19 Şubat 2011
Türkiye'de bugünkü ekonomik koşullar 2001 krizinin yaşandığı döneme
kıyasla oldukça farklıdır.
Ancak bugün itibarıyla yüksek cari açık, kredi hacmindeki genişleme ve küresel finansal krizin etkilerinin tüm dünyada halen devam ediyor olması ülkemizde makroekonomik istikrara yönelik belli başlı riskleri oluşturmaktadır.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz ZAMAN için yazdı. Ancak bugün itibarıyla yüksek cari açık, kredi hacmindeki genişleme ve küresel finansal krizin etkilerinin tüm dünyada halen devam ediyor olması ülkemizde makroekonomik istikrara yönelik belli başlı riskleri oluşturmaktadır.
Türkiye ekonomisi açısından 2000 yılı geçmiş yıllardan önemli ölçüde farklılık göstermiştir.
1999 yılının Aralık ayında ilk defa döviz kuruna dayalı olan bir istikrar programı uygulamaya konulmuş, Program'ın orta vadeli amaçları, üç yıllık bir sürenin sonunda enflasyonu tek haneli rakamlara indirmek, reel faiz oranlarını makul bir düzeye düşürmek, ekonomideki kaynakların daha etkin olarak kullanımını sağlamak ve ekonominin büyüme potansiyelini artırmak olarak belirlenmiştir.
Program'da, sıkı maliye politikası ile faiz dışı fazlanın artırılması, yapısal reformlar ve özelleştirmenin hızlandırılması, enflasyon hedefi ile uyumlu gelirler politikası ve kur sepeti artış oranının enflasyon hedefine bağlı olarak önceden belirlenmesi temel dayanak noktaları olmuştur.
2000 yılında Program'da öngörülen enflasyon hedeflerine ulaşılmamakla birlikte enflasyonla mücadelede önemli bir aşama kaydedilmiş ve enflasyon son 14 yılın en düşük seviyesine gerilemiştir.
Buna ek olarak, kamu finansman dengesinde iyileşme sağlanmış ve önemli yapısal reformlar uygulamaya konulmuştur.
Kur riskinin azalması ve ekonomik birimlerin öngörü imkanlarının artması sonucunda faiz oranları hızlı bir şekilde düşmüştür.
Bu ekonomik ortam, bir yandan yurt içine sermaye girişini özendirmiş ve bankaların daha fazla kredi arz eder duruma gelmelerine yol açmış, öte yandan yurt içi talebi uyarmıştır.
Böylelikle, ekonomi tekrar büyüme sürecine girmiştir. Faiz düşüşüne ek olarak döviz kurlarına verilen taahhüt, özel sektör firmalarının verimliliği artırmaya yönelik yenileme yatırımlarını da hızlandırmış ve bu olgu 2000 yılındaki büyüme sürecini destekleyen bir başka unsur olmuştur.
Ancak bir yandan iç talepteki canlanma ve başta ham petrol olmak üzere enerji fiyatlarındaki yükselme, öte yandan döviz kurundaki artışın hedef alınan enflasyona göre belirlenmesi buna karşılık enflasyon gerçekleşmelerinin hedef alınan enflasyonun üzerinde kalmasının Türk lirasının reel olarak değerlenmesine yol açması nedenleriyle; ithalat hızlı bir biçimde artmış ve cari işlemler dengesi bozulmuştur.
Ayrıca, 2000 yılı içinde avronun dolar karşısında değer kaybetmesi, hem Avrupa Birliği ülkelerinden yapılan ithalatı artırmış, hem de bu ülkelere yönelik ihracatın olumsuz etkilenmesine yol açmıştır.
Böylelikle 2000 yılında cari işlemler açığının GSYİH'ye oranı yüzde 3,7'ye yükselmiştir.
Bu, 2000 yılında uygulanan programın istenen sonuçlara ulaşamamasının arkasındaki temel nedenlerin ilkidir.
2001 Krizi'ni hazırlayan ikinci temel neden, Program kapsamında öngörülen özelleştirme ve yapısal reformlara ilişkin gecikmelerdir.
Özellikle bankacılık sistemine ilişkin sorunların Program başlangıcından önce çözülememiş olması önemli bir engel oluşturmuştur.
Kamu bankalarının kısa vadeli yüksek borçlanma ihtiyacı içinde olmaları durumuna son verilememiştir.
Yapısal reformlara ilişkin gecikmeler, Ağustos ayı sonlarından itibaren iç ve dış piyasalarda Program'ın sürdürülebilirliğinin giderek daha fazla sorgulanmasına yol açmıştır.
Bu ortam, tedirginliği artırarak sermaye hareketlerini ve faiz oranlarını olumsuz etkilemiştir.
Para politikasının faiz oranlarında yaşanan yükseliş karşısında hareket alanının sınırlı olması, portföylerinde yoğun şekilde devlet iç borçlanma senedi tutan bazı bankaların mali durumlarının bozulmasına yol açmış ve 2000 yılı Kasım ayının ikinci yarısında, mali piyasalarda güvensizlik had safhaya çıkmıştır.
Sonuçta Kasım ayında diğer sabit veya öngörülebilir döviz kuru sistemi uygulayan ülkelerde olduğu gibi likidite krizine dönüşen bir bankacılık krizi boy göstermiştir.
Program'ın istenilen sonuçları vermemesinin üçüncü nedeni, Program'da görülebilecek olumsuzluklar karşısında döviz rezervlerine destek olacak bir "Ek Rezerv Kolaylığı"nın Program'ın başından itibaren mevcut olmamasıdır.
2001 Krizi'nin öncüsü sayılabilecek Kasım 2000 krizi, döviz kuruna dayalı istikrar programlarının zayıf noktalarını göstermesi açısından da önemlidir.
Diğer benzeri istikrar programlarında da görüldüğü gibi bankacılık sistemindeki kırılganlıklar, dışsal şoklar ve olumsuz beklentilere sebebiyet veren gelişmeler döviz kuru rejiminin sürdürülebilirliğini ortadan kaldırmaktadır.
TCMB Kasım 2000 krizi sırasında likidite yönetiminde taahhüt edilen döviz kuru seviyesinin savunulması kısıtlarını dikkate alarak hareket etmiştir.
Aksine bir karar alınmadığı dikkate alınarak, mevcut kur rejiminin sürdürülmesine çalışılmış ve taahhüt edilen kur seviyesinin savunulması amacıyla 6 milyar dolar civarında net döviz satışı yapılmıştır.
Bu işlemler sonucu piyasadan çekilen Türk lirası likiditenin yeniden piyasaya döndürülebilmesi amacıyla, 22 Kasım ve 30 Kasım tarihleri arasında, açık piyasa işlemleri kanalıyla, piyasaya 3,9 katrilyon Türk lirası[1] likidite sağlanmıştır.
Ancak, sağlanan söz konusu likidite döviz talebi olarak geri dönmüş, 5.9 milyar dolar tutarında döviz satılmış ve Program hedefleri arasında yer alan hem Net İç Varlıklar (NİV) tavan değeri aşılmış, hem de Net Uluslararası Rezervler (NUR) taban değerinin altına düşülmüştür.
Bunun sonucunda TCMB, 30 Kasım itibarıyla piyasayı fonlamaktan vazgeçerek, para politikasının eski haliyle uygulanacağını, NİV kaleminin söz konusu gün itibarıyla ait olduğu seviyede sabitleneceğini ve likiditenin sadece döviz karşılığı yaratılacağını açıklamıştır[2].
Bu gelişmeler sonucunda Program'ın TCMB bilânçosuna koyduğu kısıtlar dışına çıkılmış ve bu kısıtların revize edilmesi zorunluluğu doğmuştur.
Buna paralel olarak Aralık ayında IMF'den sağlanan "Ek Rezerv Kolaylığı" ve Hükümet tarafından açıklanan tedbirler Kasım 2000 krizinin atlatılmasını sağlamıştır.
1. 2001 Krizi
Kasım 2000 krizinden Şubat 2001 finansal krizine kadar geçen süre, Türkiye ekonomisinde kamu borç stokunun geldiği düzey itibarıyla mali baskınlık dinamikleri yanında finansal baskınlık dinamiklerinin de gün ışığına çıktığı bir süreci içermektedir.
Kasım 2000 krizi sırasında faiz oranlarının önemli ölçüde yükselmesi, yüklü miktarda gecelik borçlanma ihtiyaçları olan kamu bankalarıyla Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) bünyesindeki bankaların mali yapılarını ciddi bir biçimde bozmuştur.
Kasım krizi öncesinde bile kamu bankaları ve fon bankaları likidite ihtiyaçlarını diğer bankalardan ve TCMB'den karşılamış ve Türk lirası likiditesinin bankalar arasında eşit olmayan dağılımı faiz oranlarının hem düzeyini hem de oynaklığını artırarak kur taahhüdünün ve Türk lirası likidite yönetiminin etkinliğini azaltmıştır.
Ayrıca kamu bankaları ile fon bankaları yüksek likidite gereksinmeleri nedeniyle diğer özel bankalara nazaran daha yüksek mevduat faizi vermeye başlamıştır.
Bu durum söz konusu bankaların bankalar arası para piyasasındaki borçlanma oranlarına da açık bir biçimde yansımıştır.
Örneğin, kriz sırasında bir kamu bankasının borçlanma faiz oranı yüzde 850 iken aynı faiz oranı diğer bir kamu bankası için yüzde 2.200 olmuştur.
Esasen Kasım 2000 krizi sonrası iki temel sorun boy göstermiştir. Bu sorunlardan ilki, krizle birlikte yükselen faiz oranlarının (IMF ile yapılmış olan stand-by anlaşması sonrasındaki gerilemeye karşın) döviz kurundaki artış hedefinin çok üzerinde seyretmeye başlamasıdır.
Başka bir ifadeyle, faiz oranları ve kur artış hızı hedefi arasında önemli bir uyumsuzluk oluşmuştur. İkinci olarak, krizin başta kamu bankaları olmak üzere bankacılık sisteminin mali yapısında oluşturduğu hasar sistemin kırılganlığını artırmıştır.
Bu uyumsuzluk ve artan kırılganlık Şubat 2001 sonlarındaki Hazine ihalesi öncesinde meydana gelen siyasi gerginliğin tetiklemesi ile sürekli tedirginlik içinde olan piyasalarda panik ortamına yol açmış, sisteme olan güven tamamen kaybolmuş ve 19 Şubat 2001 tarihinde Türk lirası yeniden ciddi bir spekülatif atakla karşı karşıya kalmıştır.
Bu tarihte gerçekleşen bir gün valörlü 7,6 milyar dolarlık döviz talebi döviz kuruna önemli bir baskı oluşturmuştur.
Bu baskının etkisini azaltabilmek amacıyla TCMB ertesi gün vadesi gelen repolarını yenilememiş ve bir gün evvel sattığı dövizlerin 6,1 milyar dolarlık kısmını alış veya iptal işlemleri sonucu geri almıştır.
Ancak, aradaki fark kadar dövizin satılması nedeniyle azalan Türk lirası likiditesi, günlük aşırı likidite ihtiyacı içinde olan kamu bankalarının sorunlarının daha da ağırlaşmasına yol açmıştır.
Böylelikle ödemeler sistemi kilitlenmiş, öte yandan mevcut döviz kuru sisteminin sürdürülebilirliğine ilişkin ciddi güven sorunu daha da derinleşmiştir.
Rezerv azalışları ve faizlerdeki yükselişin Program'ın mevcut haliyle yürütülmesini imkânsız kılması nedeniyle 22 Şubat günü kur taahhüdünden vazgeçilmiş, döviz kurlarının dalgalanmaya bırakılması kararlaştırılmış ve döviz kuru hedefleme stratejisi ve 2000 yılı Enflasyonu Düşürme Programı sona ermiştir[3].
2. 2001 Krizi Sonrası
TCMB Şubat 2001 krizini takip eden iki ay boyunca, piyasanın likidite ihtiyacını karşılayarak ödemeler sisteminin yeniden işler hale getirilmesine öncelik vermiştir.
TCMB'nin sisteme likidite vermesinin önündeki engelleri ortadan kaldıran temel unsur dalgalı kura geçilmesi ile birlikte savunulacak bir döviz kuru düzeyinin kalmamasıdır.
2001 Krizi sonrasındaki dönemde dalgalı kur rejiminin ilk aylarında bankacılık sisteminin taşıdığı yüksek açık pozisyon döviz kuru üzerinde baskı yaratmıştır.
Ancak, bankacılık sisteminin söz konusu açık pozisyonu TCMB tarafından (kriz sonrasındaki ilk beş ayda) yaklaşık 7 milyar dolarlık döviz satışı ve Hazine'nin kamu ve TMSF bankalarına 8,1 milyar dolarlık görev zararı karşılığı döviz cinsinden veya dövize endeksli DİBS vermesi yollarıyla büyük ölçüde kapanmış ve kur üzerindeki baskı göreli olarak azalmıştır.
Ayrıca 2001 yılı Haziran ayı içinde gerçekleştirilen 6,6 milyar dolarlık borç takası da bankaların açık pozisyonlarının kapatılmasına yardımcı olmuştur.
Ülke deneyimlerine bakıldığında, dalgalı kur rejimine geçiş ile birlikte ilk aşamalarda yapılan bu müdahalelerin döviz kurunun istikrar kazanması için kaçınılmaz olduğu, ancak uzun dönemde söz konusu müdahalelerin yoğun bir şekilde sürmesi durumunda, ekonomik birimlerin kurun denge değerini bulduğuna inanmadığı görülmektedir.
Bu doğrultuda TCMB, açık pozisyonların yarattığı baskının hafifletilmesinin ertesinde çok az müdahale edeceğini açıklamıştır.
3. 2001 Krizinin tekrar yaşanması mümkün mü?
Aktif para politikası uygulaması ve dalgalı kur rejimi altında ödemeler dengesine bağlı bir kriz yaşanması düşük bir ihtimaldir, zira dalgalı kur rejimi sermaye hareketlerinden kaynaklanan durumlarda şok emici özelliğe sahiptir.
Bu kapsamdaki geçmiş deneyimlere bakıldığında, 1980-2001 yılları arasında Türkiye dahil 19 ülkede 52 adet ödemeler dengesi krizi yaşandığı ve bu krizlerin neredeyse tamamının Türkiye'de de 2001 Krizi öncesi uygulanan "yönetilen kur" rejimi altında gerçekleştiği görülmektedir.
Bu krizlerin ardından "yönetilen kur" rejimine devam eden ülkelerde muhtelif nedenlerle ekonomik kırılganlık artmış, peş peşe yeni krizler meydana gelmiş, dalgalı kur rejimine geçenlerde ise Arjantin hariç tekrar ödemeler dengesi krizi yaşanmamıştır.
Arjantin'deki durumda ise kriz sürecinde dalgalı kura geçilmesi ve yaşanan yeni bir krizle tekrar yönetilen kur rejimine dönülmesi söz konusudur[4].
Krizin ardından hedeflenen makroekonomik istikrara ulaşma yolunda atılan adımların gerisinde hiç kuşkusuz önemli yapısal değişiklikler vardır.
Öncelikle, 2001 yılı Mayıs ayında TCMB Kanunu'nda yapılan değişikliklerle araç bağımsızlığının, şeffaflığının ve hesap verebilirliğinin sağlanması, bu konuda bir dönüm noktasıdır.
Ayrıca TCMB'nin Hazine'ye avans vermesinin ve kamuya kredi açmasının söz konusu değişikliklerle engellenmesi, böylece kamu borcunun monetizasyonunun önüne geçilmesi 30 yıl boyunca yaşanan kronik enflasyonun temel nedenini ortadan kaldırmıştır.
Yüksek faiz dışı fazla ve yapısal reformlar yoluyla mali disiplinin sağlanması yönünde atılan önemli adımlara ek olarak BDDK'nın bankacılık kesimine yönelik aldığı önlemlerle sektörün sermaye yapısının güçlendirilmesi finansal kesimi şoklara karşı dayanıklı kılmıştır.
Tüm bunların ardından enflasyon hedeflemesi rejimine geçilmesi, bu yapısal değişimin temel yapı taşlarındandır.
2001 Krizi'nin ardından izlenen basiretli para ve maliye politikaları sonucunda düzelen kamu dengeleri ve enflasyon cephesindeki kazanımlar da hiç şüphesiz makroekonomik istikrarın sağlanması açısından atılmış önemli adımlardır.
Ekonomik refah, bilindiği gibi ancak sürdürülebilir büyüme sağlanırsa artmaktadır. Sürdürülebilir büyüme ise fiyat istikrarının bozulmadığı, potansiyel büyüme seviyesine yakın büyüme oranlarının kalıcı olarak sağlandığı ekonomik büyümeyi ifade etmektedir.
Nitekim ülkemizde de 1980'li yıllarda gözlemlenen yüksek enflasyon ile birlikte yakalanan büyüme hızı sürekli olmamış, bir süre sonra yerini daha yüksek enflasyon oranlarına ve ekonomik durgunluğa bırakmıştır.
Diğer taraftan, 2002 yılı ile küresel krizin etkilerinin hissedilmeye başlandığı 2007 yılına kadar olan dönemde yüksek büyüme oranlarına ulaşılırken, aynı zamanda enflasyonda da belirgin bir düşüş görülmüştür.
Bu kapsamda TCMB tarafından fiyat istikrarı temel amacı çerçevesinde oluşturulan para politikasının ülkemizde fiyat istikrarının tesisine destek vererek tüm ekonominin ve ihracat sektörünün rekabet gücünün kalıcı bir biçimde artmasına katkıda bulunduğu düşünülmektedir.
1990'lı yıllardan bu yana ekonomimizi olumsuz etkileyen yüksek para ikamesi olgusunun bu dönemde kırılarak paramızın tekrar itibar kazanması, kurumların ve vatandaşlarımızın yabancı para yerine Türk lirası yatırım ve borçlanma araçlarına itibar göstermesi, 2001 sonrası izlenen politikaların gelecek nesillere bıraktığı değerli bir mirastır.
TCMB'nin temel amacı Kanunu'nda belirtildiği üzere fiyat istikrarını sağlamaktır. TCMB 2001 yılında yasal çerçevesi çizilen ve uygulama esasları belirlenen bu tarihsel misyonu ve sorumluluğu kapsamında politikalarını doğrudan bu amacına yönelik olarak kararlı bir biçimde uygulamaktadır ve bundan sonra da uygulamaya devam edecektir.
Bu çerçeve içinde enflasyon hedefleri Hükümet ile birlikte belirlenmekte, hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelik para politikası araçlarının seçimi ve uygulama esasları ise TCMB tarafından saptanmaktadır.
Araç bağımsızlığı, para politikalarının orta vadeli bir bakış açısı ile tasarlanmasına ve uygulanmasına imkân tanımaktadır.
Özetle Türkiye'de bugünkü ekonomik koşullar 2001 Krizinin yaşandığı döneme kıyasla oldukça farklıdır.
Ancak bugün itibarıyla yüksek cari açık, kredi hacmindeki genişleme ve küresel finansal krizin etkilerinin tüm dünyada halen devam ediyor olması ülkemizde makro ekonomik istikrara yönelik belli başlı riskleri oluşturmaktadır.
Buna paralel olarak, geçtiğimiz yılın sonlarında gelişmiş ülkelerin para politikalarının ikinci bir niceliksel genişleme sürecine girmesi ve buna bağlı olarak gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye akımlarının güçlenmesi, kısa vadeli sermaye girişlerinin iç ve dış talebin büyüme hızlarındaki ayrışmayı beslemesi cari işlemler açığının hızla artmasına neden olmuş ve makro finansal riskleri azaltıcı yönde önlem alınmasını ve TCMB'nin stratejilerinde önemli değişiklikler yapmasını gerektirmiştir.
Bu dönemde enflasyonun ana eğiliminin hedeflerle uyumlu seyretmesi, uyguladığımız para politikasının finansal istikrara odaklanmasına olanak tanımıştır.
Yeni para politikası stratejimiz, iç ve dış dengeyi bir arada sağlamak amacıyla birden fazla araçtan oluşan bir politika bileşiminin kullanılmasıdır.
Bu kapsamda gerek politika faiz oranı, gerek likidite yönetimi araçları ile zorunlu karşılık oranları, fiyat istikrarını ve finansal istikrarı sağlamak amacıyla birlikte kullanılmaktadır.
Tüm bunlara ek olarak, 1990'lı yıllarda iktisadi karar alıcıların zihinlerinde yer eden ve zaman zaman yüzde 20-25'lere varan yüksek reel faiz beklentisinin de son dönemde yerini daha makul oranlara bırakması da kayda değer bir gelişmedir.
Mali disiplinden ödün verilmemesi ve yapısal reformların hayata geçirilmesi halinde, ekonomimizde denge reel faizin önümüzdeki dönemde de düşük tek hanede kalmaya devam edeceği beklenmektedir.