Popüler Yayınlar

21 Nisan 2013 Pazar

Türkiye’nin ‘YENİ ANAYASA’ ihtiyacı

21 Nisan 2013


Friedrich A. Hayek, hukuk devletinin “hukukî değil siyasî bir ideal” olduğunu savunagelmişti.

Buna benzer bir hükmü anayasa meselesiyle ilgili olarak da verebiliriz: Anayasa hukukî olmaktan önce siyasî bir belgedir; dolayısıyla anayasa yapmak da esas olarak hukukî değil, siyasî bir işlevdir.

Anayasa öncelikle siyasî bir belgedir, çünkü anayasayla bir toplum kendisini tanımlar (veya yeniden tanımlar) ve belli ilkeler ve tercihlere dayalı siyasî bir birlik olarak kurar (veya yeniden kurar).

Kendisini (yeniden-) tanımlama ve kurma iradesini gösteren her toplum elbette bu kuruluşun çerçevesini belirleyen anayasasını da yapmaya ehildir.

Bu demektir ki, bir kolektif karar meselesi olarak anayasa-yapımı en temel demokratik işlevdir.

Başka bir anlatımla, anayasa yapmak toplumun kendisini siyasî bir özne olarak inşa etmesi ve tanımlanmış bir alan dahilinde faaliyet gösterecek bir koruma ve hizmet örgütü olarak devleti kurması anlamına gelir.

Bu da anayasanın, toplumun kendi siyasî kararından, kısaca “toplumun iradesi”nden türemesini gerektirir.

Böylece anayasa toplumun devletin statüsünü belirlediği, onun yetkisinin sınırlarını çizdiği bir “yetki beratı” olmaktadır.

Öte yandan, liberal anayasacılık felsefesi açısından anayasa yapmak devlet iktidarını sınırlayan ve onun kötüye kullanılmasını önleyecek güvenceleri içeren yazılı bir çerçeve inşa etmek demektir.

Bu nedenle, sadece devletin teşkilât şemasını (veya “yetki haritası”nı) gösteren, ama onu (insan hakları ve hukuk devleti güvenceleri ile denetim ve denge mekanizmalarıyla) sınırlamayan bir belgeye sahici anlamda anayasa denemez.

Devlet iktidarını sınırlamanın ilkeleri ile kurumsal araç ve mekanizmaları da üç aşağı beş yukarı bellidir. Bunlar insan haklarının, yatay ve dikey kuvvetler ayrılığı ile diğer denetim ve denge araçlarının, yargı bağımsızlığı öncelikli olmak üzere hukukun üstünlüğünün anayasallaştırılması olarak özetlenebilir.

ANAYASANIN TOPLUM TARAFINDAN İNŞASI

Anayasanın bu şekilde hem “liberal” hem de “demokratik” bir başarı olarak ortaya çıkması işin özü olmakla beraber, elbette her toplumun içinde bulunduğu özel şartlar o toplumun anayasa-yapımına daha başka işlevler veya roller de yüklemesini gerektirebilir.

Toplumsal-kültürel çeşitliliğin barışçı bir şekilde idamesinin gereklerine, bu arada ulusal azınlıklar ve/veya etnik-kültürel grupların kimlik ve hak taleplerine cevap verme arayışının bunlar arasında şüphesiz öncelikli bir yeri vardır.

Böylece, anayasa-yapımı işlevsel açıdan “liberal”, öznesinin toplumun kendisi olması açısından ise “demokratik” bir görevdir.

Türkiye toplumu Cumhuriyet'in başından bu yana kendi özgür iradesiyle bir anayasa yapma şansına ne yazık ki hiç sahip olmadı.

Cumhuriyetin anayasaları ya darbe ürünü olarak ya da bir şekilde olağandışı şartların eseri olarak ortaya çıktılar.

Nitekim, bunlar ne demokratik anlamda ne de liberal anlamda anayasa idiler. “Demokratik” anayasa değildiler; çünkü hem toplumun iradesinden türememiş, tam aksine başını askerî bürokrasinin çektiği devlet elitlerince topluma dayatılmışlardı hem de -1924 Anayasası kısmen bir yana bırakılırsa- demokratik-temsilî kurumları devletçi bürokrasinin vesayeti altına koymuşlardı.

“Liberal” anlamda anayasa değildiler, çünkü 1961 ve 1982 anayasaları “Devlet”i değil fakat esas olarak seçilmiş iktidarları sınırlıyorlardı.

1924 Anayasası'na gelince, o kâğıt üstünde “çoğunlukçu baskı”ya açık kapı bırakmıştı, ama sisteme fiilen sivil-askerî bürokratik ittifak hakimdi.

Bugün Türkiye yeni bir anayasa yapmanın eşiğinde bulunuyor. Bu bağlamda “yeni” sıfatını yukarıda işaret ettiğim “yeniden-tanımlama” ve “yeniden-kurma” terimleriyle paralel anlamda kullanıyorum.

Yani, kastettiğim, eski anayasanın yerine herhangi bir yenisini geçirmek değil; siyasî birlik tasavvurumuzu sahiden yenilemek, kendimizi yeni ihtiyaçlara göre yeni baştan kurmaktır.

Türkiye'nin çoktandır böyle bir yenilenmeye ihtiyacı vardı, içine girdiğimiz Kürt sorununun çözüm süreci bu ihtiyacı daha da acil hale getirmiştir.

Son haftalarda bu sorunun çözümü konusunda iyimserliği artıran gelişmelerin art arda gelmesi fevkalâde sevindiricidir.

Bu bağlamda, Kürt sorununun çözümünü Türkiye'nin sahiden yenilenmesinin ve genel olarak özgürleşip demokratikleşmesinin bir vesilesi haline getirmemiz pekâlâ mümkündür.

Açıktır ki, Kürt sorununun çözümü, en başta siyasî kimliğimizi ve siyasî birliğe üyeliği yeniden tanımlamamızı zorunlu kılmaktadır.

Eski Türkçü-milliyetçi, tekilci ve birlikçi, dayatmacı, merkeziyetçi ve hiyerarşik toplumsal-siyasî tasavvurun yerini etnik-kültürel bakımdan tarafsız, çoğulcu, özgürlükçü, adem-i merkeziyetçi ve eşitlikçi tasavvurun alması gerekmektedir.

Önümüzdeki sürecin bu yeni ilkelerin anayasallaştırılmasına hizmet etmesi beklenir. Öte yandan, eğer gerçekleşirse Kürt sorununun çözülmesi de, yani sırf çözümün kendisi özgürleşme ve demokratikleşmemize hizmet edecektir.

Dört yıl kadar evvel “Bizi Kürtler özgürleştirecek” diye yazarken de kastettiğim buydu. Çünkü, Kürt sorununun çözümü, her şeyden önce, devletin özgürlüklerimizi bir de bu sorunu bahane ederek budamasına son verecek.

Ayrıca, açıktır ki, Kürt sorunu sadece PKK'ya silâh bıraktırmakla çözülmez, çözülemez; bunun için aynı zamanda siyasî birliğin yeniden tanımlanması ve devlet teşkilâtının siyasî-idarî bakımdan adem-i merkezileştirilmesi yanında, sivil özgürlüklerin takviyesine ve kültürel hakların tanınmasına da ihtiyaç vardır.

Kısaca, Türkiye toplumu temelinde 12 Eylül zihniyetinin yattığı halihazırdaki anayasal-hukuki statükoyla daha uzun süre devam edemez.

Sadece Kürt sorunundan kaynaklanan toplumsal barışı tesis etme ihtiyacı değil, genel olarak daha hür ve müreffeh bir toplum haline gelme özlemi de Türkiye toplumunun ayaklarındaki zincirden, yani anayasası başta olmak üzere bütün bir “12 Eylül hukuku”ndan kurtulmasını gerektirmektedir.

Ancak bu tasfiye işlemiyle birlikte yürüyecek bir süreçledir ki, anayasadan başlayarak bütün bir hukuk sistemimizi sahiden yenileyebiliriz.

*Prof. Dr., İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi

1 yorum:

  1. Ulkenin sorunu Kurt-Turk sorunu diye ikiye indirgenerek herhangi bir sosyo-politiko-ekonomik cozume ulasilamaz. Cunku ulkenin gercegi Osmanli mirasi 72.5 millete mensup 77.5 milyonun kimliklerini belirleyecek 260+ birbirinden bagimsiz anayasaya ihtiyaci oldugudur. Nerden cikti bu 260+ derseniz derim ki yururlukteki anayasa 7 milyon nufuslu Isvicre'nin birbirinden bagimsiz 26 anayasasinda duzmece degil mi? Eh 77.5 milyona 260 az bile. 72.5 millete mensup 77.5 milyonu yeniden devsirmeye kalkismak akletmezliktir, zulumdur, zulmun devamidir. Boyle bir ortamda "Kurtler" diye adlandirdiginiz hayali toplumun da en az 52 birbirinden bagimsiz anayasayla gercek kimlik belirlemesi gerekir, sizin adlandirdiginiz gibi hayali toplum kimligi degil.

    Bakiniz : https://www.google.com/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=4&cad=rja&ved=0CEoQFjAD&url=http%3A%2F%2Fen.wikipedia.org%2Fwiki%2FImagined_communities&ei=rE90UeTxLtCYiAeh8oDwAQ&usg=AFQjCNEdNYC2AJAva2IjSJJMIJ2XeExD8A&sig2=BaBbzBkyiytDWVzNz7Wbig&bvm=bv.45512109,d.aGc

    YanıtlaSil