Popüler Yayınlar

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Göçebe ruhumuz ve kentlerimiz


19 Nisan 2012


Çevre psikolojisi çalışmaları göstermektedir ki içinde yaşadığımız mekân ve grup yaşantıları da duygusal yatırımlardan arî değildir.
Doğumumuzdan başlayarak duygularımızı kendi bedenimize, sevdiğimiz varlıklara, insanlara ve eşyaya yatırırız. 

Artık hayat şeklimizi, ideallerimizi, özlemlerimizi, mutluluğumuzu, kederimizi bu duygusal yatırımlar şekillendirir. 

Yaşam çevremiz, kimlik duygumuzun sürekliliği ve istikrarına katkıda bulunarak "benim" dediğimiz; kişiselleştirilmiş, tanıdık kılınmış olmaları sebebiyle korumaya çalıştığımız eşyaları ve yerleri ifade eder. Bu psikolojik yapının merkezinde "ait olma" yatmaktadır. 


Kentlere, sokaklara ya da bazı genel mekânlara sahip olamayız, fakat onlara kendimizden pek çok şey katabiliriz; onlarda kök salabiliriz; bu aşinalık ilişkisi, onların kimliğini bizim kimliğimizle birlikte oluşturur ve kendiliğimizi, kimliğimizi onlarla tanımlarız. 

Hayatımızın bir parçası haline gelmiş olan mekân, giderek adeta ikinci bedenimiz haline dönüşür.

Duygusal enerji yatırarak kendi bedenimizle başlayan sahiplenme yani kendimizin haline getirme süreci, fiziksel çevremize ve insanlara doğru genişleyerek devam eder.

Sahiplenerek iç-dünyamıza aldığımız, kendimizin haline getirdiğimiz her yer, her kişi artık bizim bir parçamızdır. 

Çevre psikolojisinden sağlanan bu bilimsel bilgi ışığında baktığımızda yüz yıllardır aynı çevrede yaşayan, kentler kurmuş, kendini yönetme bilinci elde etmiş, kentli yurttaşların yaşadığı Batı uygarlığıyla göçebe bir tarihsel mirastan gelen insanların yaşadıkları ortamların birbirlerinden farklı olması gerektiği sonucuna ulaşabiliriz. 


Gerçekten de öyledir ve eğer bunu fark edemezsek kentlerimizde yaşadığımız sorunları da anlamamız mümkün değildir.

On yılı aşkın bir süredir Türklerin psikolojisini anlamaya yönelik olarak, onların alemle, toplumsal cinsiyetlerle, parayla ve eşyayla, silahla, kendi budunlarıyla ve diğer uygarlıklarla ilişkilerinin yanı sıra mekânla ilişkilerini de çözümlemeye çalışıyorum. 


Bu konuda yazdığım son kitap olan "Türk'ün Göçebe Ruhu"nda göstermeye çalıştığım gibi, göçebe geçmişimizin halen süren etkisi nedeniyle mekânla ilişkilerimizdeki "iğretilik", en temel özellik olarak karşımıza çıkıyor. 

Bu öyle basit bir olgu değil, mekânla iğreti ilişkilerimiz, adeta tüm psikolojimizi belirliyor, bize özgü göçebe bir ruh hali yaratıyor. 

Abartılı vatan ve devlet sevgimizden en yeniyi, en güçlüyü izleme merakımıza, güzel kentler kuramamamızdan damak zevklerimize kadar birçok davranışımızın kökeninde bu göçebe ruh hali bulunuyor. 

İbni Haldun, Mukaddime'de göçebelerin kentlilerden daha çok hayır ve iyiliği kabule yakın ve daha şecaatli olduklarını, göçebenin gayesinin medenileşmek olduğunu belirtiyor. 


Göçebelik, özellikle insan ilişkilerinde dayanışmacılık nedeniyle birçok olumlu psikolojik özellik getiriyor. 

Bu yüzden çoğu zaman bu ruh halinin de etkisiyle yalnızlaştırıcı kent yaşantısından yakınıp duruyoruz. 

Kentlerdeki hırsızlık, cinayet gibi suç oranlarına, trafikteki sürücülerin sabırsızlıklarına bakıp koşuşturma, bencillik, tüketim, kalabalıklar, reklam panoları, çok katlı binalar vs. gibi örnekler verip arada bir köyümüze geri dönmek istiyoruz. 

Ama bu, sadece nostaljik beyhude bir talep. Gidecek bir yerimiz yok, kentler ekonominin can damarı. 

 Ekmek parası burada kazanıldığı gibi, kültür ve sanat ortamları, zihinlerimizin uygun bulduğu yaşama mekânları da burada. Bu yüzden mutlaka kentli olmayı öğrenmek durumundayız.
 

Bizim karşılaştığımız Çin, İran, Hint uygarlıklarından sonra en benimsediğimiz ve bize en çok katkısı olan uygarlık İslam idi. İslam'la şereflendikten sonra Türkler birçok alanda olduğu gibi şehircilikte de çok ileri adımlar attılar. 

Ancak bu gelişmeler de modernliğin meydan okumaları karşısında sağlıklı bir cevap üretilemediği için yarım kaldı ve bugünlere kadar geldik. 

Evet, "Türk-İslam şehri" gerçek ama bunun nostaljik bir ütopya olduğu, yaşadığımız dünyada Türk-İslam şehrinin yerinde yeller estiği de bir gerçek. 

Modernlikle karşılaşmamız bizi yeniden galip gelene öykünmeye zorladı. 

ŞEHİR HAYATIMIZDAKİ GÖÇEBE KÜLTÜRÜMÜZ 


Eğri oturup doğru konuşalım. Şimdi her şeyiyle övüneceğimiz, örnek göstereceğimiz güzel kentlerimiz yok. 


Modern Batı'yı eleştiriyoruz ama modern şehirlerin âlâsının Batı'da olduğunu, çağdaş insan anlayışına en uygun şehirciliğin oralarda yapıldığını da kabul etmemiz lazım.

Anadolu'da yerleşik düzene geçen Türk göçebeleri, eski alışkanlıklarından tümüyle vazgeçmemişler, kentlerde oturdukları halde, mevsimlik göçlere büyük önem vererek yaz ve kış aylarında mekân değiştirmeyi sürdürmüşler. 

En küçük kasabadan en büyük kente kadar hemen bütün Anadolu yerleşmelerinin yazlık olarak kullandıkları bir yakın yerleşme daha bulunuyor. 

Bugün birçok ilimizde süren yaylaya çıkma âdedinin ve yayla şenliklerinin göçebelik zamanlarının bakiyesini taşıdıklarını görmemek mümkün değil. 

Şehir hayatımızdaki sürekli mesken değiştirmemiz ve bir türlü bir şehir planında sebat etmememiz, göçebelik mirasımız nedeniyledir. 

Bugün en gelişmiş Türk kentlerinde dahi oradan oraya taşınmayı, yazları yaylaya çıkmayı, bayramda seyranda hemen soluğu köyümüzde almayı sürdürüyoruz. Bir türlü Batı usulü tatil fikri zihinlerimize yerleşmiyor. 

Kentlerde modern bir yaşam içindeymiş gibi gözüksek de, ev-içi yaşantımızı adeta çadırda yaşıyormuşçasına evin bir odasında devam ettirip en güzel eşyalarla donattığımız salonu misafirler için ayırıyoruz. Geceleri uyumak için yer yatağı açıp sabah onları yüklüklere kaldırıyoruz. 

Çoğumuz ekonomik koşulların dayatmasıyla yapsak bile, unumuzu bulgurumuzu, yufkamızı, tarhanamızı, pastırmamızı, sucuğumuzu köyümüzden getiriyoruz; ağız tadımızı, damak zevkimizi göçebe zamanlarımız belirliyor. 

Göçebeliğin bugünkü davranışlarımıza, psikolojimize etkisini incelerken bakmamız gereken bir nokta da kentlileşme, uygarlaşma sürecinde ortaya çıkması beklenen öz-denetim ve duygu denetimi alanındaki farklılıklardır. 


Norbert Elias, sofra adabından konuşma biçimlerine, doğal ihtiyaçlarla ilgili tavırlardan kadın-erkek ilişkilerine ve saldırganlık duygusundaki dönüşümlere kadar birçok alanda "uygar" denilen tutumların altındaki duygu denetim modellerini ve standartlarını Batılı insanlar için gösterebilmiştir. 

Bugün tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de Batı tipi modernleşme süreçleri yaşanıyor. 

Bu nedenle Batı tipi modernleşme sürecinde kat edilen aşamalara bağlı olarak Türk insanının davranışlarında da değişiklikler oluyor. 

Pekâlâ, öz-denetim ve duygu denetimi alanında henüz Batı tipi modernleşmenin tam olarak etkisini gösteremediği davranışlarımız da "göçebe ruh hali"mizin görünümleri şeklinde değerlendirilebilir. 

Modernliğin en temel unsurlarından birisi her ne kadar bireyleşme olarak tanımlansa da modern kentli birey, başkalarının haklarına riayet etmeyen, alabildiğine bencilce davranan bir kimse değildir. 


Beşeri bilimlerde "bireyselleşme" ve "otoritenin içselleşmesi" kapsamında ele alınan tüm içeriklere uygun olmayan, bizi başkalarının hatta birbirimizin "kaba saba" diye nitelediği, çağdaş yaşama uymadığını söyleyerek kınamaya yeltendiğimiz tüm tutum ve davranışlarımız, aslında göçebe geçmişimizin bugünle uyuşmayan miraslarından başka bir şey değillerdir. 

Ülkemizdeki trafik keşmekeşinde de bir türlü modernliğe uyum sağlayamayan göçebe geçmişimizin payının bulunduğunu da söyleyebiliriz. 

Kendi modern taşıtlarını atı gibi kullanan ve adeta atına daha ileride bir yer bulmak gailesiyle başkasının haklarını ve trafik kurallarını ihlal etmekte beis görmeyen birisi, henüz otoriteyi içselleştirmemiş, kendisinin ve başkasının bireyliğinin farkında olmayan, "göçebe bencilliği"yle hareket eden, modern dünyada göçebe ruh haliyle yaşamaya çalışan bir kimsedir.
 

Peki, kentler oluşturmada ve kentlilik kültürü yaratmada üstünlüğünü kabul edelim ama modern uygarlık çevreyle ilişkisinde çok mu başarılı? 

Elbette hayır. Uygarlaşırken bunu doğayı köleleştirerek, doğayı sömürerek mi yapacağız yoksa doğayı eşimiz gibi mi göreceğiz? 

Modern doğalcı romantizm de Batı'dan çıkıyor ve bize yanlış şeyler öğretmeye devam ediyor. 

Bizim uygarlığımızın, Türk-İslam şehrinin, ki şu an coğrafyamızda ve zihinlerimizde yalnızca kalıntıları var, doğayla barışık yaşamayı bildiğini öne sürüyorsak, boş böbürlenmeleri bırakıp şimdi onları kanıtlamamız, onlardan yararlanmamız; buna kafa yoran düşünürlerin, mimarların ve sanatçıların yetişmesi lazım. 

*Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder