bulunan aklın bu bağımlılıklardan etkilenme düzeyini asgariye indirmesi, onları değerlendirmeye tâbi tutup eleştirebilmesi ve hakikate ulaşabilmesi için, onu tamamlayıcı, yanlışlarını doğrulayıcı bir yardımcıya / vahye ihtiyacı vardır.

İnsan aklı üzerinde küçümsenemeyecek derecede etkisi olan bu bağımlılıkların farkında olunması, davranış ve düşüncelerin bu farkındalıkla daha sağlam bir zemine oturtulması, vahyin yönlendirmesiyle ancak gerçekleşebilir. İşte tam bu noktada, üzerinde durulması gereken önemli bir konu gündeme gelmektedir ki o da; vahiy–akıl, nakil–akıl ilişkisinin hangi düzlemde gerçekleştiği, bu ikisi arasında bir önceliğin mi yoksa eşit düzeyde bir paralelliğin mi sözkonusu olduğudur.

İslâm’ın en temel dayanaklarından biri ve Kur’ân’ın sürekli göndermede bulunduğu bir konu olan tevhid inancı, akıl ile vahiy ve bu ikisi arasındaki münasebetin anlaşılmasında birinci derecede yardımcı olacak bir konuma sahiptir. Bu sebeple tevhidin doğru anlaşılması bu konunun da anlaşılmasını beraberinde getirecektir.

Tevhidi salt Allah’ı birleme mânâsında tanımlayıp bunu Allah’ın zatıyla sınırlamak, Kur’an’ın yapısıyla örtüşmeyen, tek yönlü ve eksik bir tanımlama olacaktır. Varlık evrenindeki bütün yaratıklar aynı kanuna tâbi olduğundan, evren içerisindeki bütün varlıklar üzerinde bir yansımasının varlığını düşünerek tevhidi açıklamak gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında tevhid; Allah’ın birliğine, evrenin birliğine ve Allah’la evren arasındaki ilişkinin birliğine göndermede bulunan anahtar bir terim olarak ön plâna çıkmakta ve tabiatı itibariyle bütün varlıklar arasında bir ahenk, birlik ve çatışmazlığa işaret eden bir kavram olarak kendini göstermektedir.

Akıl da vahiy de Yüce Allah’ın eseri olduğundan, tevhid sıfatının bir tezahürü olarak aralarında bir uyumsuzluk, çatışma ve çelişkinin varlığından söz edilemez. Tabiatı itibariyle aralarında bir ahenksizliğin bulunması mümkün olmadığına göre, bazı durumlarda görünürde bir uyumsuzluk mevcut ise, birincisi ikincisine irca edilebilecek iki sebebin varlığından söz edilebilir. Birincisi, vahiy metninin tarihî süreç içerisindeki durumu; ikincisi ise insan aklı.

Vahiy metninin tarihî süreç içerisinde orijinal hâliyle korunamaması, unutma türü olaylarla karşı karşıya kalması, bazen de bilinçli olarak müntesiplerince çeşitli maksatlarla tahrif edilmesi yoluyla aslının göndermede bulunduğu hedefin sapma kaydetmesi, bazı durumlarda akılla çatışmanın meydana gelmesine sebep olur. Kur’ân-ı Kerîm dışındaki İlâhî metinler için böylesi bir durumun varlığından söz edilebilse de, Kur’ân-ı Kerîm’in tahrif edilmeden, aslî hüviyetiyle bize ulaştığı hususunda İslâm düşünürleri arasında tartışmasız bir ittifak mevcuttur.

Akıl–vahiy çelişkisinin insan aklından kaynaklanan boyutu ise, önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Aklın kötü kullanılması, kendisi de bir tarihsellik olan yaşanılan dönem(ler)in bağımlılık, şartlanmışlık ve yönlendirmeleri esas alınarak veya kapsamlı bir bilgiye sahip olunmadan Kur’ân-ı Kerîm’in değerlendirmeye tâbi tutulması akıl ile vahiy arasında bir çelişkinin oluşumunu beraberinde getirir. O hâlde Kur’ân’ın öngördüğü, vahiyle çatışmayan aklın tanımının yapılması gerekmektedir.

Öncelikle belirtilmesi gereken bir husus, Kur’ân ile Batı dünyasında uzun dönemler boyunca etkinliğini sürdüren rasyonalist akımların akla yükledikleri anlam ve misyon arasında bir örtüşmenin bulunmadığıdır. Zîrâ Kur’an ile aydınlanmanın akla yükledikleri mânâ büyük ölçüde farklılık arz etmekte, bu sebeple de Kur’ân’daki akıl / ‘akletme’, Aydınlanma ile tanımlanan rasyonel aklın karşılığı olmamaktadır.

Aydınlanma ve sonrası materyalist–rasyonalist bakış açısına göre akıl, duyu organlarının ve beynin çalışmasından meydana gelen maddî bir sonuçtur. Buna göre aklın fonksiyonel hâlde bulunabilmesi için, başka bir ifadeyle akıllı olmak için beynin sağlam olması yeterlidir. Oysaki Kur’ân’da aklın kalble ilişkisi ve ruhi boyutu üzerinde durulur. Kur’ân-ı Kerîm’de düşünen15, akleden16, anlayan17, öğüt alan18 kalbden söz edilmesi, akletmenin salt zihnî faaliyetten ibaret bir olgu olmadığını gösterir. Son dönem kelam âlimlerinden Mustafa Sabri Efendi (1860 / 1954);

“Şüphesiz ki bunda kalbi olan kimse için öğüt vardır.” (Kaf, 50/37)

ayetinde, aklın öğüt alması değil de kalbin öğüt almasından söz edilmesinin, salt aklın yetersizliği ve akıl ile kalbin birlikte hareket etmesiyle öğüt almanın, hakikate ulaşmanın gerçekleşebileceğini belirtir.19 O, Kur’ân’ın akılla kalb arasında bir ayrıma gitmek yerine ikisini birleştirdiğini, birinin sağlam olmasının diğerinin de sağlam olmasını ve birinin bozuk olmasının diğerinin de bozuk olmasını beraberinde getirdiğini20 özellikle vurgular.

Akıl ile kalb arasındaki bu bağlantı, karşıtlık veya birinin diğerini dışlaması yerine beraberlik ve uzlaşma içerisinde birbirlerini tamamlamalarını, her birinin kendi sınırlarının farkında olarak tek boyutluluk yerine çok boyutluluğun oluşumunu gerektirir.21

Kur’ân’ın tanımladığı, kalble birlikte faaliyetlerini sürdüren akıl, vahiyle çatışmak yerine onunla uyum içerisinde bir bütünlük arz eder. Başka bir ifadeyle; kalble birlikte çalışan akıl, vahiyden gücünü alarak, vahyin sağladığı ışık ve motivasyonla aydınlanıp hakikate ulaşmak için gayret sarfeder. Buna rağmen, metnin bir kısmının zahirinin akılla çelişik bir görünüm arz etmesi halinde, Fahreddin Razi (606 / 1209), aklın esas alınıp, naklin de te’vil edilmesi gerektiğini savunur.22

Muhammed Abduh da Razi’ye paralel bir görüş serdederek, iki yoldan birinin tercih edilmesi gerektiğini ifade eder: Birincisi; nassın asıl mânâsının bilinemediği itiraf edilerek, mutlak doğruluğunu kabul edip, anlamını Allah’a havale etmek; ikincisi de, lügat kurallarına uyarak, naklin te’vil edilmesi, akılla görünen zahirî çelişkinin ortadan kaldırılmasıdır.23 Paralel bir şekilde Bediüzzaman Said Nursi de; “Akıl ve nakil tearuz ettikleri vakitte akıl asıl itibar ve nakil te’vil olunur.”24 der.

Ancak kalb ile bağlantısı olmayan, vahiyle aydınlanmamış salt aklın bunu gerçekleştiremeyeceği anlamına gelen “o akıl akıl olmak gerektir.”25 ifadesini ekleyerek, aklın sınırlılığına ve bağımlılıklarına imada bulunmuş ve akla şartlı bir öncelik tanıma yoluna gitmiştir. Burada belirtilmesi gereken bir husus, aklın kemale erdirmek maksadıyla dinin yardımına koşamayacağıdır. Zîrâ akıl, ancak İlâhî vahiyden anladığını olgunlaştırma26 yönünde gayret sarfedebilir.

Salt aklın yeterlilik verilerine dayanan köreltici gururundan kurtulup, kalbin aşkın yöntemiyle birleşmek27 ve bu şekilde vahiyle muhatap olmak gerekmektedir. Vahiy–akıl ve kalbin birlikteliğiyle bütünlüğe ve hakikate ulaşılabilir. Bunlardan birinin öne çıkması bütünlüğün bozulmasına sebep olur28.

İslâm düşünce tarihinde bazı kelâmcıların, mutasavvıfın ve ehl-i hadisin her birinin diğerlerini irrasyonel görmesinin sebebi, bütünlük ve dengenin sağlanamayışı sonucu parçalanmışlığın meydana gelmesidir.

Sonuç olarak salt akıl, vahiy karşısında mutlak bir kategori olmayıp, vahiy diliyle tebliğ edilen hakikatin anlaşılmasında vazgeçilemez bir araçtır. Vahiy ile aklın; iman ile aklın birbirinden ayrılması parçacı bir yaklaşımın oluşumunu ve tevhid esasına aykırılığı beraberinde getirir.

Zîrâ salt akla boyun eğilmesi, dinin esrarının ve tabiatüstü boyutunun yitirilmesine; aklın ihmal edilmesi ise dinin saçma ve gülünç bir yapıya bürünmesine sebep olur. Akıl parçacı bir hayat görüşüne sahip olduğundan, bütünü olduğu gibi kavrama istidadından mahrumdur. Aklın yekpare bir hayat gerçekliğini müşahede edebilmesi için kalbden aldığı güçle ve vahyin sağladığı projeksiyonla aydınlanması gerekmektedir.

*Atatürk Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi  sehmus.demir@yeniumit.com.tr

Dipnotlar

1. El-İsfehani, Rağıb, Mufredatu Elfazi’l-Kur’an, thk. Safvan Adnan Davudi, Daru’ş-Şamiyye, Beyrut, 1412/1992, s. 577.
2. Al-i İmran, 3/190; Ayrıca bk. Bakara, 2/164,219; En’am, 6/95-99; Yunus, 10/3-6; Ra’d, 13/2-4; Nahl, 16/14; İsra, 17/12; Rum, 30/20-27; Fussilet, 41/53; Casiye, 45/3-6,13.
3. Bakara, 2/242; Sad, 38/29.
4 Ankebut, 29/43.
5. Bk. Yusuf, 12/111; İbrahim, 14/5; Rum, 30/9; Ahzab, 33/62.
6. Sözgelimi birkaçı için bk. Bakara, 2/73,164,242; Ali İmran, 118; Nahl, 16/12,67; Enbiya, 21/10; Hac, 22/46; Mu’minun, 23/80; Nur, 24/61; Şuara, 26/28; Rum, 30/24,28; Casiye, 45/5; Hadid, 57/17.
7. A’raf, 7/179.
8. Furkan, 25/43.
9. Bakara, 2/170; Maide, 5/104; A’raf, 7/28; Enbiya, 21/53; Şuara, 26/74; Lokman, 31/21; Zuhruf, 43/22-23.
10. Yunus, 10/100.
11. İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmi Kelam, Evkaf-ı İslâmiyye Matbaası, İstanbul 1341/1922, s. 47.
12. Maturidi, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud, Kitabu’t-Tevhid, Daru’l-Meşrik, Beyrut 1986, s. 183; İzmirli, s. 47.
13. Maturidi, s. 182-183.
14. Gazali, İhyauUlumi’d-Din, el-Mektebetu’t-Ticariyyeti’l-Kubra, Beyrut, ts., I, 83-87.
15. Muhammed, 47/24.
16. Hac, 22/46.
17. A’raf, 7/179.
18. Kaf, 50/37.
19. Mustafa Sabri, Mevkifu’l-Akl ve‘l-İlm ve’l-Alim Min Rabbi’l-Alemin ve İbadeti’l-Murselin, Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabi, Beyrut 1401/1981, I,438, 440.
20. Mustafa Sabri, I,439.
21. Kılıç, “Akıl İle Kalbin Uzlaşmasından İnsanın Ebedi Mutluluğuna Doğru”, s. 49.
22. Razi, VII, 151.
23. Abduh, Muhammed, el-İslâm ve’n-Nasraniyye, Matbaatu’l-Mevsuat, Mısır 1902, s. 61-62.
24. Nursi, Bediüzzaman Said, Muhakemat, İstanbul 1988, s. 13.
25. Nursi, a.y.
26. Süruş, Abdulkerim, “Dini Bilginin Evrimi ve Çağdaşlaşma”, çev. Kenan Çamurcu, Bilgi ve Hikmet, 1994/8, s. 79.
27. Kılıç, s. 44-45.
28. Aydın, “Allah’ın Varlığına İnanmanın Akliliği”, s. 21.

http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/akil-ve-akletme-uzerine#.UTuxlzeGc7o    .... internet sayfasından alınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder