Popüler Yayınlar

12 Mart 2013 Salı

VARLIĞIN ANLAMI



Ubeydullah Akyüz
Çağımızın büyük İslâm mütefekkiri, Allah’ın varlık ve birliğine delil olarak şu misal üzerinde ısrarla durur: 

“Toprağa düşen bir tohumun çimlenip ağaç olması veya anne karnındaki döllenmiş yumurtanın neticede insan olarak gün yüzüne çıkması için üçüncüsü olmayan iki alternatif vardır: Ya yumurtanın insan olma veya tohumun ağaç olma sürecinde rol alan moleküllerin her biri yerini, vazifesini, çevreyi ve diğer organ ve yapılarla olan münasebetlerini bilecek bir şuur ve ilme sahiptir; veya onları bütün bu saydıklarımızı bilen Biri yerli yerine yerleştirmektedir.”

Çağımız mütefekkirinin ısrarla üzerinde durduğu bu gerçek zihnime çok kuvvetli bir delil olarak görünmüyordu. 


“İşte her şey olup bitiyor. Ağaçlar meydana geliyor, insanlar doğuyor; belli sebepler ve program çerçevesinde bunlar meydana geliyor” diyordum. 

Derken bir gün zihnimde şafak attı ki, her şeye içinden bakıyor ve Yaratıcı’yı şuur dışı kabullenme çerçevesinde meseleye yaklaşıyordum. Bir an için bir Yaratıcı’nın olmadığını düşündüm ve o anda birdenbire kendimi dipsiz ve kapkaranlık bir boşlukta hissettim. Şu muazzam kozmos, şu şaşmaz nizam birdenbire kapkaranlık bir kaos halinde etrafımda dönmeğe başladı.

Bu durumdan kurtulmak ve verilen örneği daha iyi kavramak için bilimin vardığı neticeler ve yapılan bazı deneyler üzerinde fikir ve düşünce seyahatine başladım. İşte, size bu seyahatten bazı parçalar:

Bilim adamları, anne karnında embriyonun nasıl geliştiğini, simetrik ve asimetrik oluşumların nasıl gerçekleştiğini genel hatlarıyla çözebilmişlerdi. Ancak embriyonun ve onun gelişmesinde yapı taşları görevi yapan moleküllerin sol sağdan nasıl ayırdığı, organların yerlerinin nasıl belirlendiği, hiç şaşırmadan nasıl kiminin gidip göze, kiminin kulağa, kiminin ayağa… yerleşeceğinin nasıl tesbit edildiği; organların ihtiyaçlarının nasıl bilindiği ve organlar arası haberleşmenin nasıl sağlandığı konularında bugün çok az şey bilinmekteydi. 


Öyle ya daha ilk günden itibaren gelişmeye başlayan embriyo, annenin aldığı gıdalarla büyümekte, gıda olarak embriyoya ulaşan besin molekülleri, bilinmez bir şekilde vücudun alacağı şekli, organların yerini, bedendeki bütün organların ve hücrelerin birbiriyle olan münasebetlerini ve hatta o varlığın kaderini biliyormuşçasına, mükemmel ve eşsiz bir varlık oluncaya değin çalışmaktadırlar. 

Bütün insanlar, hatta hayvanlar hatta bir dereceye kadar bitkiler, aynı elementlerden meydana geldikleri ve benzer organlara sahip oldukları halde karakter, sima, arzu... gibi çok çeşitli özellikler ve ayrıca parmak uçlarına varıncaya kadar, şahıslarına has ayırıcı özellikler taşımaktadırlar. İşte hergün milyonlarcasına şahid olunan bu oluşumların gerçekleşmesi için iki alternatif vardır: Ya bu moleküller sonsuz bir ilim, irade ve kudrete sahip veya bütün bunlara sahip Biri var, onları yerli yerine yerleştiriyor. O kadar yerli yerine ki, bir genin yanlış yerde, zamanda ve uygun olmayan miktarlarda okunması, göze gidecek bir molekülün bir başka yere gitmesi, neticede ölüme varacak oluşum bozukluklarına sebeb olmaktadır.

Buna güzel bir örnek ABD’de yapılan bir çalışmadır. ABD Houston Baylor Tıp Fakültesi’nde beyaz fareleri renkli fare haline getirebilme üzerinde çalışan Paul Overbeek ve arkadaşları, bu maksatla pigment üretilmesinde rol alan renk genini, beyaz farenin tek hücreli döllenmiş embriyosuna zerkettiler. Bu farenin yavrularını çiftleştirdiler ve torunlardan herhangi bir renk değişimi görülmediği gibi, tersine yarısı bir hafta içinde öldü. Overbeek bunun sebebini şöyle açıklıyordu:

“Fare embriyosuna enjekte ettiğimiz gen fonksiyonunu kaybetmişti. Embriyonun genom kütüphanesinde bu renk geninin diğer genlerle etkileşimi, bu genin mesajının okunmasını engellediği gibi, diğer genlerin de doğru çalışmasına mani olmuştu. Gelişim sırasında mide, karaciğer, kalb kısaca bütün iç organları ters yerlerde oluşmuştu. Pankreasla böbrekler tamamen hasara uğramıştı. Anladık ki, şu aşamada herhangi bir gen transferini başarabilme şansımız, farede tahmin edilen gen sayısı olan 100.000’de birdir. Farenin genom kütüphanesinde bulunan her bir gen diğer 100.000 gen ile bağlantılı olarak fonksiyon görmektedir.”

Görüldüğü üzere sahip olduğu ilim, şuur, iradeyle bütün varlığın emrine verildiği insan, ancak deneme-yanılma yoluyla tabiat kitabının sırlarını öğrenebilmektedir. Hâlbuki insanın doğrudan müdahalesinin olmadığı yaratılışta, deneme ve yanılma yoktu ve yeraltına düşen her tohum toprağını bulmuş, ısı ve su gibi gerekli ve yeterli şartlar oluşmuş ise, arızasız ağaç haline gelmekte ve anne karnında aşılanmış yumurtacık da neticede şuurlu, canlı, her türlü maddi ve manevî melekelerle donatılmış bir varlık halinde canlılar dünyasına gönderilmektedir. 


Gerçekten yaratılışın tecellileri olan varlıklarda, mutlak bir irade, mutlak bir kudret ve mutlak bir ilmin tecellisini görmemek mümkün değil. Kâinatta her partikülü yerli yerine yerleştirmek, ayrı ayrı her bir varlığı, birbiriyle olan münasebetle içinde tanımayı gerektirir. Aynı kaynaktan gelen benzer molekülleri aynı yapıda, ayrı sima, ayrı karakter ve ayrı kadere sahip varlıklar halinde ortaya çıkarması, herşeyi bilen bir ilim, herşeye gücü yeten Kudret ve dilediğini dilediği gibi yapan bir İradenin varlığını ispatlamakta değil midir?

Hakikat böyle iken biyoloji ve fizik deki materyalizm yörüngeli bilim adamları yaratılışa hadiselerin içinden yaklaşmakta ve kâinatın dış yüzünde otomasyon (kendi kendinelik) perdesini aşamama sancısını çekmektedirler. Evet, herşey belli prensipler ve sebebler çerçevesinde olup bitiyor ve bu olup bitenleri laboratuarda incelemeyi kendine meslek bir grup bilim adamı da, olup bitenlerin üstündeki Varlığı laboratuara sokmaya çalışmaktadırlar. 


Oysa bu Varlığı laboratuarda görmeye çalışmak, Onu yaratıcı değil, yaratılmış; ezeli değil sonlu; madde ötesi değil maddi; namütenahi değil sınırlı yapacak ve bilim adamını da adeta Onun da üstünde bir mevkiye oturtacaktır İnsan bu noktada soramadan edemiyor. Yoksa materyalist bilim adamının istediği varlığın üstünde tanrılaşmak mıdır? 

Böyle değilse Yaratıcı’yı yaratılmışların içinde aramanın herhangi bir mantığı olabilir mi? Ayrıca Allah’ı kabul etmeme adına ya şuursuz ılımsız iradesiz, cansız maddeye veya bizatihi varlığı olmayan yine şuursuz, bilgisiz iradesiz ve cansız sebeblere ve tabiat, kanun gibi kavramlara mutlak irade, mutlak kudret ve mutlak ılım yüklenmeye çalışılmakta. Bazen de hayat ve ezeliyete takılınıp kalınarak, maddeye ezeliyet veriliyor veya kâinatta tesadüflere yer olmadığını göre göre ve bile bile herşey tesadüflere bağlanıyor. 

Eğer tesadüfler varlığa yön verecek ve cansız maddeye hayat kazandıracak kadar güçlü ise, niçin hayatımız bütünüyle tesadüflere bırakılmıyor? Mutlak ilim, irade ve kudrete işaret eden kâinatın varlıkları için bu vasıflara sahip bir Varlığı kabul etmeyenler, şuursuz, cansız, ilimsiz ve iradesiz maddeye veya sebeblere yoktan var olma ve var etme özelliğini ilim adına nasıl verebiliyorlar? Bütün bunlar düşünülmesi gereken sorular..

Malumdur ki, bilim gözlem ve deney kadar, ortaya atılan hipotezler ve teorilerle gelişir. Öyleyse varlığa ve var oluşa Allah’ın eserleri açısından ve O’nun hesabına bakmak veya yaklaşmak, niçin bilime ters olsun aksine bilimin gereği olan bir yaklaşım tarzı değil midir?

Şimdi de bilimin yaratılış noktasında takıldığı noktalardan biri olan ezeliyet gerçeğine bir göz atalım: Yukarıda arzetmeye çalıştığımız gibi cansız, şuursuz, ilimsiz, iradesiz, kudretsiz maddeye ezeliyet bahşetme hamakatine düşmeyenler, varlığın bir başlangıcı olduğunu kabul etmekte, fakat başlangıcın öncesini izah edememektedirler. 


Oysa önce insan varlığın bir parçası olarak kendisinin de sınırlı bulunduğunu, ilminin de varıp bir sınıra dayanacağını kabul etmek zorundadır. Aksi halde ortaya sonsuzluk iddiası çıkar ki, bu da insanın kendini Yaratıcı’nın yerine koyması demektir. Varlık, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisinin neticesidir. İnsan, bu tecellilerin neticelerini inceler, onları tanıyabilir ve bilebilir; bundan sonra Zat ve Zatî tecelli gelir ki, O, hiçbir zaman yaratılmışın cinsinden olamayacağı için, bir Mevcud-u Meçhuldür. Bilim oraya yol bulamaz. Yoksa bilenin bilinenden büyük olması kuralınca, insan -hâşâ- Allah’ın ötesinde bir yere çıkmış olur. Bu ise, muhallerin en muhalidir. Şu halde, insan önce sınırlılığını idrak etmelidir.

İkincisi, insan sonradan meydana gelme, bir varlık olarak zamanın içindedir. Zaman yaratılışla başlamıştır ve zamanın sınırlarından sıyrılmadan ezeliyeti, yani zamansızlığı kavramak mümkün değildir. Bu da akılla değil, amelle, tecrübeyle ve vicdanla elde edilir. Dolayısıyla, yaratılmışı inceleyen bilim buna yol bulamaz.

Müslüman kelamcılar, Allah’ın varlığını ispat için eski dönemde “teselsülün batıl oluşu” deliline sarılmışlardır. Buna göre kâinatta apaçık bir değişim vardır. Sürekli doğum ve ölüm vardır. Doğan, ölen ve değişen şeyler ancak sonradan meydana gelme olabilir. O halde sonradan meydana gelen şey, bir meydana getirene muhtaçtır. 


Çünkü görüyoruz ki, hiçbir şey kendi kendini meydana getiremiyor. Varlığın en şuurlusu, güçlüsü ve iradelisi olan insanın bile yaratılışında, hususiyetlerinde, hatta bedeninin fizyolojik fonksiyonları üzerinde hiçbir rolü yoktur. Öyleyse, her sonradan olan, bir Olduran’a her yaratılan bir Yaratan’a muhtaçtır. Mesela anneyi çocuğun, yumurtayı da tavuğun yaratıcısı kabul etsek bu yaratıcılar silsilesi ilânihaye gidemez ve bir noktada durmak zorundadır. Bu noktadan sonra Müsebbibü’l-Esbab yani sebepleri yaratan ve varlığı harekete geçiren Yaratıcı başlar ve O sonsuzdur, ezelidir, yaratılmamıştır ve varlığı kendisindendir.

Hakikatte kelamcıların yaptığı gibi varlığın başına kadar uzanmaya da gerek yoktur. Kâinatta her bir varlık, her bir oluşum, her bir hâdise, İlim, İrade ve Kudret’i ortaya koymaktadır. Şu anda herşeyin belli sebebler ve program çerçevesinde olup bitmesi bizi aldatmamalıdır. Bir defa hayatımızı sürdürebilmemiz için sürekli gelen İlahi tecellilere, istikrara çekecek bir programa bir perdeye ihtiyacımız var ki, bunu da sebebler yapmaktadır. 


Yani sebebler, kâinattaki durmamacasına akışın üzerine çekilmiş bir örtüdür. İkinci olarak sebebler ve programın varlığı nominal, yani zihinde var olan bir varlık çeşididir. Biz sonuçlara bakarak, sebeblerin ve kanunların var olduğuna inanıyoruz. Ancak bilinmesi gereken nokta; sebeblerin ve kanunların varlığını kabul veya red etmenin Yaratıcı’nın varlığını göz ardı etmeyi gerektirmediğidir.

Kâinat her bir cümlesi, herbir kelimesi, her bir harfi birbiriyle alakalı bir kitaptır. Allah, isimlerinin tecellileriyle bu kitabı adeta konuşturmakta ve insana okutmaktadır. Bu kitabın aslı ve asıl manası, O’nun ilmindedir. Yani kâinat varlık sahasına çıkmadan önce Allah’ın ilminde manalar halinde vardı. Bu ilmi (manevi) varlığa İrade ve kudret taalluk edince, bu ilim cümleler, kelimeler ve harfler halinde (eşya ve hadiseler) görüldü. 


İşte Allah’ın zaman şeridine taktığı şu kâinat, ezeli İlmi üzerinde Kudret ve İradesiyle tecellisinin neticesidir. İlmi vücudu olan varlıklar, üzerinde Kudret ve İradenin tecellisiyle varlık sahnesine çıkmakta, ölmekte, yeniden Kudret’den ilme, Kudret dairesinden İlim dairesine geçmektedirler.

Kitap yazmaya karar vermiş bir insanın zihninde, bu kitabın varlığı mana halinde mevcuttur ve bu mananın dışta bilinmesi, onun harfler ve kelimeler kalıbını giymesini gerektirir; ayrıca, kitabın harf ve kelimelerdeki maddi varlığı yok edilse bile, yine manevi varlığı sahibinin zihninde, hatta bir defa yazıya döküldükten sonra onu okuyan binlerce insanın zihninde mevcudiyetini korumaktadır. 


Bunun gibi, kâinat da, bir kitap olarak, Allah’ın ilminde mevcuttur. Yaratılmadan önce de mevcuttu. Allah’ın daha başka isimleri ve daha başka tecellileri vardır. Nasıl ilmine irade ve Kudreti’nin taallukuyla kâinat ortaya çıkmışsa, Kelamı’nın taallukuyla da, İlahi Kitaplar ve onların en sonuncusu ve mükemmeli olan Kur’an ortaya çıkmıştır. 

Kur’an, Peygamber Efendimiz’e vahy edilmekle insanın anlayabileceği şekilde had ve kelimeler kalıbını giymiş ve kitap halinde arz-ı endam etmiştir. Dolayısıyla, Kur’an ve kâinat iki ayrı tecelliden ibarettir ve yine İslâm’da Kur’ân’la, dinle, onun bir başka platformdaki şekli olan kâinatı inceleyen ilimler arasında hiçbir çatışma olamaz. Çatışma olsa olsa bilim adamlarının zihninde olur. Bu sebeple, İslâm ve ilimlerin konusu olan kâinata aynı gerçeğin ki faklı ifadesi olarak bakabiliriz.

Allah’ın varlığı, varlığın asıl manasıdır. Doğmalar, ölmeler, meydana gelmeler, meydandan çekilmeler, kısacası bütün hadiseler, ancak böylece bir anlam kazanır. Düşünün ki, kâinatta tek bir varlığın, bir elmanın bile fiyatı kâinat kadardır ve kâinat için pek büyük masraf yapılmıştır. Buna rağmen, pek çok varlık doğar doğmaz ölmekte, pek çoğu ancak birkaç saniye yaşamakta, insan gibi, varlığın kaymağını oluşturan bir yaratık bile ortalama 60 yıl ömür sürmektedir. 


Böylesi kısa bir ömür için bu kadar masrafa, ‘uçsuz bucaksız’ bir kâinata ne gerek vardı denebilir. Neticede her şey bir yoklukta son buluyorsa, bu hayata ne gerek vardır? Eğer, bu hayatın, ötesinde sonsuz bir hayat yoksa, şu olup-bitenler, şu hayat, şu kâinat bir oyun ve eğlenceden ibaret olmaz mı? Oysa, öyle değildir. Her şeyde sonsuz bir mana vardır, sonsuz bir Kudret, İlim ve İrade nümayandır. Her şeyde apaçık bir kasıt, yani bir maksat gözlemlenmektedir. 

Dolayısıyla her şey, her hadise, her varlık bir kelime olarak Allah’ı anmakta, O’nu gözler önüne sermekte; her varlığın hayatı doğrudan O’na bakmaktadır. Allah, ezelî olduğu gibi ebedidir de. Şu halde, ezeli ilimden gelen her şey, ebede gitmektedir. Allah’ın ebedi oluşu ve ebedi hayat, kâinatın yaratılışı, doğma ve ölmelerin asıl anlamını oluşturmaktadır. 

Aksi halde, kendi başına her varlık değersiz bir sıfır, kâinat da kocaman bir sıfır olur. Bu anlam, sonsuz sayıda sıfırların önündeki 1 (bir) gibidir. Bu mana görülmezse, bu sıfırlar, her türlü İlahi tecellileri ve güzellikleri soğuran, emen birer ‘kara delik’ olurlar. Bu mana ise imanla görülür. İman kara deliklerin karanlığını gideren, her köşeyi aydınlatan neticede varlıktaki pırıl pırıl mânâyı, gayeyi ve güzelliği gösteren nurun tâ kendisidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder