Popüler Yayınlar

SAYIŞTAY KANUNU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SAYIŞTAY KANUNU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Nisan 2013 Cumartesi

Kamu Yönetimi Temel Kanunu'na ne oldu? [ Yorum - Eser Karakaş ]

21 Ağustos 2009
2003, 2004, 2005 seneleri önce Türkiye, sonra da AK Parti için çok parıltılı seneler oldu. AB sürecinde atılan adımlar, çıkarılan yasalar, gerçekleştirilen hukuk reformları, kamu maliyesinde seneler sonra sağlanan mali disiplin, yüksek iktisadi büyüme oranları, AB ile müzakere sürecinin açılması Türkiye için gerçekten çok önemli idiler. 

Bu süreçte atılan ama eksik kalan adımlar, girişimler de oldu; bunların başında kanımca "Kamu yönetiminin temel ilkeleri ve yeniden yapılandırılması hakkında kanun" ve "Sayıştay Kanunu" geliyorlar. Bu arada din-devlet ilişkilerinde, yurttaşlık hukuku alanında hiç atılamayan adımlar da oldu ama bugün bu konulara hiç girmeyeceğiz.

DEMOKRATİK AÇILIM, YASAL GİRİŞİMLERLE DESTEKLENMELİ
 
Sayıştay Kanunu da, bilebildiğim kadarıyla, 2005 senesinden günümüze TBMM komisyonlarında bekliyor; geçtiğimiz günlerde Hükümet Sözcüsü Sayın Cemil Çiçek bu yasa tasarısının adını bir kez daha andı ama sonra arkası nasıl gelecek doğrusu bilemiyorum.

1967 tarihli yürürlükteki Sayıştay Kanunu'nu değiştirmek Türkiye'nin demokratikleşmesi, daha etkin bir mali sistem, daha demokratik bir denetim mekanizması için gerçekten çok önemli; unutulmaması gereken temel gerçek Sayıştay'ın denetim mekanizmasını TBMM adına işleten bir yüksek yargı organı olduğu ama mevcut yasa çerçevesinde bu denetim işlevini AB standartlarında gerçekleştirememesi.

Temennimiz Sayıştay yasasının en kısa sürede yasalaşması ve böylece TBMM adına denetim yetkisini kullanan Sayıştay'ın kamunun her türlü harcamasını ve taşınmazlarını AB standartlarında denetleyebilmesi.

Gelelim bugün ele almak istediğimiz konuya yani kamunun "Kamu yönetimi temel reformu yasa tasarısı" adıyla bildiği yasa tasarısına. Yasa tasarısı 2003 senesinde hazırlanmış, olgunlaşmış bir tasarı; tasarının mimarı olarak da dönemin Başbakanlık Müsteşarı, günümüzün Sosyal Güvenlik Bakanı Sayın Ömer Dinçer biliniyor.

Yasa tasarısı 2004 senesinde yani AK Parti'nin büyük atılımlar gerçekleştirdiği bir dönemde TBMM'ye indiriliyor, komisyonlardan geçiyor ve Genel Kurul'da kabul ediliyor.

Anayasa'mız gereği yasa tasarısı TBMM'de kabul edildikten sonra Çankaya'ya gitti ve dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer önüne gelen tasarının 22 maddesini 2004 senesinin Ağustos ayının ilk günlerinde veto etti ve yasayı geri gönderdi.

Buraya kadar işler çok normal gözüküyor, AK Parti 2003, 2004 senelerinin o atılım döneminde gerçekten parlak bir yasa tasarısını TBMM'den geçiriyor; her türlü çağdaş atılıma takoz koymayı görev addeden, Türkiye'ye tarihinin yegane Nobel'ini getiren Orhan Pamuk'u tebrik etme görevini yapmayan, bu devlet nezaketini dahi gösteremeyen Sezer bu çağdaş yasayı da veto ediyor, hiç şaşırmıyorum.

Ancak, bundan sonraki gelişmeler yukarıdaki süreç kadar gözüme normal görünmüyor. Sezer'in veto ettiği yasa 2004-2005 yasama yılında ve daha sonraki yasama yıllarında bir daha nedense hiç gündeme gelemiyor ve bendeniz de bu sürece hiç akıl erdiremiyorum.

Kelimesine bile dokunulmadan tasarı tekrar TBMM'den geçirilip Çankaya'ya bir kez daha gönderilebilir ve böylece Sezer'in veto yetkisi aşılmış olurdu. Orijinal biçimiyle yasalaşabilecek "Kamu yönetimi temel reformu yasası"nın Sezer ya da CHP tarafından Anayasa Mahkemesi'ne taşınma ihtimali yüzde yüze yakın idi, buna kuşku yok ama Anayasa Mahkemesi'nin yasayı Anayasa'ya aykırı bulma ihtimalini düşünerek bu yolu denememeyi de anlamakta zorlanıyorum; zira her türlü yasanın, her demokratik atılımın Anayasa Mahkemesi'nden dönme ihtimali zaten mevcut.

367 meselesi, Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişikliğin Anayasa'nın değişmez maddelerine aykırı görülmesi Anayasa Mahkemesi'nin zaten bilinen tavrının ex-post kanıtları oldu ama bu nedenle de yasaları sümenaltına atmayı anlamak kolay değil. Kamu yönetimi yasa tasarısından tam beş senedir (Ağustos 2004-Ağustos 2009) haber yok.

Bu yazıyı bugün yazmamın nedeni ise siyasal iktidarın başlattığı "Kürt açılımı" ya da "demokratik açılım" çerçevesinde 2004 Ağustos ayından günümüze sümenaltında kalan "Kamu yönetimi temel ilkeleri ve yeniden yapılandırılması hakkında kanun"un taşıdığı büyük önem.

Doğrudur, süreç ABD'nin Irak'tan çekilmesi nedeniyle hızlanmıştır, kısa vadede taktik çalışmalar, mesela kampların boşaltılması, genel af gibi konular ön plana çıkabilir ama orta vadede "demokratik açılım" mutlaka anayasal, yasal girişimlerle desteklenmek zorundadır.

Anayasa'nın dibacesinin değiştirilmesi, 66. maddenin metinden tümüyle çıkarılması belki yapılması gereken ilk işler; ancak süreç mutlaka Türkiye'nin idari yapısının, merkezi karar alma süreçlerinin gözden geçirilmesi ile devam etmek zorundadır.

Ülkemizin idari yapısının temel karar alma mekanizmalarının ve kamu hizmeti üretim yöntemlerinin gözden geçirilmesinin, yeniden yapılandırılmasının "Kürt ya da demokrasi açılımı" ile ilişkisi de ancak çok dolaylıdır.

2010'lu, 2020'li senelerde Türkiye'nin fakirlik çemberini kırması, çok daha yüksek ve kalıcı büyüme oranlarını yakalaması idari tercihlerinde temel değişiklikler gerektirmektedir; bu değişikliklerin de merkeziyetçi karar alma yöntemlerinden daha adem-i merkeziyetçi karar alma yöntemlerine doğru evrilme olduğunu iktisatçılar, siyaset bilimciler çok iyi bilmektedirler.

AMERİKA'YI KEŞFE GEREK YOK, ELİMİZDE TASARI MEVCUT
 
Anayasa'nın 7. maddesinde yapılacak küçük bir değişiklikle başlayacak, yerel yönetim vergilerinin yasallığının il genel meclislerine bırakılacağı bir süreç muhtemelen daha etkin ve daha demokratik bir ekonomi ve mali yönetim için ilk adım olacaktır.

2004 senesinde TBMM'den geçen ama Sezer'in tutucu devlet anlayışına takılan "Kamu yönetimi temel ilkeleri ve yeniden yapılandırılması yasa tasarısı" ise sürecin devamının olmaz ise olmazı niteliğinde görünmektedir. Amerika'yı yeniden keşfe gerek yoktur, elimizde iyi hazırlanmış bir tasarı mevcuttur, Sezer de artık Çankaya'da değildir; Anayasa Mahkemesi'ni de bir engel olarak görmemek gerekebilir; zira bu konuda şimdilik yapacak bir şey de pek yoktur.

Eski Cumhurbaşkanı Sezer'e yönelik neden bu kadar eleştirel ifadeler kullandığımı merak edenlerin Sezer'in söz konusu yasayı veto gerekçelerine bakmaları yeterli olabilir kanısındayım. "Kürt ya da demokrasi açılımı" çerçevesinde söz konusu yasayı yeniden TBMM gündemine getirmenin tam zamanıdır.
e.karakas@zaman.com.tr

26 Nisan 2013 Cuma

Sayıştay Kanunu 2010 - Aktütün 2010 [ Yorum - Eser Karakaş ]

20 Ocak 2011


Batı ülkelerinin sayıştay yasaları ile bizimkisi arasındaki temel fark, başka ülkelerin yasaları bazı kamu harcamalarına farklı muamele göstermiyor, istisnalar tanımıyor, meselenin sadece özünü, demokratik özünü ve etkinlik koşullarını tanımlıyor.

 Yeni Sayıştay Kanunu bende Erich Maria Remarque'ın ünlü romanının ismini çağrıştırdı: Batı cephesinde yeni bir şey yok.

Sayıştay hukuku kolay bir alan değil; hatta meslekten bu konularda çalışmış insanlar için bile. Meselenin çok çetrefil, detaylı teknik dalları, zorlukları mevcut; ancak, bir de meselenin çok daha çetrefil, çok daha karmaşık bir siyasi boyutu da var zira, nihai analizde Sayıştay vatandaşın vergilerinin nerelere, nasıl harcandığının hukuki ve etkinlik denetimini yapan bir kurum.

Bu son konu doğal olarak Sayıştay'ı demokratik bir ülkenin, bir hukuk devletinin en önemli kurumlarından biri haline getiriyor zira akçeli konular yine nihai analizde tüm ilişkilerin en çok saydamlaştığı, erkler arasındaki ilişkilerinin en kristalize olduğu alan.

Hâlâ tüm detaylarıyla nedenleri aydınlatılamamış bir Sayıştay arşivi yangını geçirmiş bir ülkeyiz; ve doğal olarak bu konu da ülkemizde "klase" edilmiş konuların başında gelir. Sayıştay yangını 2000 tarihlidir ve dava 2008 senesinde zamanaşımına uğramıştır.

Tam zamanlı bir gazeteci olsam yapacağım ilk iş, konusuna bile bakmadan bu "yalnız ve güzel" ülkemizde zamanaşımına konu olmuş dosyaların peşine düşerdim; sadece zamanaşımına uğramış dosyaları bir karıştırın, bakın altından neler neler çıkacaktır.

Örnek mi istiyorsunuz? Mesela Sayıştay yangını, İstanbul Üniversitesi 16 Mart katliamı, Kemal Türkler cinayeti vs. Tüm bu zamanaşımı dosyaları bu konularla tam gün ilgilenecek gazetecileri kutsal devletimizin karanlık koridorlarında ilginç gezilere sürükleyecektir; ama, aman dikkat etsinler, koridorlar karanlık ve rutubetli, sağlıklarından olmasınlar.

Sayıştay yangınında yanan giden, kül olan dosyaların da 1993-1998 gibi ülkemizin en karanlık, en pis döneminin dosyaları olması muhtemelen sadece bir tesadüftür deyip, geçelim.

Gelelim ana konumuza, Sayıştay hukukuna; Sayıştay hukukumuzun en üst normu herhalde Anayasa'mızın 160. maddesi ve bu madde Sayıştay'ın işleyişini, görev alanını, işlevlerini tanımlıyor.

Anayasa'mızın 160. maddesinin bugünkü şekline, yani 2004 senesindeki değişiklik sonrasına benim kişisel olarak bir itirazım pek yok; 2004 öncesine ciddi itirazlarım vardı, 2004 Mayıs ayında yapılan değişiklik, bu sakıncayı anayasal anlamda tamamen ortadan kaldırdı diyorum ama şimdi kullandığım "anayasal anlamda" ifadesine bir mim koyun, buraya hemen döneceğim.

1982 Anayasası'nın 160. maddesinin (Sayıştay) son paragrafı aynen aşağıdaki gibi idi:

"Silahlı Kuvvetler elinde bulunan Devlet mallarının Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlenmesi usulleri, Milli Savunma hizmetlerinin gerektirdiği gizlilik esaslarına uygun olarak kanunla düzenlenir."

2004 senesinde siyasi irade, AB reformlarının getirdiği rüzgârı ve talepleri de arkasına alarak, 160. maddeden bu paragrafı tamamen kaldırdı; bu siyasi iradeden, yani bu berbat paragrafın anayasa hukukumuzdan atılmasından anlamamız gereken, aynı siyasi iradenin bundan (2004) sonra Silahlı Kuvvetler elinde bulunan devlet mallarının denetiminde gizlilik esasını kaldıracağı ya da başka bir ifadeyle tüm kamu harcamaları ve devlet mallarının denetlenmesi usulleri arasında bir ayırım yapmayacağı idi.

2004 senesinden sonra Sayıştay hukukumuzda ilginç gelişmeler yaşandı. Söz konusu anayasa değişikliği esnasında aynı zamanda yeni bir Sayıştay Kanunu taslağı hazırlandı, bu taslağı o tarihlerde inceleme olanağı buldum, Batı örneklerinden birazdan bahsedeceğim, Batı standartlarında bir taslak idi, gelişmeler mali hukukumuzda çağdaşlığı özleyenler için çok hoş idi, ama nedense Komisyon'a gönderilen taslak, bir türlü TBMM Genel Kurulu'na indirilemedi, araya 27 Nisan muhtırası girdi, seçimler girdi, AK Parti'yi kapatmaya yönelik evlere şenlik dava girdi, anayasa referandumu girdi ama nedense taslak bir türlü Genel Kurul'a gelmedi, gelemedi; bizler de yavaş yavaş bu işe "iyi sıhhatte olsunların" karışmaya başladığına ikna olmaya başladık.

Türkiye'de kamu harcamalarının ve devlet mallarının yargısal denetimi 2010 senesine dek, 2004 senesinde gerçekleştirilen anayasa değişikliğine rağmen, 1967 tarihli Sayıştay Yasası'na göre yapıldı; bu yasa AB normlarına uymayan bir yasa idi zira ağırlıklı olarak bir tür kamu hizmeti harcamasını yargısal denetimin saydamlığının dışına taşıyan bir yasa idi. (832 sayılı kanun, m.38)

Bilemediğimiz, belki de hiç bilemeyeceğimiz nedenlerden bu çok önemli yasa tasarısı ancak 2010 sonbaharında Genel Kurul'a geldi ve yasalaştı; tasarı yasalaştı ama kanunun 42. maddesinin ikinci paragrafı yine aynen aşağıdaki gibi formüle edildi:

(2) Savunma, güvenlik ve istihbarat ile ilgili kamu idarelerinin ellerinde bulunan devlet mallarının bu Kanun uyarınca yapılacak denetimi sonucunda hazırlanacak raporların kamuoyuna duyurulmasına ilişkin hususlar; ilgili kamu idarelerinin görüşleri alınarak Sayıştay tarafından hazırlanıp Bakanlar Kurulu'nca çıkarılacak bir yönetmelikle düzenlenir.

2004 Mayıs'ında siyasi irade bir tasarrufta bulundu, Anayasa'mızın 160. maddesinin son paragrafını değiştirmedi, tamamen kaldırdı (yukarıda alıntı aynen vardır) ama aynı siyasi irade bu kez hemen yukarıdaki paragrafı yasaya ilave etti; bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu.

Zaten de 30 Temmuz 2003 tarih, 4963 sayılı yasada 832 sayılı Sayıştay Kanunu'na ek bir madde getirilmiş ve askerî malların denetiminin "gizli" gizlilik derecesinde bir yönetmelikle yapılacağı bir kez daha hükme bağlanmış idi.

Askerî malların denetiminin "gizli" gizlilik derecesini haiz bir yönetmelikle denetlenmesinin son olarak Aktütün karakolunun on metre ilerisinde bulunan gizli silahlarla bir ilişkisinin olup olmadığı sorusu da, haklı olarak, herkesin aklına biraz takılıyor doğrusu; bu akla takılmayı Poyrazköy'e, başka yerlere de uzatmak mümkün. Askerî malların denetimi konusunu bu kadar saydamlıktan uzaklaştırır iseniz, kazdığınız her yerden, namlusu size dönük silahlar pıtrak gibi çıkabilir, bunu unutmayalım, iyi görelim.

Yazıyı bitirmeden önce bir noktanın daha altını çizmek istiyorum: 1967 tarihli Sayıştay Kanunu, geçici maddeleri saymaz isek, 108 madde idi, 6085 sayılı yeni kanun (2010) yine geçici maddeler dışında 84 madde. Oysa, Fransa'nın Sayıştay Kanunu 21 madde ve maddeler son derece kısa ve özlü; Belçika'nın 9 madde, İsviçre'nin Cenevre kantonununki ise 11 madde.

Bu ülkelerin sayıştay yasaları ile bizimkisi arasındaki temel fark; başka ülkelerin yasaları bazı kamu harcamalarına farklı muamele göstermiyor, istisnalar tanımıyor, meselenin sadece özünü, demokratik özünü ve etkinlik koşullarını tanımlıyor.

Yeni Sayıştay Kanunu (sayı 6085, tarih 2010) bende Erich Maria Remarque'ın ünlü romanının ismini çağrıştırdı: Batı cephesinde yeni bir şey yok.