Popüler Yayınlar

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Anayasada uzlaşma kaygısının yersizliği üzerine


11 Mayıs 2012


Yeni anayasa tartışmalarında bir önemli unsur, anayasa yapma süreçlerine taraf olanlar arasında, diğer politik konularda da oluşması beklenen mutabakat sorunudur.
Hem Meclis'teki Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda partiler arasında hem de nihai metin üzerinde toplumun tüm kesimleri arasında bir mutabakatın olması gerektiği iddia edilmekte ve hatta bu şekilde oluşmayan bir taslak metnin, meşru bir anayasa anlamına gelmeyeceği sıklıkla dillendirilmektedir. 

Acaba, iki veya daha fazla tarafın olduğu bir politika yapma sürecinde, tarafların, belirlenecek politika üzerinde mutabık olmaları mümkün müdür? 

Veya, gerçekten bu tür bir mutabakat, anayasa yapma süreçlerinde yer alması gereken bir unsur olmayı hak etmekte midir? 

Şimdiden en az iki aşamalı bir süreç bizi bekliyor ve ilk aşamada bir mutabakat oluşmayacağı noktasında herkes mutabık görünüyor. 

İşin ilginç yanı, herkes gibi iktidarın da buna inanıyor görünmesi ve mutabakat gerçekleşmezse bir B planının olduğunu belirtmesidir. 

Başka bir deyişle hükümet, mutabakat olması gerektiğine ikna olmuş görünüyor. Bunun üzerinden alternatif politikalar bile üretiyor. 

Ancak sanki baştaki durumdan daha farklı taraflar ve pozisyon almalar olacakmış gibi sonraki aşamada ne olacağı ve nihayet ne tür etkilerin ortaya çıkacağı, çoktan akıllardan ırak edilmeye başlamış görünüyor. 

Her aşamada beklenen durum ile fiili durum arasındaki bağı ve olası muhtemel sonuçların neler olabileceğini sırasıyla analiz edelim. 

NASIL BİR TOPLUMSAL İLİŞKİ BİÇİMİ? 


Öncelikle anayasa yapmak, en kritik politika yapma süreçlerinden birisidir. Diğer pek çok alanda gerçekleştirilen yasa yapma süreçlerinden daha girift ve kompleks bir süreci içermektedir. 


Aynı zamanda pek çok nedenle Türkiye özelinde anayasa yapma süreci, sıradan olmaktan öte anlamlar içeriyor. 

İlk kez sivil bir anayasa, uzun yılların tortularından arınma, güç ve imtiyazın yok olması ve eskiyle yeni ayrımına neden olabilecek keskin bir kırılma, bunlardan bazılarıdır. 

Anayasada mutlak mutabakat söylemini diline dolayanların, mevcut anayasa ile göbek bağları dikkate alındığında, bu söylemin tuzak mı iyi niyetli bir hedef mi olduğu anlaşılmaktadır. 

Bu koşullar altında mutabakatla anayasa yapmak, bir amaç olmaktan çok araç anlamına gelmektedir. 

Ne bu söylemi diline dolayanların böyle bir beklentisi vardır ne de bu türden bir mutabakat akılcı görünmektedir. Çünkü her koşulda bu oyundan uzlaşma çıkması mümkün değildir. 

Bunu anlamak için anayasa yapmakla murat edilen şeyin ne olduğunu tanımlamakla başlayabiliriz. 


Bir ülkede anayasanın amacını, toplumun genel durumunda iyileşmeye atfen, kamu yararını maksimize etmek olarak tanımlayabiliriz. Türkiye özelinde ele alındığında iyileşme, sadece normalleşme olarak bile düşünülebilir. 

Bu kabul, mevcut anayasanın, kamu yararını maksimize edemediği ve bu nedenle bir yenisinin istendiği anlamına da gelmektedir. 

Kamu yararı, muğlak ve çokça tartışmalı bir ifade olmakla birlikte, bir politika olarak anayasa yapmanın niçin istendiğini vuzuha kavuşturmak açısından en doğru kavramlardan biridir. 

Anayasadan beklenenin kamu yararını en azından mümkün olduğu kadar artırmak olması, anayasanın ortak bir amaç için yapılması anlamına gelecektir. 

Politikamızın amacı, şimdi belirgindir: Toplumun ortak çıkarı. Peki, bu gerçekten mümkün müdür? 

Çok sayıda farklı çıkar sahibi aktörlerden müteşekkil bir toplumun ortak menfaatini eş anlı en çoklayan bir politika yapılabilir mi? 

Böyle bir politika yapımı sürecinde rol alan aktörlerin, çok sayıda farklı çıkarı bir potada maksimize eden bir anayasa metnini oluşturmaları mümkün olsa bile politika yapıcılar arasında bir mutabakat olası mıdır? 

Bu soruların cevabını Neo-klasik iktisadın geleneksel araçları ile açıklamak mümkündür.
 

Anayasa yapma süreçleri, tipik asil vekil ilişkileri içermektedir. 

Sosyal bilimlere de neredeyse tamamen sirayet etmiş bulunan pozitivist rasyonalizmin bir sonucu olarak iktisat, siyasal ve iktisadi arenadaki tüm aktörlerin, kendi çıkarları peşinden koşan oyuncular olduklarını kabul etmekte ve davranış kodlarını, bu kabulü veri alarak tanımlamaktadır. 

Yani anayasa yapıcı vekiller ile anayasa yapması için bu vekillere yetki delege eden asiller arasında çıkar farklılaşması/çatışması söz konusudur. 

Tarafların farklı amaçlar peşinde koştuğu durumlarda, optimum denge olarak tanımlayabileceğimiz uzlaşma genellikle gerçekleşmez. 

Zira taraflar, safça değil, stratejik davranırlar. O halde anayasa yapma sürecinde Meclis'teki siyasi partilerin mutabakatı bir ön koşul olarak kabul ediliyorsa, her biri kendini farklı bir amaç fonksiyonuna göre tanımlayan 4 siyasi partinin anayasa yapmakla hedefledikleri şeyin, kamu yararından ziyade, kendi çıkarlarını maksimize etmek olduğu açıktır. 

Buna göre her biri farklı bir amaç peşinde koşan vekil aktörlerin, kendilerine bu yetkiyi delege eden asillerin ortak çıkarına bir metin hazırlayarak, kamu yararını maksimize etmeleri mümkün görünmemektedir. 

En azından oyuncuların stratejileri bu şekilde tanımlandığında oyun teorik bir deneme, ortaya kamu yararını maksimize eden bir denge durumunun çıkmayacağını göstermektedir. 

Meclis'teki partiler göz önüne alındığında 4 partiden her birinin, kendi çıkarını maksimize etmeyi hedeflediği ve bu çıkarların tamamının ortak bir noktada kesişmesinin zor olduğu açıkça görünmektedir. 

Tüm partilerin, bazı kırmızı çizgilerden taviz vermesi durumunda bile dengenin oluşmaması açık görünürken, kırmızı çizgilerin tamamından, aynı anda ve ortak bir amaç (kamu yararı) için vazgeçilme olasılığı sıfır olduğuna göre politika yapıcıların asıl amacının kamu yararını maksimize etmek olmadığı çok belirgindir. 

Açıkça mutabakat beklentisi, siyasi bir oyundur. Amaç, bir anayasa taslağı hazırlamak ve böylece kamu yararını gütmek değildir. 

O halde niçin bile bile bir lades durumu söz konusudur sorusu akla gelmektedir. Bile bile ladesi açıklamak için iki olasılık var. 


Taraflar, ya safça davranarak ve sonucun uzlaşmazlık olacağını tahmin edemeyerek, gerçekten asıl amaç olarak mutabakat üzerinden kamu yararını maksimize etmeyi amaçlarlar; veya bu olasılığı tahmin edip, ama stratejik davranarak, oyunu bir sonraki aşamaya taşımayı amaçlarlar. 

Siyasi partilerin, safça davranma olasılıkları söz konusu olamaz. Çünkü rakiplerinin stratejilerini bilmektedirler. Oy maksimizasyonu. 

O halde ikinci olasılık daha gerçekçi görünmektedir. Siyasi partiler, mutabakat ön koşulu ile kamu yararından veya anayasa yapmaktan farklı bir amaç fonksiyonu peşinde koşmaktadırlar. 

Safça davranış olasılığı sıfır olduğuna göre siyasi partiler, anayasa konusunda seçmene açıkladıkları mutabakat temelli politik hedefleri ile kendi politik çıkarları temelli zımni hedefleri arasında farklı tercihler gütmektedirler. 

Tek tek bakarsak, muhalefet partileri, siyasi iktidarın tek başına anayasa yapmasını engellemek, siyasi iktidar da ben uzlaşmaya vardım, ama muhalefet yanaşmadı demek için bile bile lades demektedirler. 

MUHALEFET EDİLMEYEN BİR METİN MÜMKÜN DEĞİL
 

Türkiye'de muhalefet geleneği yerleşik, belirgin ve değişmemiştir. İktidar geleneği de uzun yıllar böyleydi. 

Ancak son 10 yıl, bu geleneğin değiştiğine ilişkin emareler ihtiva etmekteyken iktidarın şimdiki tavrının anlaşılır bir yanını bulmak gittikçe zorlaşıyor. 

İktidarın ve Türkiye'nin son 10 yıllık başarısının kısa özetinin anahtar sözcüğü, "Türkiye ölçeğinde" radikal siyasettir. Ancak iktidar şimdi bundan taviz veriyor görünmektedir. 

Gerçekten buna veya daha anlaşılır bakarsak, iktidarın uzlaşmasına gerek var mıdır? Politika yapıcı, siyasetini belirlemek üzere seçilerek, anayasa yapma meşruiyetini zaten sağlamıştır. 

Bir kez daha politikacının, meşruiyet sağlansın ve bu meşruiyet mutabakatla mümkün kılınsın diyerek mutlak uzlaşma konusunda ısrarı, ipe un sermek anlamına gelmek bir yana, uzlaşmayla murat edilen demokratik bir süreç oluşturma gayretinin aksine demokratik olmayan bir tavır sergilemek anlamına gelir. 

Bu ise hafif tabirle sahicilikten uzaklaşmış bir demokratik duruşu ima etmektedir. Halihazırdaki tabloda bu noksandan beri bir siyasi parti tasvir etmek mümkün değildir. 

Farklı amaçlar peşinde koşan tarafların olduğu bir Meclis'te, üzerinde mutabık kalınan bir anayasa yapılma olasılığı sıfıra yakın bir durumdur. 


Bu beklenti gerçekçi değildir. Modern demokrasilerde anayasa yapmak için tüm partilerin mutabık olması gerekli değildir ve dünyanın hiçbir yerinde böyle bir uygulama da bulunmamaktadır. 

O halde şimdi oyun, yeniden şekillenmektedir. İşin daha vahim yanı, böyle bir uzlaşmanın oluşmama ihtimalinin bu kadar yüksek olduğu durumda mutabakatın bir ön koşul gibi kanıksanmasının sonuçlarıdır. 

Uzlaşma beklemek, ölü doğuma gebe kalınacağını önceden bilmek gibidir. Kimileri, gebe kalmamak konusunda ön almayı tercih ederken, kimileri de gebe kalınmasını teşvik edecektir. 

Zira ölü doğumdan medet ummak, bazılarının amaç fonksiyonunu maksimize etmekle aynı anlama gelmektedir. 

İktidar partisinin bu oyunu görememesi, görmemesi veya görmezden gelerek, bir ön koşul olarak mutabakat araması, kabul edilebilir bir durum değildir. Safça davrandığı olasılığı da çok gerçekçi görünmemektedir. 

O halde diğer tüm partiler gibi iktidar partisinin de bu yönteme meyletmesi, tüm aktörlerin anayasa yapma oyunundan bir mutabakatı ve kamu yararını hedeflemelerinden ziyade, bizatihi bu süreci kendi politik çıkarları için bir oyuna dönüştürdükleri anlamı gelmektedir. 

Son olarak bir sorunlu beklenti, toplumun tüm kesimlerinin anayasa metni üzerinde mutabık olmalarına ilişkindir. 


Temsilcilerinin aralarında mutabık olma olasılığının sıfır olduğu bir ortamda, seçmenlerin hazırlanan metin üzerinde mutabık olma önerisinin kendisi sorunlu hale gelmektedir. 

Ayrıca buna gerek de yoktur. Herkesin anayasa için, bu benim anayasamdır demesi ne mümkündür ne de gerçekçi. 

Bunu beklemekse, safça davranış veya olabildiğince stratejik olmak anlamına gelir. Safça davranış, modern dünya ile birlikte çoktan yerini stratejiye bırakmıştır. 

Bugün anayasa üzerinde tam mutabakat lafzını dillendirenlerin, bu anlamda demokratik bir ülkede olabilecek en kötü anayasaya zamanında sahip çıkmaları ve onun üzerinden politik imtiyaz devşirmeleri, safça bir demokratik duruşa değil, aksine stratejik davranışa karşılık gelmektedir. 

Şimdi bu imtiyazlı seçkinci kesiminin yeni stratejik davranışına, safça mukabele etmek, çok rasyonel görünmemektedir.
 

*Doç. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder