Popüler Yayınlar

11 Mart 2013 Pazartesi

İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ' NE GÖRE İNSAN-I KAMİL

Mustafa Yılmaz

"Yetkin insan demek olan insan-ı kâmil; Allah’ın ef’âl, esmâ, sıfât, hatta şuûnât-ı zâtiyesinin en parlak aynası demektir. “Mutlak zikir kemaline masruftur.” esprisi açısından, insan-ı kâmil denince, ilk akla gelen Hakikat-ı Muhammediye (s.a.s.)’dir. Sonra da diğer enbiya, gavs, kutup ve derecelerine göre evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrebîn.. bu konuda böyle bir farklılığı kabullenmek, Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha açısından mahzursuz olduğu gibi, akla, mantığa, hiss-i selime de aykırı değildir." ***

1703-1780 tarihleri arasında yaşamış Erzurumlu bir âlim olan İbrahim Hakkı Hazretleri, dinî ilimlerin yanı sıra astronomi, tıp, anatomi, fizyoloji, aritmetik, geometri, trigonometri, felsefe ve psikoloji gibi ‘müspet’ ilimlerle de ciddi şekilde meşgul olmuş emsali nadiren gösterilebilecek bir şahsiyettir.

Onun bu derinliği, bir nevî ansiklopedi mahiyetinde olan kıymetli ve meşhur eseri Marifetnâme’de açıkça görülmektedir. Daha küçük yaşlarda iken Tillo’da devrin büyüklerinden Şeyh İsmail Fakîrullah Efendi’yle karşılaşmış, onun sayesinde hayli erken sayılabilecek bir dönemde kendisini, kalb ve ruh bilgisi/marifeti diye tarif edebileceğimiz tasavvuf deryasının içinde bulmuştur.

Ömrünün ilerleyen zamanlarında da hep tasavvufla içli-dışlı olmuş, tabiî olarak tasavvufî düşünce de hayatının en önemli ve yönlendirici çizgisi hâline gelmiştir. Erzurum, Tillo ve İstanbul üçgeninde çok verimli ve bereketli bir hayat süren İbrahim Hakkı Hazretleri’nden geriye bir divan ile çeşitli alanlarda yazılmış yaklaşık otuz eser kalmıştır. O, ilmî meşguliyetlerin getirdiği bütün bu yoğunlukla beraber halkı tenvirden de uzak kalmamış bir irşad eridir. Hayatı boyunca öğrenmiş, amel etmiş ve anlatmıştır.

İbrahim Hakkı Hazretleri, “insan-ı kâmil” mevzuuna eserlerinin değişik yerlerinde temas etmekle iktifa etmemiş, bu hususla alâkalı bir de müstakil risale kaleme almıştır. Onun bu husustaki düşüncelerini İnsaniyet-i Kâmile1 adlı eserinden kısmen hülâsa edip, günümüz üslûbuyla arz etmeden önce, “insan-ı kâmil” konusu üzerinde kısaca durmak herhalde yerinde olacaktır.

Kur’ân-ı Kerîm’in değişik yerlerinde ifade edildiği üzere insan, izâfî bir mâlikiyet ve eşyaya müdahale hususunda nisbî bir hakka sahip bulunma mânâsında yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Yerde ve göklerde sayısız imkânların insanoğlunun emrine ve hizmetine sunulması, onun mahiyet ve donanımı itibariyle ‘ahsen-i takvîm’ üzere yaratıldığına, “kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi ve istidatça en zengini” olduğuna, “Allah’ın sıfat, isim ve fiillerinin en esaslı bir nokta-i mihrakiyesi, en parlak aynası, bütün kainatın özü, usaresi; muhteva derinliği ve iç zenginliği itibarıyla bütün mükevvenâta denk” bulunduğuna açıkça delalet etmektedir. Bununla beraber insanoğlu bu dünyaya imtihan kastıyla gönderilmiştir.

Cenab-ı Hak insanı cüz’î bir irade ile donatmış, ihtiyarını kendi eline vererek onu ‘a’lâ-yı illiyyîn’ ile ‘esfel-i sâfilîn’ arasında bu iradesiyle başbaşa bırakmıştır. Bu imtihanın tabiî bir neticesi olarak da, insanlık tarihi bir taraftan esfel-i sâfilîne düşenlere, diğer taraftan da seyr ü sülûk-i rûhanîde acz ve fakrıyla terakkî ede ede kalb ve ruh ufuklarına doğru yürüyerek kemâle ermiş, ekmeliyete mazhar olmuş insan-ı kâmillere şahitlik etmiştir.

İnsan-ı kâmil, Allah dostlarının da ifade ettiği gibi, mutlak anlamda Nebiler Serveri Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ)’dır. Sonra da diğer enbiya, gavs, kutup ve derecelerine göre evliya, asfiya, ebrar ve mukarrebîn... gelir. Genel mânâda insan, potansiyel olarak yeryüzünde Allah’ın halifesi, insan-ı kâmil ise yeryüzünde Allah’ın tam halifesidir.

İbrahim Hakkı Hazretleri, Marifetnâme’sinde insan-ı kâmili, “âlemin özü, Allah’ın lâtîf sırlarının bir mecmuası ve sonsuz hikmetlerinin fihristi” diye tarif eder. İşte bu sebepledir ki, ‘emanet’ insan-ı kâmile tevdî edilmiş, ‘hilafet’ vazifesi de yine onun omuzlarına bırakılmıştır.

İnsan-ı kâmil, diğer bir ifadeyle ‘yetkin insan’ olma/olabilme herkes için açık bir yoldur. Aslında konunun bize bakan en önemli yönü de işte bu noktadır. Evet, her mü’min kul için, Allah’ın izni ve inayetiyle, Rab’le münasebetlerdeki ciddiyet ve devamlılık, dünyevî-uhrevî konulardaki denge, ilim ve hakikat aşkı, güzel ahlâk ve istikamet gibi yüce hasletlerle insan-ı kâmil olabilme kapısı her zaman açık bulunmaktadır.

İşte, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de, İnsaniyet-i Kâmile adlı geniş bir makale hacmindeki değerli eserinde insan-ı kâmilin evsafını sıralarken bizlere insan-ı kâmil olma yolunda nasıl bir usûl ve üslûp belirlememiz gerektiğini anlatıyor.

Eserine, mukaddimesinde okuyucuyu muhatap alarak seslendirdiği, “Ey tâlib-i devlet-i ma’rifet-i Mevlâ ve ey râğıb-ı sohbet-i kibâr-ı evliya!” nidası ve “Efnâkellâhü anke ve ebkâke bih - Allah seni senden cüdâ ve Zâtıyla bâkî kılsın!” duasıyla başlayan müellif, düşünce ve gönül dünyasındaki insan-ı kâmilin vasıflarını on yedi bölüm içinde ele alıyor. Şimdi bölüm bölüm bu risaleciğe bir göz atalım.

Birinci bölümde, insan-ı kâmilin vasfının Allah sevgisi, tevhid, tevekkül, tefviz, teslîm ve rıza olduğunu söyleyen müellif, böyle bir kâmilin huzûr-u tâmmı elde ettiğini, Rabbine karşı her zaman hamd ü sena duygularıyla meşbû bulunduğunu ifade eder. Ona göre insan-ı kâmil, mâsivayı (Allah’tan başka her şey) terk etmiş, fenâfillaha ermiş ve fakr şalını kuşanmıştır. Rabbin tasarrufları karşısında her zaman gönül hoşnutluğuna sahiptir; sebebi ne olursa olsun asla şikâyet etmez.

İkinci bölümde müellif, insan-ı kâmilin dua ve recâsının Allah indinde makbul olduğunu, reddolunmayacağını söyler. Ne var ki, ona göre, insan-ı kâmil edep ve hayâsından dolayı Cenab-ı Hak’tan her hangi bir şey istemekten çekinir. Zira, Rabbinin her şeye nigehbân olduğunu, her şeyin O’nun tasarrufunda bulunduğunu, cereyan eden bütün hâdiselerin abes iş işlemekten münezzeh Hakîm bir Zat’ın eseri olduğunu bilir; dolayısıyla da her hâdise ona yerinde, güzel ve münasip gelir. İnsan-ı kâmil, işlerini her şeyin en güzelini ve hayırlısını en iyi şekilde bilen Zât’a havale eder.

Üçüncü bölümde de şunlar anlatılır: İnsan-ı kâmil, Mevlâsı indinde azîz ve mükerremdir. İnsanlar da onu gönülden sever ve hürmet gösterirler. Haddizatında onun böyle bir talebi yahut beklentisi de yoktur, aksine o teveccüh-ü nâstan kaçınır. Onca ta’zim ve ihtirama rağmen insanların teveccühüne asla meyletmez; Hak için halkla beraber bulunmanın dışında hep Rabbiyle başbaşa kalmayı tercih eder. Bilir ki, insanlara karşı müstağnî davranmak, onlar tarafından istiskal edilmemenin ve gönülden sevilmenin en önemli vesilelerinden biridir.

İbrahim Hakkı Hazretleri dördüncü bölümde insan-ı kâmilin davası, vazifesi ve mefkûresi için hayatının bir yanı hâline getirdiği ızdırabından memnun, istikamette istikrar kazanmış, yüzüp gezmeden kurtularak huzur ve itmi’nana ulaşmış bir temkîn insanı olduğunu, eşyanın hakîkatine uyandığını, eliyle, diliyle yahut kalbiyle yani bütün azâlarıyla sürekli hayret makamında zikirde bulunduğunu, dolayısıyla da asla gaflete düşmeyeceğini anlatır.

Beşinci bölümde, müellif tarafından insan-ı kâmilin Allah’ın hiç bir nimetini asla küçük görmeyeceği ifade edilmiştir. Ona göre, yiyecek, içecek, giyecek vs. Cenab-ı Allah nimet olarak ne vermişse hepsi kıymetlidir. Onun için de elde olana şükredilir, elde bulunmayan şeyler hakkında da tama’ ve hırs işmam edecek sözler sarfedilmez, beklentilere girilmez. İnsan-ı kâmilin nazarında döşekle hasırın, pirinçle arpanın, yün ile ipeğin farkı yoktur.

Altıncı bölümde, yemede-içmede, uyumada-uyanık kalmada, sessiz durmada-konuşmada, uzlette-sohbette yani topyekün ibadet ve davranışlarda ifrat ve tefritten uzak Allah Resûlü’nün ifadeleri içerisinde “işlerin en hayırlısı” olan itidal yolunu tercih etmenin insan-ı kâmile ait çok önemli bir vasıf olduğu zikredilir. Bu husus bir hadîs-i şerîfle te’yid edilir:

“Allah’a yemin olsun ki! Ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na karşı en müttakî olanınızım. Fakat ben bazı günler oruç tutarım, bazı günler de orucu bırakırım, gecenin bir kısmında namaz kılarsam, bir kısmında da istirahat ederim; üstelik evlenirim de.” (Buhari; Nikah 1)

Yedinci bölümde, insan-ı kâmilin güzel ahlâkı gereğince her va’dine vefalı olduğu, asla hulfü’l-va’dda bulunmadığı, her işinde adaleti gözettiği, kendini zemmedenlere dahî darılıp küsmediği anlatılır. Bu fasılda dile getirilen diğer bir husus da insan-ı kâmilin israf ve hissetten (cimrilik) uzak; yerinde başkalarının israf zannedebileceği ölçüde infaktan kaçınmayan, yerine göre de kimi insanların -yanlışlıkla- cimrilik addedebilecekleri kadar iktisatlı davranan bir kimse olduğudur.

Müellife göre insan-ı kâmil keremkânîdir. İnsan-ı kâmilin her hususta ‘orta yol’u tercih ettiği bu bölümde bir kez daha vurgulanır. Burada anlatılan başka bir konu da, insan-ı kâmilin, hiç kimsenin bir sırrını veya ayıbını bir başka kimseye söylemeyen fazilet timsali bir settâr-ı uyûb olmasıdır. Ayrıca insan-ı kâmil Hak Teâlâ ile olan münasebetlerini saklı tutar, Rabbiyle arasındaki sırları ifşa etmez. Hem öyle güzel bir ahlâka sahiptir ki, hiçbir kimseye asla öfkelenmez, kötü ve kırıcı söz söylemez, sinesinde kin tutmaz.

Sekizinci bölümde ifade edilenleri de şöylece özetlemek mümkündür: İnsan-ı kâmil her hareketini bir iyilik ve ibadete bağlamıştır.. boş yere nefes tüketmez; her nefesi kâinatın diğer eczası misüllü Cenab-ı Hakk’ı tesbihtir.. konuştuğunda yumuşak konuşur, ilim ve hikmet söyler.. sohbetinin halâvetine doyum olmaz.. huzuruna erenler huzûra ererler. İnsan-ı kâmil “إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللّٰهُ” sırrına ermiştir; yani görüldüğünde Allah’ı hatırlatır ve o, bu özellikleriyle güneş gibi zâhir olur.

Dokuzuncu bölüm, konusu itibariyle bir önceki fasılla benzerlik arz etmektedir. Müellif burada özetle şöyle der: “İnsan-ı kâmilin nur yüzünden ve latîf sözünden, görenlerin gözleri ve dinleyenlerin kulakları büyük bir zevk ve lezzet alır. Sohbeti hiç bitmese, hep devam etse dahî sevenleri onun huzurunda bulunmaktan bıkıp usanmazlar, bilakis safâ bulurlar. Çünkü o, konuştuğunda Cenab-ı Hakk’ın kalbine ilkâ ettiği şeyleri, eşyanın hakikatini, mânânın inceliklerini, din ve diyanetin esaslarını konuşur. Söylediği her kelâm Kur’ân’a ve Sünnet’e muvafıktır.”

Onuncu bölümde müellifimiz, insan-ı kâmilin insanlarla, bir maslahat olduğunda görüştüğünü, bulunduğu meclislerde başını önüne eğip sessizce beklediğini, o esnada Cenab-ı Allah kalbine bir şey ilham etmişse onları yanındakilerle paylaştığını ifade ediyor. Müellife göre insan-ı kâmil, ifadelerinden istifade etmek isteyip sohbetine dâhil olanları her zaman öncelikli olarak tehzîb-i ahlâka irşad eder.

Bununla beraber vaktinin çoğunu tefekkür ve zikirle geçirir veya hususî birtakım işleriyle meşgul olur. Yaptıklarını imkân nisbetinde gizler; halkın teveccühünden ısrarla kaçmaya çalışır. Bununla beraber, Hak Teâlâ onu kullarına sevdirmiş, böylece de tanınıp bilinmişse o, bundan müştekî olmaz. Başkaları ona hürmet ve tazimde kusur etmese, hattâ onu en yüksek payelerle vasfetseler de o, herkesi kendinden üstün bilir.

Onbirinci bölümde, insan-ı kâmil kalben dünyayı terketmiş olduğundan malın-mülkün onun gönlünü bir lahza bile Hak’tan gafil kılamayacağı anlatılır. O kendisini insanlara yararlı olmaya vakfetmiş öyle bir Hak dostudur ki, eline geçen şeyleri gizlemez; gizlemek bir yana çevresinde ihtiyacı olanlara dağıtıverir. Kendisi de dünya adına hiç kimseden hiç bir talepte bulunmaz.

Onikinci bölümde şunlar dile getirilir: İnsan-ı kâmil, Allah ahlâkıyla ahlâklanmış kimse demektir. Nefsaniyetinden sıyrılmış ve güzel ahlâka bürünmüştür; kusurları örter ve herkese hilm ve şefkatle muamele eder. İnsanlarla bir arada bulunmayı onların ruhlarını tasfiye, nefislerini tezkiye etme ve insanî latifelerini Hakk’a uyarma gibi ulvî gayelere bağlamıştır.

Yani insanlara olan meyli, beşerî ve nefsanî değil, Rahmânî’dir, Allah içindir. Halkla Hakk’ın sevgisini cem’ etmek bu insan-ı kâmile müyesser olmuştur. Bundan dolayı da onu, görünüşü itibariyle avam-ı nâstan ayırmak zordur. Ne var ki, iç derinliği itibariyle o “kibrît-i ahmer”2 gibidir; misli bulunmaz.

Onüçüncü bölümde, insan-ı kâmilin halkın içinde iken bile her zaman Hak’la beraber bulunduğundan ve rıza ufkunu yakalamış bir gönül insanı olduğundan bahsedilir. Hep hikmet konuşması, konuşurken muhataplarının idrak seviyelerini gözetmesi, herkese re’fet ve merhametle muamele etmesi, Allah için yaptığı işlerde levmedenin levminden, kınayanın kınamasından çekinmemesi bu gönül adamının diğer bazı güzel özelliklerindendir. Ayrıca insan-ı kâmili tanıma imkânına erenler, onu, kendi anne-babalarından daha merhametli ve daha şefkatli bulurlar.

Müellifin ondördüncü bölümde zikrettiklerini de şöylece özetleyelim: İnsan-ı kâmil her hâli ve her kavliyle bir marifetullah ve muhabbetullah tâlibidir. Aynı zamanda başkalarını da kalbin ve ruhun derece-i hayatına çıkarmaya kendini adamış bir irşad eridir. İnananların imanını takviye için bütün cehdini ortaya koyar ve kalblerdeki şüpheleri berteraf etme hususunda âdeta tir tir titrer.

Ehl-i sünnet çizgisinden asla taviz vermez; itikada dâir konularda halkı tenvir ettiği gibi, taharet ve namaz başta olmak üzere ibadet ü taat, tevekkül ve teslim gibi kalb hayatına dâir hususlarda da insanları aydınlatır. Hiç kimseyi ihmal etmeden herkesi kendi kabiliyetine göre irşad etmeye ve yine herkesi kendi arş-ı kemâlâtına yükseltmeye âdeta yemin etmiştir.

Yanına uğrayan ve istifade etmek isteyen herkese, durumuna, idrak seviyesine göre mutlak surette faydalı tavsiyelerde bulunur. Bu bölümde müellif, insan-ı kâmilin, yanında ‘seyr u sülûk’ yapmak isteyen ‘tâlib’e nasıl bir muamelede bulunduğunu çok hoş bir üslûpla genişçe anlatır. Müellif bu bölümde bir kıt’a kaydeder:

Toprağa benzer o derviş-i hakîr,

Ki onu çiğneye her bây ü fakîr;

Etseler canına bin türlü azap,

Söylemez kimseye mânend-i türab.3

Onbeşinci bölüm, diğerlerine nispetle oldukça geniş bir bölümdür ve geçmiş bölümlerin özeti gibidir. Burada müellif, insan-ı kâmilin, diğer insanlara muamelesinde herkesin seviyesini gözettiğini ve bütün işlerinde rıfk ve teenniyle hareket edip, hâl ve hareketlerinde her zaman mülayim olduğunu, herkese hayır söyleyip şefkatle hayırhâhlık yaptığını ve yine herkes hakkında hüsnü zan edip onları kendinden ‘evlâ’ bulduğunu söyler.

Müellifin düşünce ve gönül dünyasında, insan-ı kâmil malını, canını, Allah’ı (celle celâlühû) kullarına sevdirmeye adamış bir ahlâk âbidesidir. O, tam bir zâhiddir; ne dünya umûrundan kazandığına mesrur olur, ne de kaybettiği fânî şeylerden dolayı mahzun. İnsan-ı kâmil, Allah Resûlü (aleyhissalatü vesselam)’ın Sünnet-i seniyyesine ittiba ederek, konuşurken muhataplarına bütün bedeniyle döner. İnsan-ı kâmilin hayatında teşe’üme4 yer yoktur; hep hayır düşünür ve tefe’ül5 eder.

Sû-i zan ve kuruntulardan uzaktır. Kim olursa olsun iman sahibi her ferdi azîz bilir. Söz ve fillerinde dine en ufak bir muhalefetten bile sakınır ve Hadîs, Tefsir gibi şer’î ilimleri tahsil etmekten hayatı boyunca dûr olmaz. Her zaman marifet ufkunu yükseltecek bilgi peşindedir.

Herhangi bir makama tâlip olmaz.. zaruret olmadıkça erkân-ı devletle oturup kalkmaz.. dinin helâl ve haramlardan ibaret olduğu mülâhazasıyla bu hususta ince eleyip sık dokur.. hiç kimseyi ne yüzüne karşı ne de gıyabında, incine(bile)ceği bir şekilde diline dolamaz.. kendine zulüm ve iftirada bulunanların âhiretleri için dua eder.. mütevazılara karşı mütevazı, mütekebbirlere karşı da müsamahalıdır.. kendi işini kendi görür.. insanlar arasında fark gözetmez.. halkla iç içedir.. komşu hakkı üzerinde de fevkalâde bir hassasiyetle durur.

Faslın burasında müellif :

“Halvet ve uzlette gördüm çünki şöhret âfetin,

Hizmet ve sohbetle erdim Hazret-i Mevlâ’ya ben”

beytini zikrederek insanların faydasına matuf, onların içinde bulunma diye tarif edebileceğimiz celvet yolunun, halktan ayrılarak inzivaya çekilme şeklinde vasıflandırabileceğimiz halvet mülahazasına olan rüçhaniyetini anlatır.

Bu bölümde insan-ı kâmile ait zikredilen vasıflardan diğer bazıları da şunlardır: İnsan-ı kâmil ulemaya ve toplumun ileri gelenlerine ta’zimde bulunur. Kendisine bir hediye verildiği zaman daha iyisi ile mukabelede bulunmaya gayret eder. Yetimlerle, öksüzlerle hususî olarak ilgilenir ve misafirlerine mutlaka izzet ü ikramda bulunur. Merhametini, şefkatini hayvanlardan dahi esirgemez; karıncayı bile incitmez.

“Revâdır gerçi öldürmek yılanı,

Velî derviş isen incitme cânı”

şeklinde manzum hâle getirilen güzel huy onun fıtratının bir buudu, bir derinliği hâline gelmiştir.

Onaltıncı bölümde, insan-ı kâmilin kendi muradını bütünüyle terk ettiğinden ve Hakk’ın muradını muradı bilip murad hâline getirdiğinden bahsedilir. Çünkü o hep Allah’ı dilemiş, kendi cüz’î güç ve kuvvetinden teberrî edip Kudreti Sonsuz’un iradesine râm olmuş, mâsivaya kapanmış, O’nun rızasından başka hiçbir isteği kalmamıştır. Böylece de Hakk’ın muradı ve gözdesi olmuştur.

Evet, insan-ı kâmil, muradını muradullahta ifnâ etmiştir. Cenab-ı Allah’ın istek ve emirlerini eksiksiz yerine getirmeye azm ü cezm ü kasd eylemiş, bununla da huzur ve saadete ermiştir. Rabbine karşı tevekkülü tamdır.. tam teslim olmuştur. İnsan-ı kâmil için Rabbin rızası ve O’na teslimiyet her şeyden üstündür, korku, elem ve tasadan kurtulmanın da biricik vesilesidir.

Müellifimiz İbrahim Hakkı Hazretleri onyedinci ve son bölümde insan-ı kâmilin, Rabbine tam teslim olduğundan, sadece aklıyla, mantığıyla, inançlarıyla değil, bütün zâhir ve bâtın duygularıyla Hakk’ın emirleri karşısında eridiğinden ve zerrelere kadar kâinattaki her şeyin bir Hakîm-i Rahîm’in kabza-ı tasarrufunda bulunduğunu bildiğinden, bütün hâl ve hareketlerinin, konuşmasının, susmasının hep lillah (Allah için) ve fillah (Allah yolunda) olduğunu söyler. İnsan-ı kâmilin burada zikredilen bir diğer önemli vasfı da, şer gibi gözüken şeylerde büyük hayırlar, vehle-i ûlâda (ilk bakış, ilk an) zarar getireceği zannedilebilecek hususlarda da pek büyük faydalar olabileceğini düşünüp hep sabır ve teennî ile hareket etmesidir.

Netice

Cenab-ı Allah’ın esmâ, sıfât ve ef’âline câmî ve mücellâ bir ayna yani insan-ı kâmil olması için ahsen-i takvîm üzere yaratılan insan, her zaman konumunun hakkını verememekte, kulluğun gerektirdiği kıvamı bir devamlılık içerisinde muhafaza edememekte, edememesi bir yana pek çok zaman, terakkîsi için mahiyetine yerleştirilen birtakım zaafların kurbanı olarak nisyan ve isyana düşebilmektedir.

Öte yanda isyan ve isyana kapanıp zikir ve kulluk deryasına açılabilen, Cenab-ı Hakk’a verdiği sözü unutmayan ve O’nun (celle celâlühû) talep ve emirlerine muhalif en küçük bir düşünce ve hareketi bile kendi adına sukût sayarak o türlü şeylerden içtinab eden insan, insan-ı kâmil olmaya ve hayatı boyunca insan-ı kâmil kalmaya namzet demektir.

Yaratıcı’nın yeryüzünde halifesi olmak gibi ağır bir mesuliyeti kendi omuzlarına aldıktan sonra, ayna olma vazifesini hakkıyla yerine getir(e)memekten ötürü ‘zulüm ve cehalet’e düşebilen insanoğlunun bu duruma düşmemesi ve şayet şu veya bu şekilde öyle bir talihsizliğe maruz kalmışsa ondan kurtarılabilmesi için bir terbiye sisteminden geçmesine olan ihtiyaç kaçınılmazdır.

Tasavvuf işte bu en önemli vazifeyi üstlenen olmazsa olmaz hayatî bir eğitim sistemidir. Bu terbiye sisteminin en önemli kaynakları Kitap, Sünnet, bu iki asıl etrafında yüzyıllar boyu oluşan gelenek, bu geleneğin semereleri olan selef-i sâlihîne ait eserler ve bütün bunların müşahhas bir tablosu mahiyetinde olan insan-ı kâmilin hüsn-ü hâlidir, örnek yaşantısıdır.

İnsan-ı kâmil olma yolundaki herkes için mutlak insan-ı kâmil Efendiler Efendisi’ne ittiba, yani O’nun hayat-ı seniyyelerini kendi hayatına tatbik etme gayreti elzemdir. Sünnet-i seniyyeye ittiba eden kimse, fıtratında mündemiç potansiyel güzellikleri hayat sahasına geçirme yolunda demektir.

Esmâ-i ilahiyeye parlak bir ayna olan bu insan-ı kâmil, Cenab-ı Hakk’ın, geçici dünya hayatının devamına müsaade etmesinin de biricik vesilesidir; onsuz varlık mânâdan mahrumdur, abestir. Gerçek hayat da insan-ı kâmille mümkün olacağından, türü ve kaynağı ne olursa olsun bütün problemlerin halli için insan(lığ)ın bu kemâl seviyesine çıkarılması bir zarurettir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin, İnsaniyet-i Kâmile adlı risalesinde ortaya koyduğu ve bizim yukarıda özetle arz etmeye çalıştığımız insan-ı kâmil portresi şüphesiz günümüz insanının da muhtaç olduğu ve iştiyak duyduğu/duyması gereken bir portredir.

Önümüze kâmil insan fotoğrafı koyarak bizlere insan-ı kâmil olma yolunda bir hedef çizen ve bu hedefe doğru yürümek isteyenlere yol gösteren bu makaleyi sizlerin de istifadesine sunmak istedik. Merhum müellifi rahmetle anarken, Rabbimizden bizleri de kâmil insanlar arasına katmasını niyaz ediyoruz.

* Araştırmacı Yazar

myilmaz@yeniumit.com.tr

Dipnotlar

1. İbrahim Hakkı Erzurumî, İnsaniyet-i Kâmile, Dersaadet: Matbaa-i Âmire, 1923. 16 sh.

2. Kibrît-i ahmer: İksir ve çok kıymetli mürşid gibi mânâlara geliyor.

3. Bây ü Fakir: Zengin fakir, herkes; Mânend-i türab: Toprak gibi

4. Teşe’üm: Bazı nesneleri ve hâdiseleri uğursuz kabul etmek, olayları şerre yormak ve sürekli kötü ihtimalleri öne çıkarmak.

5. Tefe’ül: Bir kısım hâdiseleri uğurlu saymak, onları hayırların başlangıcı olarak görmek ve vakıaları iyiye yormak.




http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/ibrahim-hakki-hazretlerine-gore-insan-kamil#.UT4sEDeGc7o   

internet sayfasından alınmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder