Popüler Yayınlar

5 Mayıs 2013 Pazar

Kriz devlet ve piyasa - [Doç. Dr. Tamer Çetin]


20 Aralık 2011


Son zamanlarda küresel ekonomik krizin, liberal iktisat politikalarının en azından rafa kaldırılmasına neden olduğu iddiaları yaygınlaşmaya başladı.
Pek çok yeryüzü başkentinden sonra, Wall Street'in de gösteri alanına sahne olması, kumanda ekonomisi özlemi peşinde koşanları, devleti göreve çağırmaya teşvik ediyor. 

Bir "hey gidi günler havası", şüphesiz dönemin kasvetli ortamına çokça denk düşüyor. 

Bununla birlikte tablonun daha realist bakılmayı hak eden bir yanı da var. 

Bu yazı, iktisadi aktör olarak devlet ve piyasa arasındaki sürgit çekişmenin post-modern dünya düzeni içindeki tezahürlerini, aktörlerin niçin ve nasıl daha fazla veya az rol alması gerektiğini açıklamayı ve Türkiye için bir olması gerekene işaret etmeyi amaçlamaktadır. 

Öncelikle küresel ekonomik kriz, haklı olarak sistemin tartışılmasını beraberinde getirmiştir. Sistemden kasıt, liberal ekonomi politikaları veya kapitalizmin kendisidir. 


Her ne kadar sistemin teorik temelleri ve uygulaması arasında çok derinlikli farklar bulunsa da, pek çok yazar tarafından tercih edildiği şekliyle bu yazıda da hâkim iktisadi algı nedeniyle, liberal ekonomi politikaları ve kapitalizm aynı anlamda kullanılmaktadır. 

Bunun dışında sosyalist ekonomik teori (bu anlamda radikal politik ekonomi) ve planlamacı devlet modelinden komünist sisteme kadar devletin her alanda ekonomiye müdahale etmesini içeren sistemler aynı anlamda ve kapitalizmin alternatifi olarak kullanılmaktadır. 

O halde öncelikli soru, eğer kapitalizm sorun ise alternatifi nedir? Liberal iktisadi sistemi rafa kaldırıp, devleti, ekonomiye müdahaleye çağıranların bu soruya açıkça cevap vermesi gerekmektedir. 

Bu anlamda tartışmasız birkaç gerçekten biri, kapitalizmin bir krizler ve nihayet düzeltmeler tarihi olmasına mukabil, sosyalizmin adaletsizlik tarihi olmasıdır. 

Kapitalist sistem tarihi neredeyse periyodik bir biçimde büyük bir ekonomik krize sahne olmaktadır. 

Diğer yandan sosyalist planlama, kaynak tahsisinde etkinsizlikler ve böylece adaletsizlikler tarihidir.
 

Açıkça tartışmanın, "kapitalizm mi, sosyalizm mi" kısmının cevabı, ampirik ve anekdotal kanıtla sabittir. 

Buna göre kapitalizm, sosyalizme göre yüksek gelir düzeyi vaat etmesine, ama gelirin bölüşümünde sorun yaşamasına karşın, sosyalist sistem geliri üretmekte de bölüşmemekte de başarısızdır. 

En kayda değer örnek olarak Sosyalist Sovyetler Birliği deneyimi, başarısız bir ekonomik performans, güçlü bir sefalet ve nihayet çöküşe neden olmuştur. 

Bu kanat adına skoru artırmak mümkündür. Diğer yandan bu konuda tek kayda değer örnek, Çin'dir. 

Çin'in yüksek ekonomik performansının, hangi sisteme daha yakın olmakla gerçekleştirildiği tartışmalı olmakla birlikte, gelecekte kapitalizmi eleştiren sosyalist devlet anlayışına sahip savunucuların, Çin'in bugünkü ABD benzeri bir ekonomik yapıya bürünmesini nasıl karşılayacakları oldukça tartışmalı olacaktır. 

Şimdiden Çin de yüksek bir gelir düzeyi üretmekte, ancak bunun bölüşümünde ciddi sorunlar göstermektedir. 

ABD'den farklı olarak Çin'in göz kamaştıran ekonomik performansı, kapitalist sistemin kurumsal donanımının hilafına, ama kesinlikle sosyalist tınılı bir uygulamayla bile değil, sadece devlet güdümünde, mülkiyet hakları ihlalleriyle ve yüksek işlem maliyetli iktisadi süreçlerle gerçekleşmektedir. 

Liberal yapıda mündemiç en temel iki gösterge olarak, mülkiyet hakları ve kamu yararına ilişkin güvenilir kurumsal çevre, Çin'de devleti, özel sektör ajanlarına göre öne almaktadır. Bu durum şüphesiz bir paradokstur, ama fiilen yürümektedir de. 

Çin, alternatifi olan Batı'ya göre görece yüksek bir gelir düzeyi üretebilmeyi başarmıştır. Ancak Çin'in bu durumunun kabul edilebilir olup olmadığı tartışmalıdır. 

Eğer Wall Street işgali, devletin ekonomiye müdahalesini sosyalist bir perspektifle savunanlar açısından kayda değer bir durum olarak analiz ediliyorsa, Çin'in gelir üretim ve bölüşüm süreçleri dikkatle incelendiğinde, Wall Street işgalcilerine destek verenlerin, Çinlilerin Tiananmen Meydanı'nı işgal etmelerini şiddetle istemeleri gerekmektedir. 

Zira sorun elde edilen refahın bölüşümündeki adalet sorunu ise Çin, bunun dik âlâsının eşsiz temsilcisidir. Kaldı ki Çin, refahın üretilmesi aşamasında dahi ciddi insan hakları ihlalleri barındırmaktadır. 

Sadece çevreyi ve doğal kaynakları kirleterek ve gittikçe yok ederek düşük üretim maliyetli büyümenin yıllık negatif yönlü dışsal maliyeti, 10 milyonlarca insanın hayatını kaybetmesidir. 

Kapitalist sistemde devlet 


Eğer devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiğini savunanlar, bir sosyalist planlamacı devlet modelini değil de, kapitalist sistem içinde devletin daha fazla rol alması gerektiğini öneriyorlarsa, bu öneri tartışılabilir en gerçekçi yaklaşım olacaktır. 


O halde asıl önemli mesele, kapitalist sistem veya liberal piyasa ekonomilerinde ne kadar devlet, ne kadar piyasa sorularının cevabında yatmaktadır. 

Öncelikle önerinin ontolojik kökenleri açısından bakıldığında, sanıldığının aksine liberal ekonomik doktrinde ve bu nedenle aslında kapitalist sistemde devletin ekonomiye müdahalesi, belirli bir ekonomik rasyonel bağlamında kesinlikle içsel ve yerleşiktir. 

Sadece liberal ekonomi yaklaşımı, iç dinamikleri açısından liberteryanlardan modern liberallere ve sosyal muhafazakâr Avrupa geleneğinden Anglo-Sakson muhafazakârlığa kadar genişleyen yelpazede devletin rolünün ne olması gerektiği konusunda ayrışmaktadır. 

Aslında liberal felsefe, temelinde, bir toplum içinde bireyin idaresinin kamu politikasından ziyade, kendi işi olduğu ve bu durumun kaynakların etkin kullanımı açısından daha başarılı sonuçlar vereceği gerçeğine bel bağlayan yaklaşımdır. 

Bu nedenle devletin, özel ajanların faaliyetine ilişkin müdahaleci politikalarını rasyonel gerekçelere dayandırmaktadır. 

Neticede kapitalist sistemde devlet, bugünkü şekliyle ekonomiyi ya regüle etmekte veya deregüle etmektedir. 

Yerleşik sisteme ilişkin entelektüel algı içinde "devlet mi, piyasa mı?" sorusu burada başlamaktadır.


Öncelikle bugünün sorunu bankacılık ve finans piyasaları krizi üzerinden gidersek, devlet, bu piyasalara risk, belirsizlik ve asimetrik enformasyon kaynaklı, ters seçim ve ahlakî çöküntü sorunları nedeniyle müdahale etmektedir. 

Etmek zorundadır ve bu müdahale, eğer ortodoks iktisadi yaklaşımı, liberal piyasa ekonomisinin hâmisi olarak kabul ediyorsak, sanıldığının aksine liberal ekonominin hilafına vaki değildir. 

Hakim iktisat içinde bu türden bir devlet müdahalesini, piyasaların etkinliği açısından rasyonel ve meşru gören devasa bir literatür bulunmaktadır. 

Modern politik ekonomi, ağırlıklı olarak Chicago Okulu tarafından yönlendirilmektedir ve bu ekol, on yıllardır liberal iktisadın menbaıdır. 

Ancak aynı okulun ve bu arada diğer liberal akım savunucusu okulların iktisatçıları tarafından açıkça devletin, piyasaların aksadığı durumlarda ekonomiye regülasyonlar yoluyla müdahale etmesi kabul edilmektedir. 

Çünkü liberal piyasa ekonomisi, bir devletin varlığını reddeden anarşist bir sistem değil, post-modern çağın devleti olarak, düzenleyici devlet modelini kabul eden bir sistemdir. 

Düzenleyici devlet modelinin en belirgin karakteristiği ise bağımsız düzenleyici kurumlardır (BDK'lar). 

Piyasalar, bazı gerekçelerle aksar ve bu durumda tüketici istismarı ve kaynakların etkin olmayan dağılımı gibi sorunlar ortaya çıkar. 


Piyasaların başarısız olduğu bu durumlarda devlet, ekonomik regülasyonlar yoluyla piyasalara müdahale eder. 

Fiyatların ne olacağını, hangi tarife yapısının uygulanacağını, piyasaya ne kadar firmanın, hangi koşullar altında gireceğini, ağırlıklı olarak, BDK'lar marifetiyle belirler. 

BDK'lar, sadece regüle ettikleri endüstrinin regülasyona tabi konuları hakkında uzman bilgisine sahip regülatörlerden oluşmaktadırlar. 

Dolayısıyla alternatifi olan bakanlıkların ilgili piyasaları regüle ettikleri durumdaki uygulamaya göre daha fazla etkinlik sağladıkları kabul edilir. 

Ayrıca bu kurumların özel çıkar grupları tarafından manipülasyonu, oy maksimizasyonu peşinde koşan pragmatik ve bu anlamda miyop görüşlü siyasilerin manipülasyonuna göre daha zordur. 

Türkiye için dersler 


Nitekim Rekabet Kurumu, BDDK, EPDK ve BTK gibi kurumların regüle ettikleri endüstrilerdeki piyasa oyuncularına uyguladıkları cezalar ve yaptırımlar göz önüne alındığında, bu türden bir düzenleyici mekanizmanın siyasilerin ekonomiye müdahale ettiği dönemlerde hiç olmadığı görülecektir. 


2001 öncesi siyasî yapı, Uzan Grubu enerji santralleri ve bankacılık piyasasının 1990'lardaki durumu neredeyse tamamen buna tanıklık etmektedir. 

BDK'ların yokluğunda, siyaset kurumu, geleneksel bürokrasi aracılığıyla rant dağıtan bir mekanizma haline dönüşerek, ekonomi politikalarının siyaseten manipülasyonuna ve nihayet bu oyunda temel aktörlerden olan bankaların krize girmesine neden olmuştur. 

Aksine 2000'lerin büyük ekonomik başarısı BDK'ların başarılı regülasyon uygulamalarıdır. 

Açıkça 2001 krizi bir bankacılık ve finansal piyasalar krizi idi ve bankalar, siyasî otorite tarafından regüle edilme(me)kteydi. 

Şimdi piyasa, hem BDDK hem de Rekabet Kurumu tarafından sıkıca düzenlenmekte ve denetlenmekte olduğundan hem krize gebe olmaktan uzak hem de görece başarılı bir performans göstermektedir. 

Dolayısıyla Türkiye'nin bankacılık ve finans piyasaları üzerindeki başarısı, bir deregülasyon başarısı değil, bilakis güçlü bir regülasyon başarısıdır. Bu durum da liberal iktisadi algının aksine bir durum değildir. 


Aksine Batı, kendine ekonomi politikaları açısından belirleyici unsur edindiği liberal politikaları uygulayamayıp, bu piyasaları olması gerektiği gibi regüle edemediği, yani liberal iktisat yaklaşımının gereğini yapamadığı için başarısız olmuştur. 

Devlet, teorinin piyasa aksaklığı dediği unsurlarını regüle etmeyi başaramadığı için ekonomiler manipüle edilmekte ve krize sürüklenmektedirler. 

Dolayısıyla bugünün Batı ekonomilerindeki finansal krizin kaynağı, bir piyasa başarısızlığı değil, devlet başarısızlığıdır. Şu halde devletin ekonomiye müdahalesine ilişkin sorunun cevabı, tam bir vasatı tutturma gayreti üzerine odaklanmalıdır. 

İfrata ve tefrite meyletmenin yüksek maliyetlerinin olduğu şu hengâmede vasatta bir denge hali, bizi konu üzerinde detaylı ve ideolojik duruşlardan arındırılmış bir yaklaşımla titizlenmeyi gerektiriyor. 

Aksi defaten tecrübe edildi, şimdilerde gittikçe çöküşü tetikliyor. 

O halde Türkiye'nin bu anlamda karşı karşıya olduğu sorun üzerinde düşünmek gerekiyor. Türkiye, BDK'ları tesis ederek, hem elektrik, doğalgaz ve telekomünikasyon gibi altyapı endüstrilerinde hem de finans, bankacılık ve sermaye piyasalarında düzenleyici devlet modeline geçişi tecrübe etmiş ve bu model, 2008 krizinin Türkiye ekonomisi üzerinde derinlikli etki gösterememesinin nedeni olmuştur. 


Hal böyleyken, siyasi otoritenin bu kurumlara yapmış olduğu düzenleyici yetki delegasyonunu geri alması, büyük riskler barındırmaktadır. 

Türkiye'de BDK'lar, yasal düzenlemelerle tesis edilmiş olmasına karşın, üniter ve merkezî idare ile idarenin bütünlüğü ve bölünmezliği gibi anayasal ilkelere uyumlu olarak tesis edilmemiş ve daha sonra da uyum için siyasî bir inisiyatif alınmamıştır. 

Anayasal bir değişiklik yapılmayıp, uzun yıllar yine de tartışmalı anayasal meşruiyet statülerine rağmen faaliyet gösterdikten sonra Ağustos 2011'de çıkarılan bir kanun hükmünde kararnameyle doğrudan ilgili bakanlıklara bağımlı hale getirilerek, siyaseten bağımsızlıkları tamamen kaldırılmıştır. Sonrasını hep birlikte göreceğiz. 

ABD ve bazı Avrupa ülkelerinde düzenleyici devlet modelini işletememenin neden olduğu maliyetler hepimizin önünde gün gibi aşikârdır. 

Aynı şekilde 2001 Türkiye bankacılık krizi de. Adı geçen krizler ve Türkiye'nin bugünkü görece başarılı ekonomik performansı kıyas edildiğinde, Türkiye'nin BDK'lar üzerindeki ağustos değişikliğinin muhtemel sonuçlarını kestirmek zor olmayacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder