Popüler Yayınlar

10 Mart 2013 Pazar

DİL VE KÜLTÜR - Yusuf Alan

Kelimelerin olmadığı bir dünyada yaşasaydık, insanlar, beyinlerinden, ruhlarından, kalplerinden süzülüp gelen duygu ve düşünceleri birbirlerine nasıl aktarırlardı kimbilir? Kelimesiz, sözsüz, yazısız, kısacası dilsiz bir dünya... Hayali bile sıkıntı veren renksiz bir dünya. Hayata renk katan dil, her toplumun ruh aynasıdır. Bir toplumun kültür seviyesini ve dünya görüşünü tespit etmek isteyenler o toplumun kullandığı dili incelemeleri yeterlidir.

Mesela, bir Kızılderili kabilesi olan Siouxlar’ın dilinde hiçbir “küfür” kelimesi yoktur. Kızılderililere vahşi diyen beyaz adamın yüzünü kızartacak bir tablo! Dil ile kültürün ve toplumun ilişkisine diğer bir örnek de arşivlerimizdeki belgelerdir. Arşivlere bir göz atsak, belgeler bize şunları fısıldar:

“Kâğıdımızdan mürekkebimize, yazı türümüzden kullanılan kaleme kadar uzanan unsurlardaki estetiğe bakın. Her şahsın makamına göre kullanılan lakaplar, hitaplar, dua cümleleri, o devrin insanının, sizin cedlerinizin ruh inceliklerini yansıtmıyor mu? Şu muhteşem fermanların arkasındaki muhteşem devleti nasıl görmemezlikten gelebilirsiniz?”

Gerçekten bu belgelerin sadece şekilleriyle değil, içlerinde geçen kalıplaşmış ifadelerle de devirlerinin kültür birikimi ve hayat görüşlerine nasıl işaret ettikleri incelenmeye değer. Mesela, bir belgede bir bayan ismi geçtiği zaman hemen ardından, çoğu zaman, “zid iffetüha” (Allah iffetini artırsın), bir âlimin ismi geçtiği zaman “zid ilmüha” (Allah ilmini artırsın) şeklinde bir dua cümlesi gelirdi. Sadrazam, defterdar, müftü, kazasker, beylerbeyi, sancakbeyi ve kadı gibi makam sahibi şahsiyetlerin senası birkaç satır sürüyordu.

Dil-kültür ilişkisine dair başka bir misal de atasözleri ve deyimlerdir. Günümüzde, mevcut dillerdeki kalıplaşmış ifadelerin, bilhassa atasözlerinin, milli ruhu yansıttığı görülmektedir. Hatta bu atasözlerinden bazılarının farklı milletlerde -kelimeler farklı olsa bile- aynı manayı taşıdıkları tespit edilmiştir. Zira bazı cihanşümul (evrensel) hakikatler, bütün insanlar tarafından tartışmasız kabul edilir. Bir köyde iki muhtar, bir şehirde iki vali, bir ülkede iki devlet başkanının olamayacağı, olursa işlerin karışacağı, yani hâkimiyetin en önemli esasının müdahaleyi reddetmek olduğu, cihanşümul bir hakikattır. Bu hakikata İngilizler şöyle işaret eder: “Aşçılar çoğaldı mı çorba tatsız olur”, İtalyanlar; “Çok horozun öttüğü
yerde güneş doğmaz”, İranlılar; “İki kaptan gemiyi batırır”, Ruslar; “Yedi ebenin olduğu yerde bebek kör doğar”. Bizdeki atasözleri de şöyle: “Horozu çok olan köyün sabahı geç olur”, “İki arslan bir posta sığmaz”.

Atasözleri ve deyimlerin kültürümüze nasıl ayna oldukları şu misallerden açıkça görülebilir:

— Allah, dağına göre kar verir.
— Allah, doğrunun yardımcısıdır.
— Allah gümüş kapıyı kaparsa altın kapıyı açar.
— Allah sabırlı kulunu sever.
— Allah’tan umut kesilmez.
— Almadan vermek Allah’a mahsustur (yaraşır).
— Allaha ısmarladık.
— Allah bağışlasın.
— Allah bilir.
— Allah etmesin.
— Allah utandırmasın.


“Çalım Kültürü” nün doğurduğu gariplikler de hatırlanmaya değer. Arabalara yapıştırılan çıkartmalar nedense daha çok İngilizce ve İngilizlerin “white lie” (zararsız yalan) (!) dedikleri cinsten. Mesela “My other car is a Ferrari” (Benim diğer arabam bir Ferrari’dir). Ya arabaların arka camlarında taşınan sahte Amerikan plakalarına ne demeli! Bu plakaları takanlar, Amerika’yı görüp geldiğini mi ima ediyorlar acaba? Bir de kolu, bacağı kırılanların alçılarına yazdırdıkları imza sirküleri var. “Ne çok arkadaşı varmış”mı denmek isteniyor yoksa? Kısacası “hava atmak”, kültürümüzü ve dilimizi maalesef oldukça etkiliyor.

Şimdi dil-kültür-toplum ilişkisinde, hassas bir husus üzerinde duracağız. Kitle
iletişim araçlarıyla insanların zihinlerini kontrol etmek mümkün müdür?

Aynı hadiseye, farklı isimler vermeleri ne garip?! Mesela, bir insan dinini değiştirir; yeni dinine mensup insanlar için o bir “mühtedi” (hidayete eren)’dir; eski dindaşları için, “mürted” (dinden dönen). “Şehit olmak isteyen mücahitler” bazıları için “İntihar saldırısında bulunan bir grup fanatiktir”. Özellikle basın-yayın organlarında bu tür “dil oyunlarına” veya daha resmi bir ifadeyle “diplomatik üsluba” çok rastlanır.

Mesela, “Teröristler ölü olarak ele geçirildi”, “Göstericiler hayatını kaybetti” haberlerinde, özneden çok hadise vurgulanmış, halkın yanlış anlamalarının (veya gereksiz su-i zanlarının) (!) önüne geçilmiştir. Bu şekilde, aktif fiil cümlesi yerine, pasif cümleler ve isim cümleleri kullanmak, basının “tarafsız” kalmak için uyguladığı bir metottur. Batılı strateji uzmanlarının tavsiye ettikleri “güzel adlandırmalar” (!) da, insanlarda infiale sebep olabilecek bazı hadiselerin yumuşatılmasında kullanılır. Gaye, mevcut statükoya zarar gelmesini önlemektir. “Soykırımı” veya “katliam” yerine “etnik temizleme”; “kumar” yerine “talih oyunu”; “bebek katliamı” veya “sinsi soykırım” yerine “aile planlaması” terimlerini kullanmak gibi...

Ya “şeker bayramı” tabirine ne demeli? Kulluk dairesinde bulunan aciz ve fakir insanın, Allah’ın azamet, kudret, şef kat ve merhamet gibi yüzlerce isim ve sıfatını idrak edip “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahuekber” senalarıyla görünen ve görünmeyen âlemlere ilan ettiğimiz “Ramazan Bayramı” nda, “şeker” ve “tatlılar” dışındaki başka bir şeyle uğraşmayan ve insanları uğraştırmak istemeyenler de kimler? Bunları düşünmek gerek.

Nezaket isteyen başka tabirler de var. “Kara kışta” , karla ve tabiatla “mücadele” edildiği söyleniyor. Hâlbuki ne kış “karadır”, ne de insan onunla “mücadele” eder. “Hava muhalefeti” de ayni şekilde yanlış kullanılan deyimlerden birisidir. Tabiatta kötü ve çirkinmiş gibi gözüken şeylerin altında güzellikler yatar. Güzel düşünemeyen insanlar güzel göremezler. Rabb e kendilerine ve yaratılanlara yabancılaştıkları için “hayat”ı bir “cidal” olarak görürler.

İnsanı daha büyük bir vartaya düşüren bir tabir de şöyle “İşimiz Allah a kaldı” Acaba hangi iş Allah‘ın iradesi dışında gerçekleşir ki? Bundan başka “Üzümü nu ye bağını sorma” gibi ifadeleri duydukça, ister istemez insanın aklına bunların bizden olmayanlardan sudur ettiği geliyor. Batılılar bu konuda oldukça işgüzar. Ortaya attıkları tabirlerin ardında kendi hayat görüşleri okunuyor. Aldanmamak için çok dikkatli olmak gerekiyor.

Allah a dayandıkları için cihanı sarsan, fazilet ve medeniyet üstadı Osmanlılar emperyalizm sömürgecilik gibi kavramları tedai ettirecek şekilde bir “imparatorluk” mudur yoksa “cihad-ı fi sebilillah” mefkûresiyle yaşayan o şanlı ecdadımız “Devlet ı Aliye-i Osmaniye” midir’

İşte kullanırken düşünülmesi gereken mefhumlardan sadece birkaçı. O halde ne yapmalıyız? Kendimize ait mefhumlarla düşünmenin yollan nelerdir? Aslında çare basit. Kaynağı Kur’an ve hadisler olan eserleri sürekli okuyup yaşayan insanlarda öyle bir dünya görüşü oluşur ki sahip oldukları ferasetle eşya ve hadiseleri tahlil, bünyelerine yabancı olan unsurları teşhis, bilgileri hikmete, “kültür”ü de “irfan”a tebdil ederler. Öyle bir “lisan” kullanmaya başlarlar ki, sanki yaşadıkları şeyler kelimeleşir, zihinleri ve hayatları aydınlık ve dupduru olur.

KAYNAKLAR

1) Aksan, Prof. Dr. Doğan (1987) “Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim.” Ankara: Türk Tarih Kurumu Basım Evi.


2) Pel. M (1965) The Story ol Language New York The American Library.


3) Eminoğlu M. (1989) Osmanlı Vesikalarını Okumaya Giriş. Konya: Ülkü Basım Evi.


4) Hatim ve Mason (1990) Discourse and the Translator, London/New York: Longman.



 http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/insan-kainat-ikilisi-hipotez-ve-gercekler.html   internet sayfasından alınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder