2 Mart 2013
ÖMER TAŞGETIREN*
Suriye'de
rejim karşıtı gösterilerin başlamasından bu yana Birleşmiş Milletler ve
uluslararası toplumun Suriye'deki insani krizi durduracak bir tavır
geliştirememesi haklı olarak yeniden “BM Güvenlik Konseyi'nin reformu”
meselesini gündeme taşıdı.
Bu çerçevede, çeşitli vesilelerle, Konsey'in daha temsili ve her şeyden önce, insani trajedilere etkin biçimde cevap verebilecek bir yapıya kavuşturulması gerektiğinin altını çizdiler.
Bu arada Batılı ülkeler de Suriye trajedisinin faturasını Güvenlik Konseyi'nin veto yetkisine sahip daimi iki üyesi Çin ve Rusya ile Suriye'nin bölgedeki müttefiki İran'a kesti.
Bu kesilen fatura, aynı zamanda, önce, liberal demokrasilerin dış politikalarında daha insani bir yaklaşım sergilediği, liberal demokrasi modelinden uzaklaşan devletlerin ise ahlaki prensiplerden de uzaklaşarak “milli çıkar” kavramı ekseninde düşündüğü argümanıyla buluştu, sonra da dünyadaki kötülüklerin yeterince Batı gibi olmamaktan kaynakladığını iddia eden “muzafferiyetçi” Batı diskuruna eklemlendi.
Oysa liberal demokrasilerin de dış politika konusundaki sicilleri o kadar parlak değil. Batılı ülkeler 1990'larda Ruanda'da ve Bosna'da yaşanan katliamlara seyirci kaldılar.
Ruanda'da binlerce insan öldürülürken ABD Başkanı Bill Clinton “milli çıkar”ları gerektirmediği sürece Amerika'nın Somali sonrası yeniden bir Afrika macerasına girişmeyeceğini söylüyordu.
Bosna'da savaşta binlerce insan öldükten, ve Srebrenica gibi bir katliam gerçekleştikten sonra Amerika liderliğinde NATO güçleri harekete geçti. Amerikan dış politikası halen Filistin - İsrail meselesinde dünya kamuoyunun karşısında yer alan bir çizgi izlemeye devam ediyor ve sorunun çözümüne bir katkı sağlamıyor.
Bunun dışında meşruiyeti sorunlu 2. Irak savaşı, teröre karşı mücadelede yapılan insan hakları ihlalleri, liberal demokrasilerin dış politikalarında daha üst ahlaki ideallere bağlı oldukları düşüncesinin altını oyuyor ve realist siyaset geleneğinin ahlak ve siyaseti birbirinden ayıran dış politika anlayışının pek de liberal demokrasilere yabancı olmadığını ortaya koyuyor.
İnsani krizlere müdahale etmekte insanlığın, daha teknik tabirle “uluslararası toplum”un aciz kalması aslında daha genel bir sorunun tezahürlerinden sadece birisi. Bu genel sorun da karşı karşıya kaldığımız sorunlarla başa çıkacak ahlaki kaynaklardan yoksun olmamız.
Yaşanan her büyük savaş, her büyük trajedi, her haksız yere ölen insan bir “ahlak krizi” olgusunu gündeme getirir ve belki daha ötesi yüzümüze çarpar. Geriye büyük bir yıkım bırakan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve yukarıda bahsedilen katliamlar karşısında insanlığın kayıtsızlığı da temelde ahlaki sorunun ürünüdür ve bütün bunlara şahit olup ta bir şeyleri değiştirmeye çalışmayan insanların ahlak anlayışları hakkında bir şeyler söyler.
Nazilerin yaptıkları katliamlar nasıl Batılı entelektüelleri daha insani bir düzen kurma noktasında arayışlara itmişse, ve BM'nin kuruluşunda da nasıl İkinci Dünya Savaşı'nın oluşturduğu külli çöküşü yeniden tekrar etmeme motivasyonu yatıyorsa, aynı şekilde bütün bu insani trajedilerin de bir ahlaki özeleştiriye götürmesi ve neyin nerede yanlış gittiğini insanlara düşündürtmesi gerekir.
Kuruluşundaki tüm idealist beklentilere rağmen BM'nin insani krizlere cevap vermedeki yetersizliği de aslında, üye devletlerin eski siyasi alışkanlıklarına devam etmeleri ve milli çıkar düşüncesine sıkı sıkıya bağlanıp gerektiğinde uluslararası sorumluluklarına sırt çevirmeyi meşru bir eylem olarak görmeleridir.
Sadece barış ve güvenlik alanında değil, BM'nin ekonomik kalkınma, yoksullukla mücadele, çevreyi koruma ve sürdürülebilir kalkınma gibi alanlarda gerçekleştirmeye çalıştığı bütün idealist projeler de, ancak milli çıkar düşüncesi aşıldığı ve bireylerin kendi ülkelerinin dışında yaşayan insanların da menfaatlerini düşünme sorumluluğunda olduğunu kabul ettiği zaman gerçekleşebilir.
Böyle bir şey kabul edilmediği sürece, uluslarası toplumun ne güvenlik ve barışı sağlama alanında ne de yukarıda belirtilen problemlerin çözümü konusunda mesafe kaydedeceğini söylemek zordur.
Örnek olarak, BM'in yaymaya çalıştığı, “gelecek kuşakların kendi ihtiyaçlarını karşılama kapasitesine zarar vermeden günümüz kuşağının ihtiyaçlarını karşılayabilmesi” olarak tanımlanan “sürdürülebilir kalkınma” ideali, insanların aynı zamanda yaşadıkları diğer insanlar bir yana, hayatları boyunca hiç bir zaman varlıklarından bile haberdar olmayacakları gelecek kuşakların menfaatlerini düşünmelerini talep etmektedir.
İNSANLARI AHLAKA MOTİVE ETMEK
İnsanlar, kendi yaşadıkları toplumdaki sorunları dikkate almaları için zorlandığında bile, kapitalist toplumlarda sosyal sınıflar arasında nasıl kavgaların (mülkiyetin yeniden dağıtılması, kişisel özgürlüğe müdahale gibi konular açısından) çıktığını göz önüne alırsak, insanların gelecek kuşakların menfaatine zarar vermeyecek bir hayat tarzını benimsemeleri için nasıl olup ta motive edilebilecekleri merak konusudur.
Bu argüman, sınır tanımayan ve sorumlusu kim olursa olsun insanların tümünü etkileyen çevresel problemler için de geçerlidir. Ya da BM'nin Barış Koruma Gücü bu bağlamda düşünülebilir. İnsanların dünyanın herhangi bir yerindeki barış koruma hareketine katılabilmesi ve gerekirse bu konuda ciddi fedakârlık yapabilmesi için ahlaki ufkunun ulus devlet parametrelerinden daha geniş olması gerekir.
Bütün bu konularda ilerleme, ancak insanlar hem kendi sınırlarının ötesindeki insanların menfaatlerini hem de gelecek kuşakların refahını düşündüğü zaman mümkün olabilir. Yaşadığımız zamanların bireyci kültürü ve milli çıkarı temel alan siyaset anlayışıyla ise bu konularda ne kadar mesafe katedilebileceği tartışma konusudur.
Bu çerçevede, BM Güvenlik Konseyi'nin reformu ve BM'in idealize ettiği değerlerin nasıl gerçekleştirileceği çerçevesinde yapılan tartışmalar mevcut normatif ahlak algılarımızı da tartışmaya açmak zorundadır. BM'in dünya sorunlarıyla ilgili olarak idealize ettiği değerler gerçekleşecekse bu, ancak, toplumların ve siyasetçilerin ahlak anlayışlarının da reforme edilmesiyle mümkün olacaktır.
Daha evrensel bakış açısına sahip ve başkalarına olan sorumluluğumuza vurgu yapan ahlaki normlarımız olmayacaksa, uluslararası toplumun sorun çözme kapasitesine dair beklentilerimizi artırmanın ya da BM'in sürekli neden bazı temel konularda başarısız olduğundan şikayet etmenin bir anlamı da kalmıyor. Karşılaşılan ciddi sorunlar konusundaki kayıtsızlığın anlattığı, insanlığın ahlaki standartlarındaki aşınmanın boyutlarıdır. Geleceğe kafa yoranlar bu alanı reforme etmenin yollarını aramakla işe başlamalı.
*Georgia Eyalet Üniversitesi, Doktora