Popüler Yayınlar

26 Nisan 2013 Cuma

27 Nisan: Demokrasinin direkten döndüğü gün

22 Nisan 2013 / CEMAL A. KALYONCU
Seçilmiş meşru iktidara kurulmuş kumpaslardan biri de 27 Nisan bildirisiydi. Bir sürecin temel taşlarından olan bildiri, ilk defa bir hükümetin karşı koyması ile savuşturuldu. 3 savcılık dolaşan 27 Nisan dosyası ise şimdi Genelkurmay Askeri Savcılığı’nda…
Bir gazetenin Ankara temsilcisi, o günün akşamında, ikidir, makam aracıyla Genelkurmay Karargâhı’nın önünden geçme ihtiyacı hissetmişti. Karargâhta ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu.

Onun öncesinde savunma muhabirini görevlendirmiş ancak bir netice elde edememişti.

Kendisi de emekli asker olan Ankara temsilcisini tedirgin eden, haber kaynağından gelen “Genelkurmay’daki çalışmaların bitmediği, komuta katındaki ışıkların yandığı ve bir çalışmanın olduğu” bilgisiydi. Muvazzaf devre arkadaşları da bu bilgiyi teyit ediyordu:

“Komutanın karargâhta olduğunu ve çalıştığını belirttiler.”

Kaynakları, komutanın bir bildiri yayımlayacağını da ifade ediyorlardı. Türkiye Gazetesi Ankara Temsilcisi Nuri Elibol, o gece kuvvetle muhtemel Karargâh kaynaklı bir hareketlenmenin olacağını düşünüyordu.

27 Nisan e-bildirisi, o akşam, gece yarısına az bir süre kala böyle çıkmıştı ortaya. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın haberdar olur olmaz bildiriye ilk tepkisi ise, yakın çevresinden öğrendiğimize göre, “Gerekirse tankların üzerine çıkarım.” şeklinde olmuştu.

Sadece 27 Nisan’da değil, Ankara o günlerde sürekli istim üzerindeydi zaten. AK Parti cephesinde, o süreçteki bütün beyanatlar, ortalıkta dolaşan rivayetler partinin ve Erdoğan’ın şahsını hedef alan ağır bir psikolojik harbin parçası olarak görülüyordu.

Hatta Başbakan’ın o zamanki danışmanlarından birinin ifadesine göre kâbus, gerginlik o boyutta idi ki, Hitchcock filmi gibi bir şeydi.’ Ona göre bir tarafta gözünü karartmış başbakan, diğer tarafta korkutmak için giderek gerilimi tırmandıran stratejisiyle diğer ‘taraf’ vardı.

O dönemde ciddiye alınmayacak şeyler değildi bunlar. “Çünkü Başbakan’ın siyasi hayatına ve canına kasteden şeyler vardı.” Bütün gerilimlerin hedefindeki Başbakan, bu yüzden olacak, meydan konuşmalarında ‘kefen’ kelimelerini eksik etmiyordu.

Erdoğan, Darbe Araştırma Komisyonu’nda o sürecin gerilimini şu sözlerle dışa vurmuştu: “2007 yılında 16 Nisan’da adaylık başvurularının başlamasıyla start alan Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşanan olaylar, Türk demokrasi tarihine hem utanç hem de ibret vesikası olarak kazınmıştır.”





Peki, o günlere nasıl mı gelinmişti? Eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu; Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanı seçilmesi sırasında hiç aranmayan bir ‘hukuk’ icat etmiş, Meclis’te 367 milletvekilinin bulunmasının şart olduğunu ortaya atmıştı.

Kanadoğlu’nun 28 Aralık 2006’da heybesinden çıkardığı fikrin amacı, 16 Mayıs 2007 tarihinde görev süresi dolacak Cumhurbaşkanı Sezer’in yerine Köşk’e çıkacak yeni ismin ‘karşı taraftan biri’ olmasını engellemekti.


2007’de olacakların şifresi

Kanadoğlu’nun icadı, barikatlardan sadece biriydi. Sürecin başlangıcını biraz daha geriye, 17 Mayıs 2006’da, Türkiye’de kaos oluşturmak üzere Danıştay’a yapılan saldırıya kadar götürmek de mümkündü.

Ondan bir iki hafta daha geriye, mayıs ayı başına geri döndüğümüzde, 2007 yılı dâhil, yaşanacakların ipucu apaçık ortadaydı neredeyse.

Orada ne mi olmuştu? İlhan Selçuk, 2006 yılının mayıs ayı başında, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le bir görüşme yapmış ve 8 Mayıs 2006 tarihli imzasız başyazısını o görüşmeye ayırmıştı.

Köşede, dikkatli gözler tarafından kayıt altına alındığında, Türkiye’nin geleceğine dair çok net ipuçları vardı. Selçuk, aynen şunları yazmıştı: “2007’ye doğru Türkiye Cumhuriyeti büyük bir sınav yaşayacak ve gerilimden geçecek gibi görünüyor.”

Ancak, Ertuğrul Özkök, Selçuk’un yazısının yeterince dikkat çekmediğini düşünmüş olacak ki, bir gün sonra yazıyı Hürriyet’teki gündemine taşıyacaktı: “Cumhurbaşkanı Sezer, Erdoğan veya Arınç’ın Çankaya’ya çıkmasının önünü kesecek bazı girişimlerde mi bulunacak? (…)

Cumhurbaşkanı Sezer ile İlhan Selçuk’un baş başa görüşmesinde nelerin konuşulduğunu doğrusu çok merak ediyorum. AKP kanadına tavsiyem şu: İlhan Selçuk’un dünkü yazısını ve benim bugünkü yazımı kesip bir kenara koysunlar. O üstü kapalı sözlerin şifreleri, 2007 Mayıs’ına yaklaşıldıkça tek tek açılacak.”

Bu yazı kadar isabetli başka bir yazı var mıydı süreçle ilgili, bilmiyoruz. Ama 27 Nisan bildirisi ile muhtıraya dönüşen o süreçte, Selçuk ve Özkök’ün bahsettiğinden azı değil fazlası yaşanmıştı.



‘Son kale’ Cumhurbaşkanlığı’nın da ‘kaptırılmaması’ içindi bütün bunlar. Ana muhalefet partisi CHP’nin lideri Deniz Baykal da, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bir yıl önce başlatmıştı kampanyasını.

Görünürde, cumhurbaşkanı adayı olacak kişinin eşinin başörtüsü, yani yaşam tarzı üzerine kurulmuştu kampanya. Çankaya’ya AK Partili birinin, özellikle de Erdoğan, Gül ve Arınç üçlüsünden birinin çıkmaması içindi bütün bunlar. Bir sonraki adımda hedef, AK Parti’yi kapatmak olacaktı.

Erdoğan’ın aynı danışmanına göre Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi siyasi kâbus yılıydı. Bunun çeşitli sacayakları vardı: “Birisi siyasi ayağı, öbürü sokak ayağıydı, diğeri ise işe adli unsurları da katan bir ayaktı. Sonrasında hazırlığı yapılmakta olan kapatma davası vardı. Bütün bunlar biraz da ona aslında zemin hazırlayan nitelik taşıyorlardı.”

Sokağa baktığımızda 16 Mayıs’taki Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD), 2 Nisan’da İzmir’de Bayrak Mitingi tertiplemişti.



Üniversiteler de bu sürecin hizmetine amade idi. Mitingden bir gün sonra, Fatih Hilmioğlu’nun rektör olduğu İnönü Üniversitesi, öğrenciler ADD’nin Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Ankara’da düzenleyeceği mitinge katılabilsin diye sınavları erteleme kararı almıştı.

Baykal ise patenti Kanadoğlu’nda olan 367 fikrini sahiplenerek, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu sayıya erişilmemesi hâlinde Anayasa Mahkemesi’ne gideceklerini söylüyordu.

10 Nisan’daki MGK’da Cumhurbaşkanı Sezer, gündem dışı mevzu gündeme getirip, ‘irticai akımların güçlendiğine’ vurgu yapma ihtiyacı hissetmişti nedense. Taşlar döşeniyordu anlaşılan. Hudson Enstitüsü Türkiye uzmanı Zeyno Baran’ı da unutmamak gerekiyordu.

Baran’ın, Newsweek Dergisi’nde, 2006’nın son günlerinde çıkan makalesine göre “Türkiye’de 2007’de darbe olma şansı yüzde 50.” idi. 



O süreçte yeni çıkmaya başlamış Nokta Dergisi, 5 Nisan tarihli sayısında, Genelkurmay’ın 2004 yılında sivil toplum kuruluşları ile ilgili yaptığı ‘işbirliği’ planını kapağına taşımıştı.

Dergi, karanlık odakların sivil görünümlü eylemlerini deşifre ediyordu. O dönemde sadece tertipleyenlerin bildiği sır, Genelkurmay’ın, daha sonra 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdiği belgelerle deşifre olacaktı: Bindirilmiş kıtalarla yapılan Cumhuriyet Mitingleri, doğal ‘halk hareketi’ değildi.

Nokta Dergisi, bu tarihî ifşaatının bedelini 13 Nisan’da baskına uğrayıp, ardından kapatılmakla ödeyecekti.
Ve 12 Nisan’da Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, Karargâh’ta düzenlediği basın açıklamasında, henüz belli olmayan cumhurbaşkanı adayı veya adaylarına karşı Türkiye’yi geren o meşhur çıkışını yapmıştı:

“Cumhurbaşkanı, cumhuriyete sözde değil, özde bağlı olmalı.”

16 Nisan’da başlayacak Cumhurbaşkanlığı adaylık süreci yaklaştıkça, askerin sonuç alma isteği depreşiyordu anlaşılan. Büyükanıt’ın konuşmasından iki gün sonra, ADD’nin Ankara Tandoğan’da Cumhuriyet Mitingi vardı. Mitingin sloganı da hiç şaşırtıcı değildi: “Çankaya laiktir, laik kalacak.”

Aynı gün Cumhurbaşkanı Sezer, Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmada ‘rejimin hiçbir dönem bu kadar tehdit altında olmadığı’ vurgusuyla, rolünü yerine getiriyordu. Yine o günlerde, bugün Ergenekon’dan yargılanan Şener Eruygur, ‘muhatabı algılarsa, yeni mitinglere gerek kalmaz’ diyerek, tehditvari uyarıyordu.

Bu arada merkez sağda da DYP ve ANAP liderleri Mehmet Ağar ile Erkan Mumcu, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortak hareket edeceklerini duyuruyordu kamuoyuna. Hatta Mumcu, istediği anayasa değişikliklerinin olması şartıyla AK Parti’ye destek de verecekti.

Psikolojik harp açıklamaları

19 Nisan’a gelindiğinde Malatya’da Zirve Yayınevi’nden sansasyonel bir haber geldi. Biri Alman 3 Hıristiyan boğazları kesilerek katledilmişti. Zirve Katliamı olarak görülen dava, sonraki süreçte Ergenekon soruşturması kapsamına alınacaktı.

Aynı gün Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, tekrar konuşma ihtiyacı hissederek, 12 Nisan’daki açıklamasına vurgu yapıp “Türk toplumu mesajını aldı. Anlamayanın algılama sorunu vardır.” diyecekti. Cumhurbaşkanlığı seçim takviminin sona yaklaşması sebebiyle AK Parti üzerindeki baskı artıyordu.

22 Nisan’da Ersönmez Yarbay, AK Parti’den ilk cumhurbaşkanı adayı olarak ortaya çıktı. Başbakan Erdoğan ise 24 Nisan 2007’de, AK Parti’nin cumhurbaşkanı adayını Abdullah Gül olarak açıkladı. Seçim takvimi ilerliyordu.

27 Nisan Cuma günü, ilk tur seçimleri yapılacaktı. Ağar, daha öncekinin aksine Genel Kurul’a girmeme kararı aldıklarını açıkladığında saat 14’ü gösteriyordu. Mumcu ise saat 15’i beklemişti, Meclis’e girmeme kararını açıklamak için. Parti merkezinde bazı milletvekillerinin odalarda kilitlendiği bile gündeme gelmişti.

Ağar ve Mumcu’nun Cumhurbaşkanlığı seçimlerine neden katılmadıkları hep merak edildi. Eski genelkurmay başkanlarından devreye girenlerin olduğu söylendi sürekli. Sonraki günlerde mahkemelere ulaşan veya Ergenekon sanıklarından elde edilen bazı bilgi-belge ve dokümanlar, bu karanlık süreçlere de ışık tutacaktı.

Mesela Ergenekon sanığı emekli Albay Levent Göktaş’ın ofisinde ele geçirilen 51 No’lu DVD’de yer alan ve Genelkurmay İstihbarat Şube Müdürü Albay Turgut Ak imzalı ‘gizli’ ibareli belgede, o dönem Kara Kuvvetleri Komutanı olan İlker Başbuğ’un, danışmanı Nuran Yıldız’ı parti liderlerine göndererek seçim sürecini yönettiği öne sürülüyordu.

CHP, DYP ve ANAP’a Meclis’e girmemeleri yönünde talimat verildiği anlaşılan belgede, Başbuğ’un, ANAP lideri Mumcu’ya “Anayasa Mahkemesi ile konuştuk, AKP’yi kapatacaklar. Erdoğan, Gül ya da Arınç’tan biri seçilirse TSK müdahale edecek. Yeni oluşum sözü veriyoruz.” mesajı ilettiği anlatılıyordu. Mumcu ise Yıldız ile böyle bir görüşme yapmadığını savunacaktı.

CHP, DYP ve ANAP’ın katılmadığı ilk tur oylamada 361 milletvekili genel kurula geldi. 3 oy geçersiz, bir de boş oy vardı. Sabih Kanadoğlu’nun göle çaldığı maya tutmuştu. Baykal da sonuçları Anayasa Mahkemesi’ne götürdü, aynı gün.

Başbakan Erdoğan, yıllar sonra, iktidarda kendisini en çok etkileyen iki olaydan birinin 367 olayı olduğunu söyleyecekti. Diğeri de ‘411 el kaosa kalktı hadisesiydi. Hürriyet gazetesi, başörtüsüne üniversitelerde serbesti getiren değişikliğe onay veren 411 milletvekili için uygun görmüştü bu manşeti.
27 Nisan 2007 günü böylesi bir gündemle sona erecekti.

Fakat başta gazetelerin Ankara temsilcileri ile savunma muhabirleri bir hareketlilik içinde idi.

Kimi önceden almıştı bilgiyi.
Türkiye Gazetesi Ankara Temsilcisi emekli asker Nuri Elibol, muvazzaf devre arkadaşlarından edindiği bilgi ışığında Başbakan’ın siyasi danışmanlarına ulaştı önce: “Onlara ‘komutanlar ayrılmamışlar, çalışıyorlarmış, ben buradan bir açıklama bekliyorum‘ dedim.”

“Sizin bir bilginiz, haberiniz var mı?” diye de sorar muhataplarına. Hayır, onlar bilgi sahibi değildir. Bunun üzerine Elibol, “Genelkurmay’da akşam saat 8’den sonra kimse bulunmaz.

Ama burada hâlâ bir çalışma devam ediyor. Ve ayrıca buradaki haber kaynaklarım komutanın bir bildiri yayımlayacağını filan söylüyorlar.” diye ilave eder.

Aldığı cevap, “Eğer böyle bir şey olsa bunu gündüz saatlerinde, gazeteler baskıya girmeden yaparlardı.” olur.

27 Nisan gecesinin Başbakan ve çalışma ekibi açısından ise sıra dışı olan tek yanı vardır.

O da erken sayılabilecek bir saatte, gece 11’de istirahata çekilmiş olmalarıdır.

Normalde 1’den evvel eve girmeyen Başbakan’ın, çoğu tekzip edilmiş ve malzeme olarak Kutlu Doğum Haftası faaliyetlerini konu alan 27 Nisan e-bildirisinden, internete konmadan da birkaç dakika önce haberi olmuştur.

Partiden ve hükümetten konuşması gerekenlerle konuşur. Abdullah Gül onlardan biridir. Erdoğan, bu telefon trafiğinin ardından istirahate çekilir. Şimdi Kültür Bakanı olan Başbakan’ın danışmanlığını yapmış Ömer Çelik’in söylediğine göre, Erdoğan ile Gül, “sonu idam olsa bile bildiriye direnme” kararı almıştır.

Erdoğan’a göre, bildiri içerik olarak askerin haddini aştığını gösterse de muhtıra değildir. Bildirinin hedef bakanlarından olan Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik bildiriden sonra Büyükanıt ile görüşür. Büyükanıt, bildiriyi ‘muhtıra’ diye savunmayınca o da muhtıra demekten vazgeçer.

Siyaset bilimci Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne ise “Hükümet, 27 Nisan e-bildirisinde yer alan tehditlere karşı koydu ve talepleri yerine getirmedi. Muhtıra olamadığı için muhtıra tabirini kullanmıyor.” diyor.

Fakat medyanın gözünde olay bir muhtıraydı. AK Parti kurmaylarına göre medyanın olayı muhtıraya dönüştürmesi de oyunun bir parçası idi.

Medya, korku efekti katmaya başlamıştı bildiriye. Askerin istediği de buydu zaten. Başbakan Erdoğan’ın talimatıyla, AK Parti kurmayları cevabi metni hazırlamak üzere Dışişleri Konutu’nda bir araya gelmişti.

İlk katılımcılar arasında Abdullah Gül, Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Hüseyin Çelik, Ömer Çelik, Ali Babacan gibi isimleri saymak mümkündü. Ömer Çelik, bir açıklamada, Dışişleri Konutu’na araçların girip çıkmasına rağmen basından kimsenin o civarda bulunmamasını “Ankara’da herkes darbeyi satın almıştı.” diye yorumlamıştı.

28 Nisan bir milat

Erdoğan o gece Büyükanıt’a ulaşmaya çalıştı. Ulaşamayınca da üstelemedi. Sabah başbakanlık konutunda çalışmalar devam etti. 7–8 civarında ismin katılımı ile asıl metin çalışmaları gerçekleşti.

Zamanla bu sayı 15-20’ye kadar yükseldi. Başbakan, nihayetinde metni heyete hem cümle cümle okudu hem de metin üzerinde nihai müdahalelerini yaptı.

Akif Beki tarafından bilgisayarda oluşturulan metnin kamuoyu ile ne şekilde paylaşılacağı da istişare ile belirlendi. ‘Çocukla çocuk olmayalım’ diyen de, Genelkurmay internet üzerinden verdi biz de aynı yolla cevaplayalım’ diyen de vardı.

Hatta parti adına cevap verilsin görüşü gündeme geldiyse de bunlar ısrarla dillendirilen görüşler değildi. Sonunda hükümet adına cevap verilmesi karlaştırıldı. Ve saat 15.15’te Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Türk siyasi tarihinde ilk olacak cevap metni ile kamuoyunun karşısına çıktı.

Bu arada, hükümetin karşı bildirisine rağmen, medya kendi havasında idi. Siyasi iktidarın dik duruşu hiç dikkate alınmamıştı. Oktay Ekşi’den Ertuğrul Özkök’e, Yılmaz Özdil’den Tufan Türenç’e hepsi bildik düşünce kalıplarından şaşmıyordu.

Hepsi de askerin tavrının demokratik bir ülkeye yakışır olduğuna inançlarını koruyordu, nedense. Yılmaz Özdil Sabah’taki yazısında “Hâlâ deniyor ki, bundan sonraki adım ne olur? Bundan sonraki adım, tank olur. Gücüm var diye dayatırsan, gücü olan sana dayatır.” diyebiliyordu.

Emin Çölaşan, güya halka tercüman oluyordu: “Asker devreye girdi; 27 Nisan sürecini başlatıp milyonlarca insanımızı rahatlattı.” “Anayasa Mahkemesi 367 kararını onaylamazsa ülke çatışmaya gider.” diyen, Deniz Baykal’dan başkası değildi.

Türenç’e, bugün için neler düşündüğüne dair birkaç soru yöneltecektik ama geri dönüş yapmamayı yeğleyenlerdendi; tıpkı eski ODTÜ Rektörü Ural Akbulut gibi. İlker Başbuğ’un gayriresmî iletişim danışmanına adı çıkan imaj ve iletişim hocası Doç Dr. Nuran Yıldız ise cevap vermişti ama hiçbir medyaya görüş vermediğini belirtmek için.

Hâlbuki Başbakan Erdoğan’ın, Darbe Komisyonu’na söylediği “27 Nisan bildirisi sonrasında yaşananlar, Türkiye’de samimi ve kararlı bir sivil irade bulunması hâlinde, demokrasiye yönelik tehlikelerin demokratik sistemin kendi dinamikleri ile bertaraf edilebileceğini göstermiştir.” sözleri bir gerçeğe işaret ediyordu.

27 Nisan bildirisini ekranlarda ilk duyuran gazeteci Metehan Demir, karşı cevabın da hükümetin en önemli icraatı olduğunu söylüyordu.

“Bana sorarsanız da Başbakan 27 Nisan’ı benden öğrendi derim. Akşam saat 8–8.30 dolaylarında hem basın müşaviri olan Akif Beki’yi hem de siyasi danışmanını aradım. ‘Böyle bir duyum aldım, sizin haberiniz var mı?’ dediğimde, ‘Haberimiz yok.’ dediler.

Herhâlde Akif Beki de dönüp ilgililerle paylaşmıştır.” diye o günü anlatan Nuri Elibol, hükümetin cevabını şöyle değerlendiriyordu: “Eğer karşı cevap verilmeseydi bugün ne Ergenekon ne Balyoz soruşturmasını yapabilirdik. Ne de Türkiye’deki değişim dönüşümü gerçekleştirebilirdik.

O çıkışın tarihî bir milat olduğunu düşünüyorum.” Türköne’ye göre de “27 Nisan, 28 Şubat mantığını takip eden bir vesayet hamlesiydi. Hükümetin karşı cevabıyla, askerin siyasetteki mevcudiyetinin şişirilmiş bir balon olduğu ortaya çıktı. Bu yüzden önemli bir dönüm noktası.”

27 Nisan bildirisi konusunda pek konuşmayan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 27 Nisan benzeri olayların eski Türkiye’de, geçmişte kaldığını söylüyordu.

Muhtıra veya bildiri bitti ise de 28 Nisan’da hükümetin verdiği karşı cevaba rağmen vesayetçi güçler geri çekilmemişti aslında. 27 Nisan’dan sonra da bu eylemleri hız kesmemişti. 29 Nisan’da ADD’nin Çağlayan’daki Cumhuriyet Mitingi’nin ardından mayıs ayında Manisa, Çanakkale ve İzmir mitingleri tertiplenmişti. 


Meydanlarda bunlar olurken Anayasa Mahkemesi 1 Mayıs’ta CHP’nin başvurusunu kabul etti; böylece 367 efsanesi gerçek oldu. Bu vesileyle yenilenen Cumhurbaşkanlığı seçimi ilk turunda 367 şartı sağlanamayınca Gül, adaylıktan çekildi. Bu şartlar altında tıkanan Meclis’te AK Parti, 22 Temmuz 2007 tarihini erken seçim günü olarak belirledi.

Genelkurmay Başkanlığı’nın İrtica ile Mücadele Eylem Planı davasına bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdiği belgelerde gün yüzüne çıkan bilgilere göre, TSK, 27 Nisan ve sonrasında da faaliyetlerine hiç ara vermemişti. 


O yılın haziran ayında, hükümetin sınır ötesi operasyon için gerekli tezkereyi uzatıp uzatmayacağı tartışmaları yapılırken 8 Haziran 2007 gecesi, Genelkurmay’ın internet sitesine bir açıklama konuldu. Açıklamanın içeriği şaşırtıcı idi. O sıralarda meydana gelen terör hadiseleri kullanılmak isteniyor ve açıklamada “TSK’nın beklentisi; terör olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksi göstermesidir.” deniliyordu.

Yeni hedef AK Parti’yi kapatmak

 
Mesajı alanlar da 7 Temmuz’da Ankara Tandoğan’da ‘Teröre Karşı Birlik Mitingi’nde buluştu. Tuncay Özkan gibi isim yapmış ulusalcıların bu mitingle hedefi yine AK Parti hükümetiydi. Çünkü daha cumhurbaşkanı seçimi gerçekleşmiş değildi. Belgelerde, o süreçte gerçekleştirilen mitingler analize tabi tutularak terör ile Cumhuriyet Mitingleri kıyaslanıyordu. Sonuç, Cumhuriyet Mitingleri kadar parlak değildi. Kitleler miting için örgütlendirilememişti.


ADD, ÇYDD (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği), Sivil Toplum Kuruluşları Birliği, Tüm Öğretim Üyeleri Derneği, Emekli Subaylar Derneği gibi 50’en fazla kitle örgütü Cumhuriyet Mitingleri başta olmak üzere organizasyonlarda hep başrollerde oldu bu dönemde. Bu arada, 12 Haziran’da, Ümraniye’de bir gecekonduya yapılan operasyonla Ergenekon diye adlandırılacak dev yapıyla ilgili ipin ucundan tutulacaktı, yine o günlerde.


22 Temmuz seçimlerinde AK Parti yüzde 46,7 ile tekrar iktidar oldu. CHP yüzde 20,8 ve MHP de yüzde 14,3 ile Meclis’e girdi. Uğruna Türkiye’nin bir yılı heba edilen, barikatlar kurulan Cumhurbaşkanlığı koltuğuna, MHP’nin de Meclis’e girmesiyle üçüncü tur oylamada Abdullah Gül oturdu. 


Erdoğan da yeni kabinesini kurmuş ve böylece zorlu bir süreç geride kalmış düşünülüyordu. Ancak bu sefer başka bir hadise ile Türkiye gündemi meşgul edilecekti. Hedefte AK Parti’yi kapatma davası vardı.


Yeni döneme komutanlar Cumhurbaşkanı Gül’ü protesto ederek başladılar, yemin töreni ve davetlerine katılmadılar. Katılsa da tavırlarını hep koydular.
Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra ara vermeden belirli çevrelerde AK Parti’yi kapatma davası konuşulmaya başlanmıştı. 


Prof. Dr. Erhan Nalçacı, “Kanımızın son damlasına kadar savunacağız”, Türkan Saylan, “Bu ülkede bizim istemediğimiz bir şeyin olması mümkün değildir”, Ulusal Sanayici ve İşadamları (USİAD) Genel Sekreteri Birol Başaran, “Hukuk dışına çıkılacak günler geliyor.” 

Ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, hazırladığı iddianameyi 14 Mart 2008’de Anayasa Mahkemesi’ne sundu. AK Parti ‘laikliğe aykırı fiillerin odağı’ hâline gelmişti Başsavcı’ya göre. Ya da 51 No’lu DVD’deki iddia gerçeğe dönüşecekti.


Tüm Türkiye hatta dünyanın gözü kulağı Anayasa Mahkemesi’nin kararına kilitlenmişti. 30 Temmuz 2008’de açıklanan Mahkeme’nin kararına göre, 6 ‘evet’e karşı 5 oyla AK Parti kapatılmaktan kurtulmuştu. Nitelikli çoğunluk bulunamamıştı ve suçlusu da bu değişikliği gerçekleştiren Bülent Ecevit’ti.
Fakat süreçlere hep bir yenisi ekleniyordu. 


Taraf gazetesinin 12 Haziran 2009 tarihinde yayımladığı İrtica ile Mücadele Eylem Planı, aktörlerin ne kadar aktif olduklarının da göstergesi idi aslında. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile başlamamıştı süreç. 

Özden Örnek günlükleri başta olmak üzere ortaya çıkan belgeler de bunu gösteriyordu. Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven ve Balyoz darbe planları son 10 yılda Türkiye’nin ne tür badireler atlattığının da belgeleri idi. 

Ve nihayet 12 Eylül 2010’daki referandum sonuçları, darbe yapanların artık yargılanabileceğine işaret ediyordu. Kenan Evren, Çevik Bir, İlker Başbuğ, yargı önünde dertlerini anlatmakla meşguldü. 

Referandumdan bir sene önce, 2009’da katıldığı bir TV programında 27 Nisan bildirisini ‘ben yazdım ve hazırladığım için pişman değilim’ diyen eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın, Başbakan Erdoğan’ın, ‘27 Nisan bir muhtıra değil’ açıklamasına dört elle sarılması başka nasıl açıklanabilir ki! 

Adalet Platformu Başkanı Adem Çevik’in yaptığı suç duyurusu üzerine başlatılan soruşturmada, suç mahalli Ankara olduğu gerekçesiyle görevsizlik kararı verildi. Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Kemal Çetin de dosyayı ‘görevsizlik kararıyla’ Genelkurmay Askerî Savcılığı’na gönderdi. Dosya şimdi Askerî Savcı Mustafa Başer’in elinde ve açık…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder