Popüler Yayınlar

11 Nisan 2013 Perşembe

Selçuklu Osmanlı sentezini aşmak

6 Nisan 2013

Mimari mirasımızın, günümüz çağdaş Türk mimarisine oldukça ağır bir yük getirdiği kabul edilmesi gereken bir gerçektir. 

Öyle ki, mimarimiz, ne reddimiras yapıp kendi ayakları üstünde durabilmiş, ne de bu mirasa tam manasıyla sahip çıkıp, geliştirilebilmiştir.

Zaten 1800'lerden beri Batılılaşma sürecinin belki de en acımasız olarak etkilediği alanların başında gelmiştir. Kısacası Türk mimarisinin, ecdat ile bağı, kör bir bıçakla kesilmiş, yaralar doğru dürüst kabuk bağlayamamış, kemikler de yanlış kaynamıştır.

Sorgulamadan Batı mimarisine özenmenin aşındırıcı etkileri de olmuştur. Örnek olarak ilk akla gelen, birkaç kuşak Balyan Ailesi'nin mimarı olduğu şatafatlı binalardır.

Çoğunluğu saray ve kasırlardan oluşan bu binaların dışında barok türü süslemeler camilerde dahi kendini göstermiştir.

Koskoca yüzyılda mimari üretim Avrupa'da ne varsa aynısının taklidi şeklinde gelişmiştir. Bu kadar pahalı ve gereksiz süslü binalar yüzünden Osmanlı Devleti 1872'de Sarkis Balyan'a borçlarına karşılık Boğaz'daki adayı hediye etmiştir.

Sonları çeşitli sebeplerle el değiştirmiş, kömür deposu, Şirket-i Hayriye vapurlarının yakıt deposu olmuştur. 1957 yılında 150TL'ye Galatasaray satın almıştır, Sarkis Adası denilen bu yeri.

Barok mimari örnekleme furyası, 1908-1930 arasındaki “Birinci Millî Mimari Akım”a yerini bırakmıştır. Örnek: Vakıf Hanları, Beşiktaş İskelesi, Büyük Postane, Ziraat Bankası, Bebek ve Bostancı camileri...

Bu akım, hem yerel hem de klasik Osmanlı yapılarında yer alan mimari öğelere ve süslemelere önem vermiş, “Neoklasik Türk Üslubu” diye de adlandırılmıştır.

Genelde kamu yapılarında uygulandığından “Osmanlı Canlandırmacılığı” olarak da adlandırılır. Sonra Erken Cumhuriyet Dönemi Modernizm'i damgasını vurmuştur.

Örneğin, Ankara Garı, Florya Köşkü gibi binalar. Daha sonra 1940-50 arasında İkinci Milli Mimari Akımı ortaya çıkmıştır. “Yeni yöreselcilik” de denen bu akımda, cephelerde kesme taş kullanılmış, süsleme öğelerine daha az başvurulmuştur.

Örneğin, İstanbul Radyoevi, Anıtkabir, İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Ankara Opera Sahnesi gibi binalar...

Sonunda Kocatepe Camii bir dönüm noktası olmuştur. 1957'de yarışmayla elde edildiği ve sonra inşaatı başladığı halde, temelleri dinamitlenmiş ve 1967'de şimdiki cami ortaya çıkmıştır.

Altında da çok büyük bir mağaza bulunmaktadır. Klasik tür Osmanlı cami planında, yüzlerce metrekarelik tek mekânlı AVM bulunur ya, o yüzden!

Bazı mimarlar, dinamitlerin, sadece binanın temellerine değil, Özgün Türk cami mimarisine konulduğunu iddia etmektedirler. Çok tartışılabilecek bir konu olsa dahi, sonuçta “çağdaş millî mimari”nin özgünleşmesini baltalayan bir karardır.

Ankara'nın simgesi olacak bir cami kazanmak yerine, klasik Osmanlı cami tipinin betonarme bir kopyası ortaya çıkmıştır. Altmış yıl sonra yine Çamlıca'da aynısı yapılmaktadır.

Sedad Hakkı Eldem, Turgut Cansever, Seyfi Arkan gibi bazı mimarların, bazı çalışmaları varsa bile, bunların “millî” bir mimari ortaya konmasında tek başlarına yeterli olduğu söylenemez.

İstanbul Hilton, Kızılay Emek İşhanı, İstanbul Belediyesi, Ceylan Otel İstanbul,  İMÇ ve AKM İstanbul gibi örnekler kendilerine has olsalar dahi “uluslararası akım”ın ilk etkilerindendir.

Bruno Taut “Her millî mimari fenadır fakat her iyi mimari millîdir.” gibi düşündürücü bir söylemi olan bir mimardır. 1936'da İstanbul'a gelmiş ve ne yazık çok faydalı olamamış 1938 yılında vefat etmiştir.

Edirnekapı Şehitliği'nde yatan tek gayrimüslimdir. Türkiye'den önce 1933'te gittiği Japonya'da Uluslararası Mimarlar Birliği'nden şeref madalyası alır.

Ki her gün Boğaziçi Köprüsü'nden geçerken Ortaköy ayağına yakın kuzeydeki bayırda gördüğünüz, kiremit çatılı, Uzakdoğu esintileri gösteren bina, kendi tasarladığı evidir.

1930'lara kadar etkin olan “milliyetçi mimari” akımlar unutulmuş gibidir.  Şimdi ise artık geri dönülmez şehircilik yanlışları ile örülmüş, depremlerin bile durduramadığı bir sonsuz, sınırsız yapılaşmaya doğru evrilen çevre ile kuşatılmış durumdayız.

Soru: Şehrinizde, etrafınızı saran apartmanları çıkardığınızda çağdaş mimari örneği olarak elinizde ne kalmaktadır? (Apartmanlar iyi örnekler değil kötü olduğu için çıkartılıyor.)

Kısaca apartmansız şehrinizde, tarihi olmayan, tasarlanmış, estetik ve örnek olacak, simge sayılabilecek kimlikli binalarımız var mı?

Camiler, okullar kamu binaları tip projeler mi? Ya da Milli Mimari Akımlar'daki bazı inceliklerden bile faydalanmamış, “çiğ” halleri değerli olmaktan öte her yönü ile “dekor” oldukları belli bazı kamu binaları mı bunlar?

Kuşadası'na bakalım. İmar yanlışlıklarının arka arkaya sıralandığı, mimari açıdan artık kaybedilmiş bir alan olan bu beldenin sadece adliye binasını incelemek bile yeterlidir.

1900'lerin başındaki bir mimari endişe ile elde edilmiş akımların yanında ne kadar değersiz kaldığı, ne varsa konulmuş, estetikten ve oransallıktan uzak hali gözler önündedir.

Rengârenk, hangi süsün, hangi geometrik ifadenin neden konduğunun anlaşılmadığı, bir ağırlığı olmayan ve tabii karman çorman bir bina…

Mimaride “millî perspektif”in İkinci Dünya Savaşı öncesi mimari kimlik ve kavram arayışlarının içinde var olması garipsenmez.

Bu savaş, sadece siyasi sınırları değil milletleri de derinden etkilemiştir. O günlerin üstünden çok zaman geçmiştir ama ülkemizde hâlâ ideal bina tasarımı için “Osmanlı-Selçuklu kırması” şartının arandığını görmek mümkündür.

Basit bir “kimlik problemi” teşhisinden öte geçen bu durumu oluşturan, “kırma”nın ne olduğunu, ne gibi öğeler içerdiğini ne kadar bilimsel mimarlık tarihi verileri ile ulaşıldığını anlamak mümkün değildir.

Mimar Sinan'ın milletimizin dimağında mimari denince akla gelen, duygusal bir temizlik, saflık ve estetik arzunun isimlendirilmiş hali olduğunu da kabul etmek gerekir. “Mimar Sinan'dan sonra bu millet bir yüce mimar daha yetiştirememiştir” üzüntüsü hâkimdir.

Bunun sıkıntısını içinde hisseden her kişi, ecdadına yaraşır işler çıksın diye yeni yapılan tüm binaların bir şekilde Osmanlı'ya ve daha eskiye Selçuklu'ya bağlanarak kimliklendirilmesine çalışmaktadır.

Bazı yazarların iddia ettiği gibi bu çabalar bir muhafazakârlık göstergesi değildir. Muhafazakâr olmayanların da böyle bir genel kimlik problemi olduğu örneklerle görülmüştür.

Bu problem kemikleşme yolunda hızla ilerlemektedir. Tasarlanmamış birbirinin aynısı projeleri hem de ecdadın adını alarak garip süslerle donatıp meşru bir zemine oturtmaya çalışılmak yanlıştır.

Her ne kadar güçlü bir siyasi erke sahip olunsa bile kimsenin “Biz böyle düşündük, böyle seviyoruz ve böyle olacak” diye diretip, ecdadın değerleri bir kalemde harcaması uygun değildir.

Milletin hak ettiği çağdaş ve özgün mimariye sahip binaları esirgemenin sebebi nedir?

Yrd. Doç. Dr., Mimar, Zirve Üniversitesi

 http://www.zaman.com.tr/yorum_selcuklu-osmanli-sentezini-asmak_2074588.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder