Popüler Yayınlar

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Değişim sürecinin kritik eşiğinde demokratikleşme mecburiyeti


2 Mayıs 2013


Türkiye değişiyor.

Değişim, ekonomik, kültürel, hukukî, siyasî vb. tüm alanlarda kendisini hissettiriyor.
Bununla birlikte tek başına değişim çok anlamlı bir ifâde değil. 

Sadece değişim, zaman içinde ortaya çıkan farklılaşmayı anlatırken, bu farklılaşmanın yönü hakkında herhangi bir değerlendirme içermez. 

Bu nedenle, yalnızca değişimden söz etmek yerine, örneğin ilerleme, kalkınma veya gerileme gibi açıkça değer yargısı yüklü kavramların değişim yerine kullanıldığını biliyoruz. 

Örneğin değişimi “ilerleme” olarak nitelediğimizde, doğru ve iyi olduğunu düşündüğümüz bir hedefe doğru gerçekleşen bir süreci ifâde etmek istiyoruz. 

Hedef bugünün evrensel ilke ve değerlerle uyumlu bir demokratik düzenin kurulması ise, bu yönde ortaya çıkan bütün değişiklikler “ilerleme”, buna ters düşen oluşumlar ise  “gerileme” olarak görülebilecektir.

Böyle bakıldığında, Türkiye’nin son on küsur yıldır yaşamakta olduğu değişim sürecinin nasıl değerlendirilmesi gerektiği sorusu da önem kazanmaktadır. 


Örneğin, tek kimlikli, tek kültürlü, toplumu türdeş bir yapıya dönüştürmek hedefiyle belirlenmiş millîyetçi (ulusçu/ulusalcı) ideoloji açısından bu hedefle uyuşmadığı düşünülen her türlü çoğulculaşma girişimi olumsuz bir değişimdir ve hattâ bir “gerileme”dir. 

Bu açıdan bakanlar, çağdaş demokratik standardlar arasına etnik, dinî vb. özelliklere dayalı grup kimliklerinin tanınmasına dayanan çokkültürcü siyasî yapılanma yönündeki değişimleri bir anlamda “yeni orta çağcılık” veya “yeni feodalizm” gibi değerlendirmektedirler. 

Bu açıya göre “gerileme” sayılan pek çok değişim, çağdaş özgürlük standardları açısından bakıldığında aslında “ilerleme” olarak nitelendirilmeyi hak etmektedir.

Değişimin nasıl değerlendirileceği konusundaki bu zıtlaşmanın Türkiye özelindeki ifâdesi olan Kürt sorunu merkezli “barış ve çözüm süreci”nin “Kürt kimliğinin tanınması talepleri”nin karşılanmasını hedeflemesi, milliyetçiliğin temel siyasî değeri olan Türk millî devleti açısından bir olumsuzluk olarak görülmektedir. 


Buna mukabil toplumsal çoğulculuğun, millî devlet kavramının ifâde ettiği türdeş toplum hedefinin tahakkümünden kurtularak siyasî anlamda özgürleşmesi demek olan yenilikler, Türkiye’nin en ileri ölçülere uygun bir demokrasi olmasını mümkün kılacağı için birer ilerleme olarak değerlendirilmelidir.

Yeni bir hukuk, siyaset ve devlet-toplum ilişkileri düzenini gerçekleştirme hedefine yönelik ilerlemeler bağlamında unutulmaması gereken bir diğer temel süreç de halkın demokratik hâkimiyetinin sağlanmasıyla ilgilidir. 


Bilindiği gibi Türkiye, 1961 ve bilhassa 1982 anayasaları ile, Cumhuriyet’in kuruluş hedefleri açısından “gerici” bir tehdit olarak gördüğü halkın demokratik hâkimiyetini, Kemalizm’in değişmez özünü oluşturan milliyetçilik ve “otoriter lâikçilik”i muhafaza etmek için askerî ve sivil bürokrasinin vesâyetçi tahakkümünü hukukîleştirmeye yönelmişti. 

Son on-on iki yılda tanık olduğumuz değişim süreci, halkın demokratik hâkimiyeti açısından temel önemi hâiz bâzı “ilerlemeleri” de belirlemiştir. 

Kısaca “demokratik kazanımlar” olarak da ifâde edebileceğimiz pek çok reformun yer aldığı bu süreç, bugün gelinen noktada Türkiye’nin bütün toplumsal alanlarda elde ettiği gelişme düzeyinin zirve noktalarına tırmanmasına dönük ciddî bir potansiyel taşımaktadır.

Bu potansiyeli gerçek hayata aktarabilecek değişimler ise, Kürt sorunu bağlamında öne çıkmış bulunan anadil yasaklarından siyasî katılım kanallarının sınırsız ölçüde açılmasına dek uzanan bir dizi anayasal, yasal ve siyasî reformun gerçekleştirilmesine bağlıdır. 


Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Türkçe dışında sâhip oldukları anadillerinde eğitim görebilmelerini, yine Türkiye vatandaşlarının kendi kendilerini olabildiğince doğrudan yönetmeleri hedefinin bir ifâdesi olan “bölgeli devlet modeli”ne uygun bir adem-i merkeziyetçiliği zorunlu kılan bu reformların nasıl somutlaşacağını düşünmek için şimdi en elverişli bir konjonktür yaratılmış durumdadır. 

Aıdan “barış ve çözüm süreci” dediğimiz bu konjonktür, sâdece ulusal düzeyde değil, uluslararası ilişkiler bağlamında da Türkiye’nin çokkültürcü bir demokrasiye doğru “ilerlemesi” gerektiğini adetâ haykırmaktadır.
 

Bu noktada dikkat etmemiz gereken birkaç husus var. Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün artık iyice aşınmış bulunan tek-parti diktatörlüğüne özgü milliyetçi meşruluk zeminine karşı, yeni ve çokkültürcü bir meşruluk zemininin inşâ edilmesi gerekmektedir. 

Unutmayalım ki, devlet hem teoride, hem de pratikte toplumda zor kullanma yetkisini kendi “meşrû tekeli”ne almış bir varlıktır. 

Türkiye, aşınmış, eski, anti-demokratik, tekçi ve baskıcı “sözde meşruluk” yerine yeni, sâhici, çokkültürcü ve hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir meşruluk inşâ etmek durumundadır. 

Son on yılın reformları böyle bir inşâ sürecinin tamamlanabilmesi bakımından çok kritik bir eşikte olduğumuzu göstermektedir.

Eşiğin “kritik” niteliği, sağlanan barış ortamını kalıcı bir demokratik düzene dönüştürecek çözümcü reformların yapılabilip yapılamayacağının belirsizliğinden kaynaklanmaktadır. 


Bu belirsizlik, maalesef yine dün cereyan eden İstanbul’daki 1 Mayıs hâdiseleriyle sâhici bir ciddîyet kazanmıştır. 

Pek çok kez yazılıp çizildiği üzere, vatandaşların en temel haklarından olan “izinsiz toplantı ve gösteri yapma hakkı”nı korumak ve bu hakkın gerçekleştirilmesi için uygun koşulları sağlamakla görevli olan devlet, bir kez daha bu “aslî görevi”ni adetâ unutup, asıl işinin hakkın kullanılmasını önlemek olduğu yolundaki “eski” alışkanlıklarına sarılmış gibi görünüyor. 

Bu eğer bir değişim ise, bu değişimin, bu yazıda ifâde etmeye çalıştığım türden bir “ilerleme” değil, eskiye dönüş anlamında bir “gerileme”ye tekâbül ettiğini ısrarla vurgulamak gerekiyor. 

Kuşkusuz vurgulanması gereken bir diğer nokta, bu “gerileme”nin, aynı zamanda yeni ve demokratik bir meşruiyet zemini inşâ etmek durumunda bulunan Cumhuriyet’in, kolluk güçlerinin bir bölümünün gerçekten mantıken izah edilmesi mümkün olmayan icraatıyla, meşrûiyet dışına düşme potansiyeli taşıyan bir zor kullanma tarzını ortaya koyduklarıdır.

Evet, Türkiye değişiyor. Fakat değişim nereye doğru? Gidişat ne yönde? Yani ilerliyor muyuz, geriliyor muyuz? 2000’li yıllar, şimdiye kadar, bu soru açısından bir ikilemin belirlediği yıllar oldu. 


Bazı yönlerden ilerledik: 

Anayasa ve yasalarda, örneğin pek çok demokratik ve özgürlükçü reformlar yapıldı, “ilerledik”. Lâkin uygulamada eski alışkanlıkların belirlediği bir “geriliğin” ağır bastığına da şâhitlik ettik. 

Eşik şimdi sâhiden kritik: ya yeni ve demokratik meşruluk zemininin inşâı yönünde ilerleyeceğiz, ya da Cumhuriyet’in tek-parti diktatörlüğüne özgü bir cebir düzenine döneceğiz. 

İstanbul’da yaşanan anlamsız 1 Mayıs 2013 garabeti, ülke çapında “münferit” kalmış olsa da, İstanbul’un niteliksel önemine binâen, demokrasiyi en ileri seviyede inşâ etmek zorunda olduğumuz bu dönemde herkese, en önce de devletin cebir tekeline hükmedenlere ibret olmalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder