Popüler Yayınlar

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Hacı Bektaş-ı Veli'yi yâd etmek: Dört kapı kırk makam [Yorum - Ekrem Demirli]


28 Eylül 2012


Hacı Bektaş-ı Veli'nin ahlak anlayışında insan, her parçası keşfi bekleyen hazineye sahip sırlarla dolu bir şehirdir.
Öyle bir şehir ki, içine 'şeriat' kapısından girilir, bâtınına ve manasına tarikat kapısından varılır, mananın ifade edileceği kapı marifet, maksadı ve gayesi ise hakikat 'kapısıdır'. 

Hünkâr Veli'nin Makalat'ını okurken kapılar, makamlar, menziller üzerinden bir şehre girdiğini hemen hisseder insan. 

O şehir İbnü'l-Arabî'nin terimleştirmesiyle memleket-i insaniyye, yani sultanı, veziri, orduları vs. olan insan ülkesidir. Bu memleket, her biri bir unsura veya veçheye karşılık gelen dört kapılı bir şehirdir. 

Fakat şehirde doğru yürümek kapıların ilişkilerini anlamaya bağlı! Kapılar şehrin farklı yönlerinde ve birbirinden ayrı kapılar değil, iç içe giren kapılardır: 

İnsana giden kapı (şeriat, zâhir), insanın derununa ulaştıran kapı, ahlak ve ameller neticesinde insanda ortaya çıkan marifet kapısı ve insanın gayesini bildiren hakikat kapısı! 

Her halükarda 'kapılar' izaha muhtaç bir kavramlaştırmadır, çünkü kapıdan bir kez girilince, artık kapıyla işimiz kalmayabilir; kapılar insana 'aşılması gereken eşikler' izlenimi verebilir. 

Mesela şeriat kapısından bir kez giren insan artık şeriatla işinin kalmamış olduğunu vehmedebilir. Bu itibarla en çok konuşulanı şeriat kapısı olsa bile, bütün kapılar için geçerlidir bu tehlike! 

Kapıların birbiriyle ilişkisi sorunu Makalat'ın olduğu gibi günümüze varıncaya kadar tasavvuf düşüncesinin en temel ve kalıcı sorunuydu: şeriat ile hakikat veya zâhir ile bâtının ilişkisi sorunu! Hiçbir dönemde tasavvuf bu sorunu temelli bir şekilde ortadan kaldıramadı. 

Belki bir ahlak eşiği olarak doğru ile yanlışı veya samimi olan ile istismarcıyı ayırt eden bir 'miyar' olarak geride kalmıştır bu sorun. İslam arifleri kendilerini ehl-i cem' -yani ne zâhir ne bâtın ehli- 'zâhir ile bâtını cem' edenler' olarak görerek sorunu çözmek istemişlerdi. 

Tasavvuf onlara göre ne zâhirde kalmak ne bâtında ilerlemektir; tasavvuf zâhir ile bâtını cem' etmektir. Zâhirsiz bâtını veya bâtınsız zâhiri benimsemek, eşit derecede, insanın ciddiyetsizliğinden ve tembelliğinden beslenen bir kifayetsizliktir. 

Halbuki ehl-i cem' olanların ilk ilkesi 'ciddiyet' ve sürekli mücahededir. Kevn-i cami, yani zıtların kendinde birliğe döndüğü insanın 'insan' olabilmesi zâhir ile bâtını cem' eden vakıaya mutabık bilgiyle mümkün olabilir.
İnsan bir ağaçtır
Bunun için 'kapılar' ile izah edilen düşüncelerin başka misallerle desteklenmesi gerekir. Hacı Bektaş-ı Veli, sorunu aşmak için 'ağaç' misalini verir. Kapılar arasındaki ilişki ağacın farklı kısımlarının ilişkisi gibidir: kökleri şeriat, gövdesi tarikat, dalları marifet ve meyvesi hakikat olan ağaç! Kapılardan ve makamlardan her söz ettiğimizde, ruhu olmayan bir şeyden değil, canlı bir bünyeden söz eder gibi ağaçtan da söz etmeliyiz! 


Bu itibarla 'ağaç' benzetmesi 'kapılar' arasında ortaya çıkabilecek zâhir-bâtın ilişkisini doğru bir zeminde izahı sağlayan en güvenli yoldur. 

Ağaç benzetmesi felsefi bilimlerin hiyerarşisini izah ederken filozoflar tarafından da kullanılmış kadim bir benzetmedir. Ağaç tıpkı insan gibi çokluğu ve birliği ifade eder aynı anda! Farklı sanat ve bilimler, ağacın birleştiriciliğiyle birbirine bağlanır ve bir haline gelirler. 

Bu bağı mümkün kılan ise bilimlerin kaynağı olan insan müdrikesidir. İbnü'l-Arabî, aradaki benzetmeyi bütünüyle kaldıracak şekilde 'insan bir ağaçtır' derken Hacı Bektaş-ı Veli'nin 'kapılar' arasındaki ilişkileri izahta yararlandığı argümanı daha iyi anlayabileceğimiz bir zemin tesis eder. 

Öyleyse kapıları şeriatı-tarikatı ayrıştıran-bölen şeyler olarak gördüğümüz sürece, 'biz bu ayrıştırmayı bize birleştirmeyi talim eden Hacı Bektaş-ı Veli'den öğrenmedik' demek, dürüstlüğün bir gereğidir. 

Kapılar arasındaki ilişkileri yorumlayacağımız çerçeveyi 'ağaç' benzetmesiyle doğru bir zemine yerleştirdikten sonra tekrar ağacın parçalarına veya şehirdeki kapılara dönebiliriz: 

Şeriat-tarikat-marifet ve hakikat kapıları üzerinden anlatılan şey tam olarak memleket-i insaniyye'nin imarıdır. İmar kelimesi İbnü'l-Arabî'nin metinlerinde de geçen çok kıymetli bir terimdir. 

Şehri imar etmek, daha doğrusu onu bilfiil şehir kılmak, âdet ve alışkanlıklardan beslenen şartlanmışlıkların aşılmasıyla, insan hakikatinin ve istidadının ortaya çıkartılmasının serüvenidir. 

Şeriat kapısıyla girilen memleket-i insaniyyenin ilk durakları şeriatın kurallarıdır. 

Bu menzillerde veya makamlarda "insan" olmanın manasına ve ağırlığına dikkatimiz çekilir. İnsan olmak, doğarak kazandığımız bir hak değil, emekle ulaşabileceğimiz bir idealdir. 

Biz insan olarak değil, insan suretinde ve istidadında doğarız. 'İnsan' olmak ayrıcalığına nail olanlar, suretin manasını keşfedenlerdir. 

'İnsan olmak' ile 'insan suretinde doğmak' arasındaki bariz farkı en çok mağdurken tecrübe ederiz, kuşkuyla yaklaştığımız bu düşünceyi 'insan' olmaya yüklediğimiz anlamlarla mağdurken pekâlâ tasdik ederiz. 

Şeriat kapısı, tarikat kapısı, marifet kapısı 


Şeriat kapısından girdikten sonra yolculuk bu kez bazen ileri doğru, bazen yukarı, bazen aşağı, bazen geriye doğru olmak üzere hep yön değiştirecek, fakat dışarı hiç çıkılmayacaktır. 


Yönün belli bir istikametinin olmayışı, salikin davranışlarında tezahür eder: salik bazen zikreder, bazen halveti tercih eder, bazen cihat eder, bazen başka bir şey yapacak, kısaca hal ve vakit neyi gerektirirse onunla ilgilenecektir. 

Değişmeyen tek ilke 'süreklilik' ilkesidir. Salik hangi kapıdan girerse girsin ve hangi makamda olursa olsun, durmayacaktır! İbnü'l-Arabî, bunu 'telvinde temkin' diye terimleştirir. Yani sabit tek ilke değişimin kendisidir. 

Mürşidin tasavvuf eğitimindeki vazgeçilmez rolü –mesela kitap mürşidin yerini dolduramıyor- bu değişimi 'tedbir' edecek yaşayan bir rehbere duyulan ihtiyaçtan kaynaklanır. Şeriat kapısından sonra girilecek kapı tarikat kapısıdır. 

Bu kapıdan içeri girmekle insanın ve varlığın bâtınına doğru terakkiye –farklı yönlerde- başlarız. Bu terakki ile zâhir olan bir de bâtın iken görülür ve tarikatın makamlarında insan terbiye edilir. Buradan başka bir kapıya, marifet kapısına varır insan. 

Tasavvufta marifetten söz edilirken akılda tutmamız gereken ilk husus şudur: Marifet amelle ve ahlakî bir davranış neticesinde ortaya çıkan bilgidir. 


Varlığı kavramlar ve önermeler teşkil ederek öğrenen gücümüz nazari gücümüzdür. Bir de 'yaşayarak' varlığa dair bilgi elde ederiz. Bu gücümüz ise 'ameli akıl' veya 'ameli gücümüzdür'. 

Nazari ve ameli güçler ile bu güçlerin ilişkileri sorunu filozofları çok uğraştırmış bir meseledir. Sufiler ise işin teorik tartışmalarına girmeden iki gücümüzün geliştirilmesi üzerinde odaklanmışlardır. 

Onların bilgi görüşünü (marifet) 'yaparak öğrenmek' veya 'amelin neticesinde hasıl olan bilgi' diye ifade edebiliriz. En nihayetinde hakikat kapısından şehir maksadına ulaşır. Maksat tektir: Hakk'a ulaşmak! 

'Kapılar ve Makamlar' bahsini bir yazıda özetlemek mümkün değil. Birkaç yazıyı bu meseleye tahsis etmek lazımdır. 


Bir sonraki yazıda 'Şeriat ve Makamları' bahsini ele almak temennisiyle iki hususa işaret etmekle yetineyim: 

Birincisi Makalat'ta bu bahisleri okurken hatırıma gelen hususlardan birisi, tasavvuf denilince sıradan bir insanın zihninde teşekkül eden algıyla işin hakikati arasındaki çelişkidir. 

Bunu görünen-algılanan ile gerçekliğin tezadının ileri örneklerinden sayabiliriz. Şeriatın kuralcığının isteksiz bıraktığı pek çok insan için tasavvuf İslam'ın mütebessim çehresi ve Allah'ın cemal tecellisidir. 

Bu sebeple kuralcılıktan kaçarak geniş ve hoş bir dünyaya intisap etmek isteyenlere şahit oluruz. 

Bu durum sadece tasavvuf için değil, Grek felsefesinden sonra gelişen mistisizm karakterli Yeni Platonculuk için iddia edilmiş bir olgudur. 

Bazı araştırmacılara göre Atina 'şehrinin' dağılmasıyla ortaya çıkan güvensiz ortamda nazari geleneklerin tartışmalarından bıkmış insanlar itminanı mistisizmde bulmuşlardır. 

Platonik mistisizm 'yorgun aklın' itminan ve istirahat aradığı 'huzurlu düşünce' atmosferinden ibarettir. O ölçüde de hayattan ve insandan kaçıştır. 

Bu iddiaların doğruluğu yanlışlığı bir yana, günümüzde aklın hayatı doğru ve yanlış diye taksim eden 'buyurgan' üslubundan kaçıp sükûnet üzere yaşamak isteyenlerin tasavvufa ilgi gösterdikleri aşikârdır. Bilimden, sanattan veya hayatın farklı alanlarından tasavvufa bu tarz yönelimler olabilir. 

Makalat'ı okurken bu kaçışın –tasavvuf ile sahih bir irtibat kurmak şartıyla- gerçekle pek bağdaşmadığını bir kez daha hatırladım. Kuşkusuz tasavvuf her insana kucak açar, herkesi sofraya çağırır, herkese hoşgörüyü ilke olarak kabul eder. 

Fakat bir insanı sofraya davet etmek ile ona sunulan maksat tamamen ayrı şeylerdir. Tasavvuf hakkındaki algımız genellikle bu ikisini karıştırmaktan kaynaklanmaktadır. 

Aslında tasavvuf, kendi dışında kalan bütün alanlara göre 'daha katı' olanı temsil eder ve daha çok emeği gerektirir. Sufiler kendi dışlarındaki disiplinleri tek yönlü gayretleri sebebiyle hakikate ulaşmada yetersiz görür. 

Hakikate ancak bütün gücün seferber edilmesiyle ulaşılabileceğini söylerler. Dışarıdan 'yorgun akıl' ürünü diye görülen şey içeriden 'atıl kalmış güçlerin seferber edilmesi ilkesine dayanır. 

Bunun terimsel ifadesi cem-i himmettir. Bütün gücünü ve imkânlarını seferber edenler ulaşabilir hakikate!
İkinci mesele ise daha karmaşık bir çelişkidir. 


Bu çelişki sufilerin yaşayarak hakikatini idrak edebileceğimizi söylediği bir çelişki olduğu kadar tasavvufu akılcı-ahlak sistemlerinden ayırt eden ana özellik de budur: 

Bu kadar tavizsiz bir riyazete rağmen marifet veya hakikate ulaşmakla riyazet yöntemi arasında zorunlu bir bağ yoktur. Kimse 'ben erdim, çünkü gayret ettim' diyemez. Makalat bize bunu da öğretir. İnsanın yaptıklarıyla kendisine ulaşanlar arasında zorunlu bir bağ yoktur. 

Her şey Allah'ın bir ihsanıdır. Allah önce 'ihsanı' murad etmiş, sonra 'ihsan' edeceği şeye vesile olmak üzere kulun riyazet ve mücahede etmesini 'ihsan etmiştir'. Riyazetin insana kazandıracağı marifet işte bu kadardır. 

*İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

1 yorum:

  1. Bu kapilarin hepsini denemis birinden ogutler dinliyelim : Ghazali der ki "Mantik bilmiyenin ilmine guven olmaz" Ibn Rushd'de bunu tamamliyarak "Toplum icin Felsefe farz-i kifayedir" fetvasi derdiginden soyle demek daha uygundur "Mantik ve Felsefe bilmeyenin ilmine guven olmaz!". Ghazali ayrica ozellikle mutasavviflari uyrarak demistir ki "Tasavvufi kesfe cikmadan once zamaninizin ilmine bi hakkin vakif olmaniz gerekir, yoksa kesften dondugunuzde sacmalar durursunuz!".

    YanıtlaSil