Popüler Yayınlar

5 Mart 2013 Salı

DAHA BİZ DOĞMADAN...



Abdullah Aymaz - Bir önceki yazımda bahsettiğim Prof. Dr. Colin Turner’in post doktorasını tamamlamış bir öğrencisi olan Hasan Hörküç Bey’in iki hatırasını sizlere aktarmaya çalışacağım:


"Bundan birkaç yıl önce Amerika’da yapılacak uluslararası bir konferansa konuşmacı olarak gidiyordum. Havaalanındaki görevli, pasaportuma ve vizeme bakarken bana niçin geldiğimi sordu. Ben de bir konferansta konuşmacı olduğumu söyleyince “Davetiye mektubunuzu görebilir miyim?” dedi. 

Davetiye mektubumda da yapacağım konuşmanın adı yazılıydı: “Bediüzzaman’ın Perspektifinden Cihad”. Cihad kelimesini görür görmez alttan bir düğmeye bastı ve gelen güvenlik görevlisi, kibarca benimle görüşmek istediklerini, bunu rastgele birçok kişiye yaptıklarını söyledi. Ben de tabiî ki dedim. Sonra arka tarafta görevliyle söyleşiye başladık.

 Önce bana ne çalıştığımı, ne yaptığımı vesaire sordu. Sonra da sıra yapacağım konuşmanın ne olduğuna geldi. Ben de Bediüzzaman’ın 20. yüzyılın önemli bir İslâm alimi olduğunu ve cihadla ne kastettiğini anlatmaya başladım.

Uzun uzadıya cihâd-ı ekber ve cihâd-ı asgar yani büyük küçük cihad vesaire tanımlardan sonra Bediüzzaman’a göre cihadı tarife başladım. Bu hususta müsbet ve menfi hareket, manevî cihadın ne mânaya geldiğini, kılıcın kınına girdiğini, medenilere galebenin ikna ile olacağını, insanın asli vazifesi ve cihadının kendi içindeki ‘ene’yle olacağını, sevgiyi sevmenin asıl olduğunu, seven kalpte kin ve nefretin olamayacağını, eğitimle insanların cehalete karşı mücadele vermesi gerektiğini, Müslümanların artık dünyanın her yerinde olmasından ötürü coğrafi sınırları çizmenin çok zor olduğunu ve cihadın, akıl, terakki ve medeniyet vasıtalarıyla olacağını, Risalelerden misallerle uzun uzun örneklerle konuştuk.

Konuşmamız yaklaşık ne kadar sürdü tam hatırlamıyorum. Fakat anlattığım şeylerle çok ilgilendi. Hatırladığım son şey ben Bediüzzaman’ın 1960’ta vefat ettiğinde henüz ‘Jihadist’ kelimesinin literatürde bile kullanılmadığını ve bu kelimenin yaklaşık 20-30 yıl sonra literatürde kullanılmaya başladığını söyleyince o da “Yani dedi bu kişi bunları 1960’larda mı konuşmuş?”  Ben de “Evet, hatta daha erken zamanlarda konuşmuş!” dediğimde konuşmamız sonlandı.

Daha önce de girip çıktığı bir odaya girdi çıktı, geldi ve bana şunları dedi: “Biz sizinle ve çalışmalarınızla ilgili bir araştırma yaptık ve gördük ki siz dünyanın birçok yerinde konferanslara katılmış ve bu ve benzer konularda konuşmalar yapmışsınız. Bunlardan ötürü bundan sonra Amerika’ya giriş yaparken başka bir vizeyle Amerika’ya geleceksiniz.” dedi ve o vize türünü bir kâğıda yazarak verdi. “Böylece, bu sıralarda beklemeyeceksiniz ve VIP’ten giriş çıkış yapacaksınız” dedi. Ben de teşekkür ederek konuşma yapacağım yere doğru yola çıktım.

Bundan birkaç yıl önce Hollanda’nın dünyaca ünlü Brill yayınevinin çıkarttığı bir İslâm araştırmaları dergisinde ‘Bediüzzaman’a göre Adâlet-i Mahza ve Adâlet-i İzafi’ üzerine bir yazı yazmıştım. Yazının bel kemiğini ise Batı felsefesindeki ‘partial and impartial justice’, yani kısmî ve tarafsız adalet veya ‘distributive and retributive justice’ yani dağıtıcı ve cezalandırıcı adalet tartışmalarına (ki kökleri Aristo’ya dayanan) bu temel argümanlara ayrılmıştı.

Batı felsefesinde bu tür adalet argümanlarının olduğu birçok yerde karşımıza çıkacak olan Rambrant örneği vb. ve sonrasında içinden çıkılamayan adaletsizlik sonucunu, Bediüzzaman’ın Mesnevî-i Nuriye’sindeki Şûlenin Zeyli’nde geçen bardak örneği temelli geliştirdiğimiz ‘bardak analoji’si ile çözüm aramıştım. Tabiî ki, Risalelerdeki ilgili konuları tarayıp bütünsel küllî bir yaklaşımla kaderi ve haşri vesaireyi de tartışmamıza dahil ederek. Bu mânada yazıyı yayına hazırlayan editörden şu notu aldım: “Yazınız okuduğum en ilginç yazılardan biriydi ve ben kendimde birçok şey öğrendim. Teşekkür ederim.”
 
Mesnevî-i Nuriye’deki Şûlenin Zeyli’ni biraz açacak olursak Üstad şöyle diyor:

“İlâhî hikmet her şeye değeri nisbetinde feyiz veriyor ve herkes bardağına göre denizden su alabilir.”

Zerre bahsinde de Üstad Hazretleri, şeytanî bir vesveseye cevap verirken diyor ki: “Cenab-ı Hak her şeye lâyığını veriyor ve maslahata göre veriyor. Eğer atâsı, ihsanı, ikramı, bu kâidelerden hariç olsa idi, senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha akıllı ve daha âlim olması lâzımdı.

Hem senin parmağının içinde senin şuur ve iktidarından daha çok bir şuur, bir iktidar yaratırdı.” Çünkü böyle bir şey israf olurdu; zira hiçbir faydası olmaz, hiçbir işe yaramazdı. İsraf, Allah’ın Adl (Adalet ile ilgili) ismine zıttır...


 http://www.zaman.com.tr/abdullah-aymaz/daha-biz-dogmadan_2060682.html     internet sayfasından alınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder