Popüler Yayınlar

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Kıbrıs: Paramparça bir ada


21 Eylül 2012


Bugünlerde Avrupa Birliği (AB) tarihinde oldukça ilginç bir süreç yaşıyoruz.

Kıbrıs, yıl sonuna kadar AB dönem başkanlığını yürütüyor.
Fakat Kıbrıs herhangi bir üye ülke değil. Zira AB tarihinde ilk defa "Kıbrıs sorunu" diye üye bir ülke ile ilgilenen bir daire olduğu gibi, Ada'nın kuzeyinde AB müktesebatı geçerli değil. 

Zira bu bölge 1974 yılından beri "üçüncü bir ülkenin işgali" altında bulunuyor. 

Yine oldukça ilginç, AB söz konusu "üçüncü ülke" ile üyelik müzakereleri sürdürüyor, söz konusu müktesebatı bu ülkede de uygulamak için. Sorun aslında işgalden de öte; AB'nin bu bölgesinde 1963 yılından beri Birleşmiş Milletler (BM) Barış Gücü "güvenliği sağlıyor". 

Yani dünyanın en zengin ve "Avrupa Birleşik Devletleri" ('A'BD) olmaya aday bölgelerinden biri Afrika veya Ortadoğu'da olması gereken BM Barış Gücü'ne gerek duyulan bir "kriz bölgesi" konumunda. 

En ilginci ise sekiz yıldır Brüksel'de kimse AB topraklarında, bu ara dönem başkanlığını sürdüren üye ülkede BM Barış Gücü'nün barışı sağlamasından pek rahatsız değil. 

Kıbrıs dönem başkanlığını teknik olarak iyi götürüyor diyebiliriz. Buna rağmen Rumların yıllardır beklediği "AB dönem başkanlığının" giderek derinleşen ekonomik krizin gölgesinde hayal kırıklığı ile sonuçlanacağını bugünden öngörmek müneccimlik olmaz. 


Zaten bugünlerde hangi ülke dönem başkanı olursa olsun, gündeme iddialı bir meseleyi alması mümkün değil. Dönem başkanı AB'nin ana gündemi "Euro krizi" veya ekonomik kriz ile pek uğraşmıyor. 

Bu konular Kıbrıs'ı ilgilendirmediği için değil, bu meselede başrolü oynayan aktörlerin, Lefkoşa da değil Berlin, Paris, Frankfurt ve Lüksemburg da olduğu için. Euro'yu kurtarmaya çalışan bu aktörler için Kıbrıs, en büyüğü olmasa da, sorunlardan birini oluşturuyor. 

Fakat temel sorun Ada'nın barış ve birleşik Kıbrıs hedefinden oldukça uzakta, hâlâ paramparça olduğu gibi, ufukta umut kaynağının bulunmaması. 

Bilinen ve derin Rum-Türk çatlağı Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kuruluşundan beri Ada'da hayatı zehirliyor. Kıbrıs hâlâ etnik ve coğrafî olarak bölünmüş durumda ve bu iki toplum arasında derin bir güven krizi hâkim. 


Kıbrıslı Türkler Rumlardan, Rumlar Türkiye'den korkuyor. Bu korkuların temelsiz olmadığını anlamak için yakın tarihe bir göz atmak yeter. 

Annan Planı'nın sekiz yıl önce reddedilmesinden sonra ikinci bir çözüm fırsatı hâlâ oluşmuş değil. Tüm veriler, önümüzdeki üç yıl ciddi bir müzakere için altyapının olmadığını gösteriyor. 

Güney'de Şubat 2013'te seçimler var. Muhalefetin adayı Anastasiades'in seçimleri kazanacağı söyleniyor. Anastasiades için ekonomik kriz politik öncelik oluşturuyor. 

Daha önemlisi müzakereler konusunda yeni fikirleri var. Müzakerelere başlamadan bu fikirleri kendi kamuoyu ile paylaşmak niyetinde. Yani zamana ihtiyacı var. Kuzey'de de seçimler pek uzak değil. 

Güney seçimlerinden sonra 2014 yılında Kuzey seçim kampanyalarına başlıyor. Toparlarsak 2015 yılından önce müzakereler için ciddi bir politik altyapı mümkün görünmüyor. 

İki toplum arasında güven artırıcı, toplumların giderek derinleşen birbirine yabancılaşma sürecini önleyici politik girişimlerinde altyapısı da pek umut verici değil. 


Türkiye, Kıbrıs konusunda iç ve dış dinamiklerden yoksun, zamana oynuyor. Kıbrıs hükümeti Türkiye'yi cezalandırmak için Ada'nın kuzeyine ambargo uyguladığı gibi, AB'nin doğrudan ticaret tüzüğünü de engelliyor. 

Bu tür bir politika sürdüren hükümete Kıbrıs Türklerinin güven duymasını beklemek saflık olur. 

AB ise çözümün odak noktası iken, sorunun parçası olmuş durumda. Kuzey'e uygulanan izolasyonu kaldırmaya yönelik kendi kararını hayata geçiremiyor. 

Bu yüzden derin bir güven ve kredibilite sorunu yaşıyor. Rumlar AB'ye şüphe ile bakarken, Türkler hayal kırıklığı ile bakıyor ve güvenmiyor. Ada'nın parçalanmışlığı bununla da bitmiyor. 

TÜRKLERİN VE RUMLARIN BÖLÜNMÜŞLÜĞÜ 


Kuzey'de iki paralel Türk toplumu oluşmuş durumda. Adalı Türkler ile Türkiye'den göçen Türkler iç içe değil, yan yana yaşıyor. Göçmenlerin dünyası ve değerleri tümden Türkiye endeksli ve Adalıları "bunlar" diyerek "Avrupalı" kategorisinde görüyorlar. 


Genellikle kırsal kökenli bu göçmeler için Adalılar, özellikle kadınlar "çok serbestler" ve "bizim gibi değiller". Adalılar için göçmenler Kıbrıslı değil, sadece ekonomik çıkar için Kıbrıs'talar. 

Bu analiz pek yanlış değil. Bugünlerde Türkiye'de ücretlerin Kıbrıs seviyesine yaklaşması ile geri dönüşler iyice yükselmiş. 

Uzun zamandır Ada'da yaşayanların da Türkiye'ye dönmesi, bu iki paralel toplumun doğurduğu sosyal gerilimin de sonucudur sanıyorum. 

Göçmenler ikinci sınıf insan muamelesi görmekten, Adalılar yurtlarında yabancılaşmaktan şikâyetçiler. 

Aslında Adalı Türkler kendilerini hem Türkiye, hem AB hem de Rumlar tarafından yalnız bırakılmış hissediyorlar. Politik ve ekonomik durum da pek iç açıcı değil. Güney'e patates satmakta bile zorlanıyorlar. 

Güney'de derinleşen ekonomik kriz ve işsizlik Kuzey'i de etkiliyor, işsizlik artıyor. Kuzey'de Denktaş, Talat ve Eroğlu gibi "Kıbrıslı" etkin politikacı da yok ufuklarda. 

Talat ve Eroğlu partilerinden uzaklaşmış, yeni liderlerin ise politik profili bilinmiyor. Kuzey bu konuda da, Güney'e göre dezavantajlı durumda.

Rumlar da ikiye bölünmüşler. Annan Planı derin yaralar açmış. Plana "evet" dediği için sekiz yıldır komşuları tarafından cezalandırılanlar var. 


Akrabalar da bu yüzden yıllarca birbiri ile konuşmamış. "Evet'çiler" yıllarca Kilise ve aşırı milliyetçi grupların baskısını görmüşler. 

Kırılma Türklere ve Türkiye'ye beslenen düşmanca hislerin "evet'çilere" de uygulanmasına dönüşmüş. 

Ada küçük olduğu için bu kırılma sadece genel bir sosyal veya politik kırılma olarak değil, özel ilişkilerde de yaşanmış ve hâlâ etkin. Kilise, bu bölünmüşlüğü aşıcı bir etken değil, derinleştirici bir etken olmuş. 

Ada'da çözümün önündeki en önemli engellerden birinin Kilise olduğunu söylersek herhalde yanılmayız. 

Artık "evet'çiler" bile Annan Planı'nı savunmuyor, savunamıyor. Fakat alternatif bir çözüm de tartışılmıyor. 

"Taviz" kelimesi en etkin ve sık kullanılan bir deyim. "İki toplum ve iki bölgeli federatif ortak bir devlet" fikri etkin de olsa, bu fikre karşı aşırı güçler olduğu gibi, herkes "federasyonu" kendine göre yorumluyor. 

Mesela Anastasiades, Christophias'in müzakerelerde "vermiş olduğu tavizleri" tanımayacağını söylüyor. 

Verilmiş taviz filan olmasa, bu sözler seçim kampanyasında söylenmiş de olsa, gelecek için pek umut verici değil. Ne yapmalı? 

Toparlarsak, tüm veriler iyimser bir senaryoda bile 2015 yılına kadar müzakere sürecinde ciddi bir gelişme beklememek gerektiğini gösteriyor. Bu üç yıl, iki toplum veya toplumlar arası güven artırıcı girişimler için kullanılabilir. 


Ekonomik krizin Ada'da önümüzdeki aylarda derinleşeceği, Yunanistan'a benzer acı reçetelerin gündeme geleceği göz önüne alınırsa, Rumlardan olumlu inisiyatifler beklememek gerekir. 


Rum toplumunun nabzını iyi tutan ve müzakere sürecinde aktif rol almış politikacılardan Michalis Papapetrou, oldukça kötümser. Ona göre "Papadopoulos, Annan Planı müzakerelerini, planı daha kolay öldürebilmek için sürdürdü". 

Geriye kalan bizarcık umut ise Christophias "Talat'a Denktaş muamelesi yaptığı ve bir gözü müzakere masasında, bir gözü ise Başpiskopos ve DIKO, EDEK" gibi aşırı kesimde olduğu için kaçırıldı. Michalis Papapetrou için bu yüzden "federasyon rüyası 2004'te bitmiştir" (Sunday Mail 2 Eylül 2012). 

Bugünlerde Kıbrıs'ı kim ziyaret etse bu analizi doğrular bir hava kokluyor. Umut yok, şikâyet var. Anastasiades'in de aşırı sağın desteği ile seçilme arayışında olduğu için, Christophias'ın kaderini paylaşması büyük bir ihtimal. 

AB Komisyonu Rumlara Almanya'nın birleşme sürecini yakından tanıtan bir proje geliştirip, Almanların izolasyon değil, açılım politikası ile ülkelerinin bütünlüğünü sağladıklarını anlatsa, herhalde fena olmaz. 

Zira çözümsüzlük bugün tamamen Rumlardan ve Rumların ne istediklerini bilmemelerinden kaynaklanıyor. 

AB, KIBRIS'I DAHA ÇOK DÜŞÜNMELİ 


Bu yüzden konuya daha rasyonel yaklaşması gereken AB'nin sorumluluğu daha da öne çıkıyor. AB Doğrudan Ticaret Tüzüğü'nü uygulayamadığı için Kıbrıslı Türkler tarafından Rum Yönetimi'nin güdümünde bir kurum izlenimi veriyor. Bu algı pek yanlış değil. 


Doğrudan Ticaret Tüzüğü, AB'nin Kuzey'e uygulanan izolasyonu hafifletmek için aldığı bir karar. Bu kararı Türkiye politikası ile ilişkilendirmek hem yanlış hem de anlamsız. 

AB kurumları derin kredibilite sorunu doğuran bu durumu aşıcı bir süreci başlatabilir. Fransa seçimlerinden sonra politik altyapı bu tür bir girişim için daha uygun. 

Bu tür bir inisiyatif Ankara'yı, limanları Kıbrıs'a açmaya zorlayacağı gibi Kıbrıs için ekonomik ek bir destek sağlanmış olur. Türkiye ve Kıbrıslı Türklerde güven artırıcı girişimlerde bulunabilir. 

Türkiye mesela Anastasiades seçilir ise Ankara Protokolü'nü yürürlüğe koyup, limanlarını Kıbrıs'a açabilir. 


Bu politikacı Annan Planı'na destek vererek ağır politik fatura ödediği için bu tür bir jesti hak ediyordur. 

Kaldı ki, 1996 yılına kadar açık olan limanları tekrar açmak, sanıldığı kadar büyük bir jest de değil. 

Türkiye karşılığında Kuzey'e Doğrudan Ticaret Tüzüğü'nün uygulanmasını AB'den bekleyebilir veya Paris ve Berlin gibi başkentlerden söz alabilir. 

Bu tür bir jest, sekiz yıldır süren sert Kıbrıs politikasından sonra, en geri zekâlı Rum politikacı tarafından bile "taviz" olarak yorumlanamaz. 

Bu tür bir jest, Türkiye-AB müzakere sürecini de olumlu etkiler.
On yıl önce Ada'yı ziyaret ettiğimizde, sokaklar asker dolu idi. Artık bu tür bir hava yok. 


Fakat hâlâ kışla kültürünün etkin örneklerini algılamak mümkün. Dağ yamaçları, devasa bayraklar için boyanmış ve ışıklandırılmış, sanki bu bölgede Türklerin yaşadığını bilmeyen varmış gibi. 

Kıbrıs'a gelen yabancı ziyaretçiler, bu bayrakları biraz ucube ve bizar buluyor. Rumlar için provokasyon olduğunu söylemeye gerek yoktur sanıyorum. 

Bu dağ yamaçlarının ağaçlandırılması ve bu tür provokasyonların durması, Ada'da havayı yumuşatabilir. Lefkoşa'da "sınır" algısını yumuşatmak fena olmaz. Kontroller tümden kalkmayabilir, fakat sistematik olmak zorunda da değil. 

Kuzey'in "tanınma" arzusu, dağları boyayarak veya aşırı sınır kontrolleri ile değil, kurumsal diyaloglarla mesafe alır ancak. 

Çözüme ve diyaloğa açık olma algısı Kuzey'de daha etkin, Güney'in tanınma fobisi kadar katı değil. Bu yüzden göze batan tavırlardan uzak durmak uluslararası algılanmada yardımcı olabilir. 

*Avrupa Parlamentosu'nda faaliyet gösteren Yeşiller Partisi'nin siyasî danışmanı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder