Popüler Yayınlar

22 Nisan 2013 Pazartesi

İNANÇ VE SİNEMA

Vaktiyle bir köşe yazarımız, belki de son derece iyi ve samimi bir niyetle, inançlı insanların gazetecilik yapamayacağını yazmıştı.

Kendince gerekçelendirmişti de; inançlı insan gazetecilik yapamazdı, çünkü gazeteciliğin kökeninde abartma vardı.

Yapamazdı; zira hakikati çarpıtmadan vermek zorunda kalacaklardı ve bu da gazeteciliğin ruhuna aykırıydı vs.. O dönemde de belirtmiştim, sevgili yazar dar projeksiyondan dolayı, başta kendi gazetesi olmak üzere en fazla Türk medyasından yola çıkarak koymuştu mesleğin ilkelerini.

Oysa bu işin evrensel kuralları ile inancın kuralları arasında bırakınız çatışmayı, büyük paralellikler vardır. Evrensel gazeteciliğin ilk kuralı ‘dürüst olmak’ ise, inanç bu kaideye hiç de uzak değil, hatta zorunluluktu. Manipülasyon, asparagas, sansasyon hem inanca hem de gazeteciliğin evrensel ilkelerine uzak şeylerdi.

    Yakın zamanda benzeri bir mental yaklaşımı, bu sefer pek de iyi olmayan bir niyetle sinema için söyleyenler çıktı. Üstelik sinema ile ilgili bir meslek kuruluşunun başında olan bir yazar, inançlı kesimin sinema yapamayacağı, işin tabiatına ters olduğu türünden akla ziyan ifadelerde bulunan bir dizi yazı kaleme aldı.

Baştan sona eksik, önyargılı ve ne yazık ki bilgisizce karalanmış yazılar sonrasında bir de röportaj yapıldı kendisiyle. Orada da benzer şeyler serdettiler. Bu kadarla yetinmediler üstelik.

Akademik kökenli olduğunu sonradan öğrendiğimiz başka bir yazar, işin içine televizyonculuk ve dizi sektörünü de kattı.

Ne tür bir bilgisizlik ve cehaletle hareket ettiklerini göremeyecek kadar gözü kararmış bu zihniyet şöyle diyordu mesela: “Sanatın ‘bozguncu’ ruhuna hiç ama hiç gelemeyecek ‘mutlaklar’ var.

Tartışılıp sorgulanamayacak (kutsal) düşünce, tutum ve davranışlar; sergilenemeyecek (yasak) konular, ilişkiler, edimler (eşcinsellik, argo, içki, vb.).”

    İlk etapta yakışıklı ve haklı gibi görünen bu argümanlar elbette ne sanatla ne de sinemayla ilgili olabilir. Bir kere genelde sanat, özelde sinema ‘ne’yin değil, ‘nasıl’ın meselesidir. Aslolan ne anlattığınız değildir, nasıl anlattığınızdır.

    Baştan sona bir zihinsel fukaralık manzumesi olan bu yaklaşımın sahipleri, belli ki analizini yaptıkları kavram ve kitlelerle ilgili klişeler ve önyargılar dışında en ufak bir malumata ve derinliğe sahip değillerdi.

    Dindar ve muhafazakâr kitle olarak kocaman bir parantezin içine hapsedilmek istenen paydanın referansları hakkında fikir sahibi olunmadan girişilen bu üstenci yaftalamanın niyet kısmını bir kenara bırakacak olursak, İslam’ın meseleye bakışıyla ilgili teorik ve pratik okumadan uzak bir perişaniyetten bahsetmek mümkün.

         Sinema ‘nasıl’ ile ilgili bir şeydir. Anlattığınız ne olursa olsun, esas mesele nasıl anlattığınızdır. Bunun için de, referans metin olarak kutsal kaynaklara bakmak ve çok genel bir okuma yapmak bile yeterlidir.

Sözgelimi bilgisiz ve önyargılı yazarların iddia ettiği gibi, kutsal metinlerde ‘kötülük, aşk, cinayet ve hatta eşcinselliğin’ olmadığını söylemek mümkün değildir.

Üstelik daha üst bir şemsiyesi vardır kutsal kitabın, ‘Kuru ve yaş ne ararsanız apaçık bir kitapta vardır.’ ifadesiyle sınır kaldırılmıştır.

    Kavm-i Lut’u da anlatır kitap, Habil ile Kabil’in hikâyesini de, Hz. Yusuf’un kıssasını da. Şeytandan daha kötü bir karakter olabilir mi? Peki siz bana bir metin gösterin ki Kur’an-ı Kerim’den daha muazzam ve detaylı tasvir etmiştir şeytanı?

    Bu güruhun kastettiği şey, tasvir ve anlatım şekli ise belki haklı olabilirler. Evet, inanç batılı tasvire izin vermez ama sinemada tam da budur. Sanatın muazzam anlatım gücünü kullanarak derdini anlatmaktır.

İnanç ve dindarlık ile sanatın çatışması bir tarafa, sıkıntılı her türlü anlatımda, en büyük alan ve çözüm anahtarı sanattır.

Angelopoulas’ın dediği gibi, sinema; bırakınız yapılamayacak bir sanat olmayı, dünyanın kurtarılması için kullanılabilecek en önemli araçlardan biridir inanç için.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder