Popüler Yayınlar

26 Nisan 2013 Cuma

1915: Türkiye ne yapabilir? (2)

Soykırım kavramı birçok ülke için bir Demokles kılıcı. Bu kelime ile yaftalanmanın gerçekten de korkutucu bir yanı var. Özellikle milliyetçi bir ideolojiye yatkınsanız, soykırım yapmış bir ülke olmanın sizi tarihin ikinci sınıf milletlerinden biri yaptığını düşünmemeniz mümkün değil.

Sanki dünya ‘milletleri’ arasında bir manevi güzellik yarışı var ve soykırım yapmış olmak bir ‘milleti’ telafisi olmayan biçimde tarihin karanlık sayfalarına göndermekte. Oysa Birleşmiş Milletler’in geçerli olan soykırım tanımını veri alacaksak, etrafta soykırım uygulamamış ‘millet’ bulma şansımızın çok az olduğunu görmekte yarar var.

Gerçekler acımasız: Eşitsiz güçlerin karşı karşıya olduğu her durumda, eşit güçlerin çatışmasında ise taraflardan birinin göreceli gücü belirli bir zaman ve mekan aralığında ele geçirdiğinde, ‘güçlü’ taraf diğerine soykırım girişiminde bulunmakta fazla tereddüt etmiyor.

Diğer yandan soykırım suçlamasının bir Demokles kılıcı olmasının ana nedeni, bu kavramın belirli bir tarihsel örneğin ardından üretilmesi ve hiçbir başka örneğin o olayın vahametiyle mukayese edilemeyecek olması. Nazi rejiminin Yahudilere ve Romanlara karşı uyguladığı sistematik kitlesel katliamın bir benzeri gerçekten de mevcut değil.

Yok etme işlemini bir mühendislik stratejisine oturtmuş, insani duyarlılığı ise tamamen denklem dışına çıkarmış başka örnek yok. Ne var ki elde tek bir kelime var ve tanımın genişliği de veri olunca, irili ufaklı her yok etme çabası ‘soykırım’ olarak adlandırılabiliyor.

Dahası katliama uğrayanlar da, kendilerine yapılanların görünür olmasını sağlamak ve mağduriyetlerine siyasi destek bulmayı kolaylaştırmak üzere, başlarına gelenin mutlaka ‘soykırım’ olarak görülmesini istiyorlar.

Ancak burada herhalde mağdurları kınayacak halde değiliz… Hele faillerin yaptıklarıyla yüzleşmekten kaçındıkları durumlarda, mağdurların kendi başlarına geleni olabildiğince keskinleştirme gayretleri sadece insani bir ihtiyaç olarak görülebilir.

Bu gözlemler Türkiye’nin niçin yıllardır aynı noktada tıkanıp kaldığını ve geçen sürede derinleşen bir psikolojik balçığa saplandığını anlatıyor. Bir yandan son derece haklı olarak Almanya’ya benzetilmek istemiyoruz… 1918’in millet meclisindeki tartışmalar, o dönemin yargı süreci ve medyada yayınlanan hatırat bile bunu kanıtlamaya yeterli.

Bırakalım milleti veya devleti, hükümetin, hatta İttihatçıların bile tümünü kapsamayan, ancak Teşkilat-ı Mahsusa ve yereldeki oportünist işbirlikçiler sayesinde yürütülmüş bir ‘siyasetten’ bahsediyoruz.

Ayrıca bu ‘temizlik’ hareketinin Almanya’dakinin aksine ırkçı bir ideolojik zemine oturmadığını, yok etmekten ziyade ‘azaltma’ hedefinin güdüldüğünü, ‘Türk milliyetçiliğinin’ bir servet devşirme fırsatçılığına kabuk yapıldığını biliyoruz.

Bütün bunlar Ermenilerin yaşadıklarını ve bu yaşananların onlar için anlamını değiştirmiyor. Ama Türkiye’ye bir fırsat sunuyor: Tarihe açık yüreklilikle bakmak ve bu sayede olanı kabul ederken yapılanı da Nazi örneğinden uzaklaştırmak.

Ama Türkiye bunu yapmadığı gibi, on yıllarca ‘asıl onlar bizi kesti’ veya ‘zaten ihanet etmişlerdi’ türünden sadece Türkiye’deki bazı eksik bilgili kişilere hitap edebilecek, ama dünya karşısında kendisini küçük düşüren bir söylem izledi.

Bu durum Ermeni diasporasının ‘soykırımı’ bayrak yapmasıyla sonuçlandı, çünkü doğal olarak şunu söylediler: “Türkiye’nin devam eden reddiyesi yapılan eylemin bilinçli olduğunun nişanesidir ve bu da yapılanın soykırım olduğunu ispatlar.”

Bütün bunlar olurken Türkiye, soykırım kavramını kullanmama aklını da gösteremedi. Bu kavramı anlamlı bulmadığını ve kullanmayacağını deklare ederek en azından 1915 için farklı bir dil üretilmesini belki sağlayabilirdi.

Ama nasıl bir akılsa, dünyada halen yaşanan her türlü katliam ‘soykırım’ olarak adlandırıldı. Ne var ki Bosna, Açe, Hocalı soykırım ise 1915’in soykırım olmama ihtimali yok…

Resmî ideoloji ve resmî vatandaşlık kimliği aslında Türkiye halkını entelektüel olarak iğdiş etmiş durumda. Yaşadıklarını daha 1918 yılında bile bütün teferruatıyla konuşabilen bir toplum, bunca yılı hafızasını yitirmiş halde, devletin ona verdiği ideolojik bastonla yürüyebilen bir engelli gibi geçirdi.

Toplumun kendi hayatı devletin dış politikasına malzeme olurken, hafızası da milliyetçi bir hukuk anlayışına çerez yapıldı. Şimdi bu yaşanmışlığın ve hafızanın topluma iade zamanı…

Türkiye’nin yapması gereken ilk iş bu… Başkaları istiyor diye değil. Kendi ruh sağlığına kavuşmak ve ‘millet’ olmak için.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder