Popüler Yayınlar

31 Mart 2013 Pazar

Yine Irkçılık ve Kafatasçılık Üzerine

Irkçılık ve Kafatasçılığın Avrupa kökenli olduğu, daha somut bir ifadeyle, Irkçılık ve Kafatasçılığın, ilk kez 18. yüzyıl'ın 'Aydınlanma Çağı' Avrupa'sında 'icad' edildiği konusundaki yazım, okurlarımdan geniş ilgi gördü. 

İlgi, evet;- ama bazı okurlarımdan olumsuz tepkiler de aldım. Okurlarımın tümüne, gösterdikleri olumlu ya da olumsuz tepkiler için teşekkür ediyorum. Ama, sanırım, bazı yanlış anlamalar da var. Bu yazıda, bu yanlış anlamaları yanıtlamak istiyorum.

Bir değerli okurum, Irkçılığın Orta Asya'da değil de Avrupa'da ortaya çıkmış olmasından, Türkiye'de ırkçı uygulamaların olmadığını savunduğum anlamını çıkarmış.

Böyle bir şey yok! Hemen belirteyim: Bu, yanlış bir çıkarımdır. Ben, sadece, Irkçılığın ve Kafatasçılığın ilk kez Avrupa'da 'icad' edildiğini belirtiyorum.

Bunun anlamı, Aydınlanma döneminin anlışanlı düşünürlerinin (Voltaire, Kant, Locke), bizzat Irkçılığın 'teorisini' yaptıkları, bir başka deyişle, Irkçılığı meşrulaştıracak sistemli argümanlar üretmiş olduklarıdır;- hepsi o kadar!

Bundan, Irkçılığın Avrupa dışında uygulanmadığı sonucu çıkmaz. Avrupa'nın 'icad' ettiğini söylemek başka, onun 'pratik'teki uygulamasının Avrupa dışında yapılmadığını önesürmek ise başkadır.

Mantıksal olarak ilk önermeden ikinci önerme çıkarsanamaz. Dahası, Türkiye'de Irkçı ve Kafatasçı uygulamaların olmadığını kim iddia edebilir?

Bir başka değerli okurum da "'çok mu zor' diyor, 'Irkçılık Avrupa'da ortaya çıkmıştır, ama yüzünü neredeyse iki yüz senedir Batı'ya dönmüş bir ülke eliti ya da belirli bir kesimi de ırkçılıktan nasibini almış' demek? [...]

Biz, aslında temiziz, öyle mi?" diyor. Bu değerli okurum, tıpkı bir önceki değerli okurum gibi, yazımı Irkçılığın 'icad'ını Avrupa'ya atfederek kendimizi aklamak amacına yönelik bir yazı diye okumuş.

Bu okuruma hatırlatayım: 'Bu ülkenin elitinin Irkçılıktan '(ve dahası Kafatasçılıktan) nasibini almış' olduğuna ilişkin olarak yazdığım yazılar, arşivlerde duruyor.

Bunlardan sadece birini, bu değerli okuruma hatırlatmakla yetineyim: 'Kafatası Ölçenler' başlığını taşıyan bu yazım, 20 Kasım 2005 Pazar günü 'Zaman' gazetesinin 'Yorum' sayfasında yayımlanmıştır.

Yine de, sevgili okurumu, arama zahmetinden kurtarmak için yazının bir bölümünü aktarayım: '1932 yılında, Türkiye Cumhuriyeti Maarif Vekaleti'nce düzenlenen Birinci Türk Tarih Kongresi'nin ikinci oturumunda, Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti azasından ve Musıki Muallim Mektebi Tarih Muallimi Afet [İnan] Hanım, 'Tarihten Evvel ve Tarih Fecrinde' başlıklı tebliğini sunar. Afet Hanım bu tebliğinde, Orta Asya'nın 'otokton' [yerli] halkının Ari ırka mensup Türkler, dillerinin de Türkçe olduğunu önesürdükten sonra şu tespiti yapar: Ari ırkın kafatası, brakisefal tip kafatasıdır!

Afet Hanım'dan sonra İstanbul Darülfünunu Tıp Fakültesi Antropoloji Müderris Muavini [doçent] Dr. Şevket Aziz Kansu söz alır. Dr. Kansu, Türklerin, 'Alp insanı' olarak adlandırdığı ari ırktan brakisefal kafatasına sahip olduklarını kanıtlamak için, dikkat edilsin, şunları söylemektedir: 'Keza diyeceğim ki, ilim metodla yapılır. İlim, metodun mahsulüdür. [...] Bendeniz, Anadolu'da gezdiğim zaman ne kadar saf, güzel velut Türk ırkına tesadüf ettim. Aldığım ölçüler, morfolojik karakterler, bu kanaatimi sarsılmaz imana dönüştürdü.'

Dr. Şevket Aziz Kansu, üç gün sonra, bu defa kendi tebliğini sunmak üzere kürsüye çıkacak ve bir önceki konuşmasında sözünü ettiği 'ölçüler ve morfolojik karakterler'den neyi kastettiğini, 'Türklerin Antropolojisi' başlıklı tebliğinde açıkça dile getirecektir;- şöyle: (Birinci Türk Tarih Kongresi tutanaklarından aynen ve harfiyen aktarıyorum): '1929 senesinde ilk antropolojik tetkiklerime başladığım zaman 25 Türk kadını ve 25 Türk erkeğinin kafasını ölçtüm. Bu ölçülerin vasatisini[ortalamasını] Fransızların kafa ölçüleriyle mukayese etmek istedim.'

Dr. Kansu, bu 'iki etnik grubun sefalometrik [kafatası ölçüleri] mukayesesi'nin sonuçlarını bildirir ve bununla da yetinmez, Türk ırkının 'brakisefal, ince burunlu, vasati ve vasatiden uzun boylu, buğday renkli yahut kumral' Alp tipi'ne mensup olduğunu kanıtlamak için sahneye bir aileyi de çıkarır.

Devamını Dr. Kansu'dan dinleyelim: 'Ankara'nın biraz şimalinde 'Bağlum' köyünden Aptullah'ı, kadınını ve küçük yavrusunu takdim ediyorum. İşte [...] halis dağlı adam, Alp adamı, Türk adamı (Alkışlar). Aptullah, koyu olmayan gözlere, buğdaydan daha açık kumral bıyıklara ve beyaz bir tene sahiptir. Fakat işte yavruları, saçları altın renkli olan bu yavru Türk ırkına mensuptur (Alkışlar). İşte Alp adamı. Orta Asya'dan gelmiş olan adam, bizim ecdadımıza bağlı olan adam (Alkışlar)...

İnsanın havsalası almıyor, değil mi?'

 http://www.zaman.com.tr/hilmi-yavuz/yine-irkcilik-ve-kafatascilik-uzerine_505157.html

ULUSALCILIK NİÇİN İŞLEVSEL?

Türkiye'de laik kesimin siyasi bağlamda yaşadığı yenilmişlik hissiyatı, günlük hayatta sosyolojik sızmalar ve melezleşmelerle somutlaştığı ölçüde fark edilemeden derinleşen bir travma yaratıyor.

Laik kesim dindarların rejim tarafından korunmuş farz edilen alanlara girişini çaresizce izlemekle kalmıyor, kendi dünyasında yeni bir dindarlaşma eğilimine ve özellikle genç kuşak orta sınıflarda laik ve dindar dünyaları buluşturan ortak yaşam pratiklerine tanık oluyor.

Toplumun yüzde seksene yakını başörtüsünün yargı alanında bile kullanılmasına onay verirken, yeni nesiller kimlikler arası farklılaşmaları anlamsız kılabilen bir küresel atmosferde kendi söylemlerini üretiyorlar.

Orta sınıfların yeme içme âdetlerinden mobilya kullanımına ve tatil yapma alışkanlıklarına kadar pek çok özelliği artık ‘laik' veya ‘dindar' yaftasının ötesine geçiyor ve birbirine benziyor.

Basitçe söylersek Türkiye normalleşiyor. Aynı olgulara İslami kesimden baktığımızda cemaatsal sınırların giderek eridiğini görüyoruz.

Laik kesimde manevi ve uhrevi olana ilgi artarken, buna paralel olarak dindarlar arasında da hızla olgunlaşan bir sekülerleşme dinamiği mevcut.

İslami kesimin içinde bir azınlık bu ‘açılıma' şüpheyle baksa da, dindarların onyıllar boyunca modernliğe uyum sağlama gayretini içselleştirmiş olması, söz konusu yeni durumu da onların dünyasında sıradanlaştırıyor. AKP'nin iktidarda olması ise dindarların özgüvenini pekiştirerek bu ‘yeni dünyayı' kucaklamalarına neden oluyor.

Buna karşılık laik kesimin Atatürkçü kimliğe sarılan çoğunluğu bu durumu bir tehdit, bir tür ‘işgal' olarak algılıyor.

Dindarların kamusal alana hakimiyetini hatırlatan her idari karar veya değişikliği kendi hayatlarından ‘çalınmış' parçalar olarak görüyor, varlık nedenlerine ‘tecavüz' edildiğini düşünüyorlar.

Öte yandan bu tür algı ve duygular Atatürkçü kimliğin toparlayıcı bir nitelik kazanmasına neden olmuş gözüküyor.

Atatürkçülük modernist değişimciliği temsil etmekten çıkarak, ‘yeniden' bir varoluş ve onur mücadelesinin etiketi haline geliyor.

Dolayısıyla sosyolojik bağlamda yeni bir çekim merkeziyle karşı karşıyayız. Ne var ki söz konusu kimliğin kültürel bir nüvesi bulunmuyor.

Bu nedenle söz konusu kimliği bir ‘kurtuluşçu' ideolojinin çerçevesine oturtmanız, diğer deyişle ideolojik kılmanız gerekiyor.

Bu ise hem bir düşmana muhtaç hem de gelecek tahayyülü olan bir söyleme... Düşman zaten önünüzde durmakta: AKP. Söylemin şu an için tek talibi ise ulusalcılık...

Atatürkçülük laik cemaati yeniden toparlamayı becerebilecek asgari muğlaklığa sahip bir kimlik olarak şekillenirken, ulusalcılık da bu kimliğin içini doldurmaktan ziyade o kimliği ‘düşmana' karşı tahkim etmenin ve çatışma atmosferini daim kılmanın peşinde.

Laik kesimin ‘büyük' sosyolojisi bu minvalde sürüklenirken CHP de sürekli savruluyor ve her savrulmada ‘yenilikçi' kanat ulusalcı tutarlılık karşısında aciz kalıyor.

Bu içe kapanma dinamiğinin bir normalleşme ortamında yaşandığının altını bir kez daha çizmekte yarar var. Normalleşme İslami kesimde özgüveni pekiştirirken, laik kesimin özgüvenini daha da zayıflatıyor.

Bu durum laik kesimde de bir özgüven hareketinin ne denli cazip olabileceğini söylüyor ve nitekim ulusalcılık tam da bu.

Örneğin Sözcü Gazetesi'nin son dönemde niçin bir tiraj sıçraması yaptığını merak edenler, bu gazetenin özgüvenli ve korkusuz dili ile Hürriyet'in tedirgin duruşunu mukayese edebilirler.

Tablo böyleyken kendilerini ulusalcı saymayan, hatta bunu hakaret telakki eden sol/liberal aydınların tavrı epeyce ilginç gözüküyor.

AKP düşmanı sayılmasalar da hükümetin başarısızlığından ‘sevinme' hallerini gizleyememeleri, muhalefeti sadece evrensel normlara referanslar üzerinden yapmaları ve Türkiye'deki siyasi bağlamı es geçme eğilimleri, onları iktidara seslenen ama ona ulaşamayan bir ses olmaya mahkum ediyor.

Bu durumda o sesin siyaseten nasıl bir işlev gördüğü sorusundan kaçamayız... Ve görünen o ki –AKP'nin de itelemesiyle– sol/liberal eleştiri bugün genel laik cemaat açısından AKP'nin ‘düşmanlığını' kanıtlayan, ona örnek sunan bir payanda durumunda.

Türkiye tarihsel olarak sıkışan bir toplumsal enerjinin, yeterli iç olgunluğa erişemeden kamusal alana dirayet etmesine tanık oluyor.

Hepimiz bir ‘büyük dalganın' içinde yüzüyoruz ve ‘siyasetimiz' de onun akışı içinde anlam kazanıyor. Bu bağlamda bakıldığında sol/liberal aydınların tutumu, meyvelerini ulusalcılığın toplayacağı bir gençlik heyecanı kıvamından pek uzaklaşamıyor gibi görünüyor.

http://www.zaman.com.tr/etyen-mahcupyan/ulusalcilik-nicin-islevsel_2011005.html

MÜMTAZ SOYSAL, IRKÇILIĞI KÖRÜKLÜYOR

Prof. Dr. Mümtaz Soysal, 1960'larda Mülkiye'de okuduğum yıllarda bana ve arkadaşlarıma hocalık yapmıştı. 

Zekası ve belagatiyle hayranlığımızı kazanmış, Yön ve Devrim dergilerinde yazdığı yazılarla birçoğumuzun "devrimci, cuntacı" olmasına önemli katkıda bulunmuştu.

O yıllardan beri Mümtaz Soysal, laikçi–devletçi–milliyetçi türden bir Kemalizm (dilerseniz, moda deyimle Ulusalcılık) ile Marxizm'in bir karikatürünü kaynaştıran dünya görüşüne (dilerseniz Türk Baasçılığı'na) bağlı kaldı.

Rusya'da komünizmin yıkılması ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasından hiç hoşlanmadı, Irak'ta Saddam Hüseyin rejimi ile yakın işbirliğini savundu.

Türk Baasçılığının önemli isimleri arasında, (rahmetli) Doğan Avcıoğlu ve (Allah uzun ömürler versin) İlhan Selçuk ile karşılaştırıldığında, eylem adamlığı zayıf fakat fikir adamlığı kuvvetli olanıdır.

Sahip olduğu dünya görüşü hakkındaki teşhisimi koyduktan sonra Soysal'ın yazdıklarına ilgim kalmadı. Tıpkı diğer Türk Baasçıları'nın yazıları gibi Soysal'ınkileri de ancak arkadaşlarım dikkate değer bulup uyardıkları zaman okur oldum.

Geçen gün arkadaşlarım yine dikkate değer bir yazı yayımladığını haber verdiler ("Kesin çözüm", Cumhuriyet, 18 Ağustos). Yazı, Türk Baasçılığının ya da İttihatçı–Kemalist Jakobenizm ya da tepeden inmeciliğinin niteliğini teşhir etmesi açısından gerçekten okunmaya değer.

Soysal'ın Kürt sorununa getirdiği çözüm önerisi, "kesin" ve yalın: Türk ulus–devletinin bütünlüğünün korunması için Türkiye Kürtleri ile Irak Türkmenlerinin mübadele edilmesi.

Öneriyi şöyle açıklıyor: "Güneydoğu'da bölgesel özerklik, resmi dil dışında öğretim gibi ulus–devlet ilkesiyle çatışan isteklere karşı kesin kırmızı çizgiler çizmek ve düzen değiştirici planlı ekonomik–sosyal kalkınmayı öne çıkarıp, bu koşullara uymak istemeyenlerin Irak'taki Türkmen nüfusla değiştirilmesini önermek gerekir."

Soysal'ın "kesin çözümü"nün neden uygulanabilir olmadığını, uygulanacak olsa neden bildiğimiz şekliyle Türkiye'nin kesin sonu demek olacağını aklı başında insanlara izah etmek gerekeceğini sanmıyorum.

Ama yansıttığı korkunç zihniyetin eleştirilmesi, maalesef, önemini koruyor. Çünkü, bu zihniyeti paylaşanların hayli yaygın olduğunu, ne yazık ki, "Kürt açılımı"nı başlatan hükümetin içinde dahi temsil olunduğunu biliyoruz. Peki, bu zihniyet niye "korkunç"tur?

Şu nedenlerle:

Bu zihniyete göre, önemli olan "ulus–devlet" (yani tek kimlikli devlet) ve onun bütünlüğünün korunmasıdır; o devletin yurttaşları olan insanların, onların hayatlarının, özgürlüklerinin hiçbir değeri yoktur.

İnsanların hayatları, devlet tarafından istenildiği gibi şekillendirilebilir; insanlar gerekirse yurtlarından sürülüp atılabilir. "İnsan hakları" denen şeyin hiçbir hükmü yoktur. Türkiye'nin altına imza atmış olduğu uluslararası insan hakları sözleşmelerinin de hiçbir anlamı yoktur.

Kuşku yok ki bu zihniyet, tarihin en büyük trajedilerinden biriyle sonuçlanan, 1915–16 Ermeni tehcirini uygulamaya koyan; 1923'te Türkiye Rum Ortodoksları ile Yunanistan Müslümanlarını zorunlu (istekleri hilafına) mübadeleye tabi tutan; 1942'de Varlık Vergisi, 1955'te 6–7 Eylül facialarını yaşatan zihniyettir.

Bunun dayandığı ideoloji Türkiye Cumhuriyeti'ni bir soydaşlar cumhuriyeti olarak gören, kabul etmeyenlerin ya Türkleşmek ya da çekip gitmek zorunda olduğunu söyleyen ırkçı milliyetçiliktir.

Bu zihniyetin Avrupa'daki son örneklerini eski Yugoslavya'da, dünyadaki son örneğini yakınlarda Çin'in Uygur Türklerine karşı yürüttüğü kampanyada gördük.

Sırp etnik milliyetçileri Slobodan Miloşeviç ve Radovan Karadziç bu zihniyeti uygulamaya koydukları için Lahey Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne sevkedildiler.

Anlaşılan Mümtaz Soysal, insan hakları, hukuk devleti, demokrasi ve çoğulculuk ilkeleriyle ifadesini bulan yeni bir çağda, başka bir dünyada yaşadığımızın farkında bile değil. Kırk küsur yıl önce hayranlıkla dinlediğim kişiye bugün sadece acıyorum.

s.alpay@zaman.com.tr

 http://www.zaman.com.tr/sahin-alpay/mumtaz-soysal-irkciligi-korukluyor_882410.html

'NEGATİF MİLLİYETÇİLİK'

Mümtaz'er Türköne


Milliyetçilik, siyasî yelpazenin temel ekseni haline gelirken düşünce hayatımız da zenginleşiyor. 

"Pozitif-negatif milliyetçilik" ayırımı, milliyetçiliğin vazgeçilmezliği varsayımına dayanan ve onun dünyası içinde ehil bir alan oluşturmaya çalışan yeni bir kavramlaştırmayı temsil ediyor.

Milliyetçiliğin zaten karmaşık ve bulanık olan dünyası içinde bu yeni kavramlar bir işe yarar mı?

Şayet gerçekten milliyetçilik siyasal hayatın merkezine yerleşiyor ve ortak bir paydaya dönüşüyorsa nüanslar üzerinde daha dikkatli düşünmemiz gerekmez mi?

Milliyetçilik, hareket noktası olarak iki önemli soruya cevap olarak getirilen ilkelere dayanır. İlk soru "Ben kimim?" sorusudur.

Milliyetçilik, çok farklı cevapları olan bu soruya milleti referans göstererek cevap verir. İkinci soru, siyasal iktidarın dayandığı prensibin ne olduğudur.

Yine milliyetçilik, kimlik için verdiği cevabı bu soru için de tekrarlar: Egemenlik hakkı millete aittir. Ulus devletler çağında, bu iki sorunun ve bulunan ortak cevabın, son iki asırlık tarihin ana itici gücü olduğunu hatırlayalım.

Tam iki asırdır tarih bu güç eliyle şekillendi. Sınırlar bu güç tarafından çizildi. Uluslararası ilişkiler, bu olgunun üzerine inşa edildi.

Bugünün devletlerinin üye olduğu uluslararası örgütün adının Birleşmiş Milletler olması, devletlerin dayandığı kabul edilen temel varsayımı da ifade ediyor.

Milliyetçilik bu kadar belirleyici bir güç olduğu zaman kendi içinde farklı türlerin ortaya çıkması da anlaşılır bir durumdur.

Sınıflandırmalar, alt sınıflar ve onların altındaki gruplarla milliyetçilikleri tasnif etmek oldukça zor bir konudur. Değişen dünya, kaçınılmaz olarak yeni grupları da sınıflandırmaya dahil etmektedir.

Kimlik sorusuna cevap veren milliyetçilik, bireyin mensubu olduğu milleti ve tam karşı kutbunda yer alan "öteki"leri keskin hatlarla ortaya çıkarır.

 "Benden olanları sevmek, benden olmayanları sevmemek" şeklinde ortaya çıkan denklemin çok hassas dengeleri vardır. Sosyal şartlar, siyasî gündemler, yaşanan sorunlar "biz ve öteki" arasındaki mesafeyi ve ilişkiyi belirler.

Toplum bunaldıkça, siyaset sertleştikçe biz keskinleşir, daha berrak çizgilerle belirlenir ve doğal olarak alt kategorilerini yaratır.

Öteki, milliyetçiliğin asıl enerji kaynağı olarak kimlik sorusuna, öfke ve nefretin tayin ettiği keskin bir içerik kazandırır.

Genel kabul gören tasniflerden biri, vatanseverliğin "bizi (yani milleti) sevmek", milliyetçiliğin ise "ötekinden nefret etmek" şeklinde sevgi ve nefret arasında bir yere yerleştirilmesidir.

Bizim temel sıkıntımız etno-centricism adı verilen, millet yerine etnisiteyi ikame eden milliyetçiliğin yaygınlık kazanması.

Var olduğu varsayılan bir kan ve soy bağını esas alan bu milliyetçilik, doğal olarak karşı kutbunu yaratarak onunla bir gerilim içinde toplumu bileşenlerine ayırmaktadır.

Etnik milliyetçilik, milleti bir soy birliği olarak kavramaktır. Etnik homojenliğin imkansızlığı nisbetinde bu kavrayış hem bölücü, hem de düşmanlığı çoğaltıcıdır.

Etnik milliyetçilik basit bir azınlık milliyetçiliği değildir; milleti soy ve kan birliğine indirgemektir. Milliyetçiliğin bu türüne kabilecilik de denmektedir.

Irkçılık, fiziki görünüşe göre, ırklar arasında bir hiyerarşi olduğunu savunmaktır. Kafatasçılık, ırkçılığın uygulama alanıdır.

Ten rengi dışında ırkların farklı kafatası ve kemikler arasında ( bacak kemiklerinin uzunluğu gibi ) belli oranlara dayandığını iddia eder.

Toplumu huzur içinde yaşatacak olan milliyetçilik türü, en geniş ortak paydaya dayanan milliyetçiliktir. Çağımızda bu ortak paydanın adı vatandaşlıktır.

Vatandaşlık, kanı, soyu, ırkı, kültürü, dili değil birlikte yaşadığımız vatanı referans almakta, bizi birbirimize bu siyasî bağ ile bağlamaktadır.

Milliyetçiliğin onlarca türü var. İki asırlık milletler çağında bugüne kadar keşfedilen en pozitif yani birleştirici ve bütünleştirici milliyetçilik anayasal vatandaşlığı esas alan siyasal milliyetçiliktir.

 http://www.zaman.com.tr/mumtazer-turkone/negatif-milliyetcilik_497511.html

HEY KOCA TÜRK!

Mümtaz'er Türköne


“Türklüğü siliyorlar”, “Türklüğe savaş açtılar”, “Türklüğe dokunma” gibi içinde “Türklük” geçen son zamanların tırmanışa geçen retoriğinde, rahatsızlık verici bir şeyler var.

O kadar “Türk” lafzının tekrarlanmasına rağmen, bu endişelerin, sloganların içinde bizim şu “Koca Türk” yer almıyor.

“Koca Türk” dediğim şu sahici, gerçek Türk. Bu toprakları vatan yapan, eza ve cefa çeken, her türlü fedakarlığa katlanan koca millet.

Bir karartma altında adeta kayıp. “Türklük nedir?” tartışmalarının da bu karartmada pek fazla anlamı yok. Bir ırk, bir millet, bir etnisite, bir üst kimlik...

Aralarından tercih edeceğiniz bir sıfatın size yol gösterme ihtimali bulunmuyor. 300 Aydın’ın imzası ile imzalanan metin arasında, tümseğe takılan tekerlek gibi engeller var.

“Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve sahibi olan Türk milletinin adı, vatandaşlık tarifinden ve Anayasa’dan çıkartılamaz” cümlesinin önünüze koyduğu açmazlar gibi.

Sadece bir cümle bile niyet hakkında fikir vermek için yeterli. Allah aşkına “’Türk milletinin adı’ anayasadan çıkartılsın” diyen bir Allah’ın kuluna bugüne kadar tesadüf edeniniz var mı? En marjinal, en uçuk laflar da dahil bu tartışmada edilmeyen söz kalmadı. Peki bir kişi bile, “Anayasa’da ‘Türk milleti’ ibaresi yer almasın” dedi mi?

Anayasa’mızda tam 161 defa “Türkiye”, 49 defa da “Türk” kelimesi yer alıyor. Yeni anayasa hazırlığında uzlaşılan maddelerde de bir tensikat görülmüyor. Tartışma sadece anayasanın vatandaşlık tanımı etrafında dönüyor. İşin tuhaf tarafı, bildiride iddia edildiği gibi mevcut haliyle “Türk” vatandaşlık tarifinde yer almıyor, tersine “vatandaşlık” Türk’ün tarifinde yer alıyor.

İşin özeti bu tartışmalarda Türklük, birilerinin üzerine basarak boylarını yüksek gösterecekleri bir basamak ve belki de daha kötüsü “bedhaht”ların maskesi olarak duruyor. Türklük, Türklere yönelmiş bir silah olarak kullanılıyor. Bu tartışmalarda şu yüce gönüllü, sabırlı ve mukavim Koca Türk’e dair bir iz ve nişane bulan var mı?

Bu hükme varmamın sebebi, mangalda kül bırakmayan “Türkçüler”in Suriye ve Rusya yanında mevzi almaları.

Anayasadaki vatandaşlığın Türklüğünü sorun eden Türkçüler, aynı zamanda Rusya politikasını ve Suriye’de Esed yandaşlığını müdafaa ediyorlar.

Hani şu Türkiye’ye gözdağı vermek için Karadeniz’de apar-topar tatbikat yapan Rusya’nın ve Türkiye’ye terör ihraç eden Suriye’nin.

Yeni Çağ’da, “Büyük Kürdistan” önünde engel olarak takdim edilen Rusya, 1833’te Hünkâr İskelesi Antlaşması’nda bile böylesine iddialı bir kurtarıcı olarak görülmemişti.

Hiç olmazsa II. Mahmud mazeretini, Kütahya’ya kadar gelen Mısır ordusunu kastederek “denize düşen yılana sarılır” diye beyan etmişti. Türkçülerin bir mazereti var mı?

Türkçülere göre, Büyük Kürdistan oyununu neredeyse tek başına Rusya bozuyor. Aynen şöyle yazıyor, cuma günkü gazetenin manşetinin altındaki, “Rusya’dan iki kritik hamle” başlıklı spotta: “ABD, Büyük Kürdistan’ı (!) dünyaya, Karadeniz’den ulaştıracaktı.

Ancak TSK ve Rusya, NATO üzerinden gerçekleştirilmek istenen bu projeyi boşa çıkardı. (...) İç karışıklık çıkardıkları Suriye bölünecek, yeni Kürt bölgesi Kuzey Irak’la birleşerek denize ulaşacaktı.

Rusya, bu kapıyı da kapattı.” Aynen böyle yazıyor. O zaman sormak lazım: Rusya, Türklere bu iyiliği acaba neden yapıyor?

Türklük siliniyormuş. Türklük, duvara tebeşirle yazılan bir yazı mı ki, öyle kolayca silinsin? Kabile’nin ortasına dikilen bir totem mi ki, devrilip, yok olup gitsin?

Çözüm diye yola koyulduğunuz zaman, birileri neden aniden Anayasa Türkçüsü kesiliyor. Türklük neden, çözümün önüne konacak bir takozdan ibaret görülüyor?

Peki, bu coğrafyanın derinlerine kök salan Koca Türk, bu duruma ne diyor?

http://www.zaman.com.tr/mumtazer-turkone/hey-koca-turk_2072065.html

İNGİLTERE'DEN ÜNİVERSİTE MANZARALARI....

Okurum Şerif Dilek, Oxford ve Cambridge üniversiteleri hakkında bir gezi yazısı yazmış; benim hoşuma gitti, biraz kısaltarak sizlerle paylaşmak istedim.

Verdikleri eğitimin kalitesi bakımından dünyada kendini ispatlamış olan Oxford ve Cambridge üniversiteleri, bizim bildiğimiz gibi üniversite değiller, öncelikle bu üniversiteler şehrin birçok noktasına dağılmış bulunan ‘college’ dedikleri okullardan oluşuyor ve bunların hepsi de öğrenci alırken kendi kurallarını uyguluyorlar.

Oxford 39, Cambridge 31 kolejden oluşuyor. Bu okulları gezerken ilk bakışta gözüme çarpan, okulların akademik kalite ve zenginliğinin yanı sıra öğrencilerin sosyal yönünü geliştirmek için birçok aktivite ve sporun da sunulması.

Okulların sahip olduğu geniş yeşil alanlar ve bahçeleri ile birlikte futbol, cricket, rugby, su sporları, tenis, beyzbol vs. gibi sporlar için dikkate değer alanları öğrenciler için ayırdıklarını görebiliyorsunuz.

Bu kolejlerin hepsini gezip dolaşabiliyorsunuz; üniversiteyi turizme açarak buradan da üniversitenin kazanç elde etmesini sağlamışlar. Turizmin Cambridge şehrine 525 milyon doların üzerinde yıllık getirisi var.

Oxford Üniversitesi’nin sloganı benim dikkatimi çektiği kadar, şaşırtmıştı: ‘Dominus illuminatio Mea’ (yani, Rab benim ışığımdır) bu sloganı her yerde görebiliyorsunuz.

Üniversitenin kuruluş tarihi yaklaşık 11. yüzyılın sonları gibi. Cambridge Üniversitesi’nin ise, ‘Hinc lucem et pocula sacra’ (yani, Buradan ışık ve kutsallık doğar), kuruluş tarihi de 13 yüzyıl başları gibi.

Oxford Üniversitesi’nde yerel yöneticiler ile aralarında çıkan anlaşmazlık sonucunda oradan ayrılan akademisyenler daha sonra Cambridge Üniversitesi’ni kurmuşlar. Bugün Cambridge dünyada en çok Nobel Ödülü almış kurumlardan biri.

Oxford ve Cambridge ne kadar çok birbirine benzese de, üniversitelerinden dolayı aralarında büyük rekabet olan iki şehir. Rekabet sadece eğitimde değil, sporda da Oxford ve Cambridge üniversiteleri arasında ciddi bir rekabet var.

Her yıl iki üniversite arasında yapılan kürek yarışları kaçırılmaması gereken bir rekabete sahne oluyor. Tabii ki bunda her iki şehrin içinden geçen nehrin etkisi olduğu kadar, üniversitelerin buna verdiklerin önemin de etkisi var.

Akademik yarışı spora da taşıyan bu iki şehrin daha detaylı bir analizinin yapılması bize eğitimin nasıl yapılması gerektiği konusunda bir fikir veriyor.

Türkiye’nin eğitim konusunda buradan alması gereken birçok örnek var. Cambridge Üniversitesi’nin botanik bahçesini ziyaret ettiğim zaman şaşkına döndüm.

Dünyanın birçok farklı coğrafyasından topladıkları farklı özellikteki bitkileri, ağaçları ve tarımla ilgili bilgileri görünce hayretler içinde kaldım.

Nasıl bunları toplayıp getirebilmişler buraya, diye düşünürken bu bitkilerin üzerinde hepsinin hangi bölge orijinli olduğunu anlamanız için üstlerine isim, numara, ülke gibi bilgileri etiketleyip belirttiklerini fark ettim.

Botanik bahçesinde aynı zamanda Newton’un başına elma düşmesiyle yer çekimini keşfettiği yeri de görebiliyorsunuz.

Şehirlerin en büyük özelliği ise trafik olmaması ve insanların 7’den 70’e bisiklet kullanması. Birçok aileleri çocuklarıyla beraber bisiklet kullanırken görmem beni şaşırttı.

Aynı zamanda her yerde bisiklet yolları ve bisiklet park yerleriyle karşılaşıyorsunuz.

Not: Geçen hafta Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nin Türkiye’nin ilk 24 saat açık kütüphanesini kurduğunu yazmıştım.

İTÜ’den düzeltme geldi, biz bir yıl önce açtık diye. Daha sonra Muş Alparslan Üniversitesi’nin rektörü Prof. Dr. Nihat İnanç’tan, 2009 Ekim’inde ilk biz açtık diye bir başka açıklama ulaştı.

Bu tatlı ikazlar beni çok mutlu etti. Keşke akademik dünyanın her alanında iyi haberlerde yarışabilsek.

 http://www.zaman.com.tr/melih-arat/ingiltereden-universite-manzaralari-_2072113.html

BATININ BOŞALAN KÖYLERİ




31 Mart 2013




Bursa’nın Büyükorhan ilçesine bağlı Çökene köyü, Türkiye’nin batısında köyden kente göçün simgelerinden biri. 

Köy, zorla olmasa da mecburiyetten boşalmış, terk edilmiş durumda.

Geçim derdi için evlerini bir bir terk eden köylüler, taşı toprağı altın saydıkları büyük şehirlerin yolunu tutmuş, ‘bir gün döneriz’ umuduyla kapılarını açık bırakarak.

Her şey olduğu gibi kalmış. Bazı evlerin eşyaları yerli yerince duruyor.

Aradan yıllar geçmesine rağmen ne gelen olmuş ne de giden. Bir zamanlar acıların, sevinçlerin paylaşıldığı evler yalnızlığa daha fazla dayanamamış.

Yer yer yıkılmış duvarlar, hatıralarla birlikte donmuş kalmış.

Geçmiş güzel günlerde sokaklarında çocuk sesleri yankılanan köyde artık kimseler dolaşmıyor.

Sanki savaştan çıkmış gibi. 4 yıl öncesine kadar 35 hanede 350 kişinin yaşadığı yer, artık hayalet köy!

Bursa, Balıkesir, Kütahya gibi batı illerinin dağ bölgelerinde kalan köylerin sakinleri ekonomik kaynakların kısıtlı olması sebebiyle daha müreffeh bir hayat sürmek için şehirleri tercih ediyor.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki illerin başını çektiği göç dalgasında Karadeniz ve İç Anadolu’da çok sayıda köy ahalisiz kaldı.

Yapılan araştırmalara göre sanayileşen Türkiye’de her geçen gün köyden kente göç artıyor.

1927 yılında yüzde 24 olan kent nüfusu 1950’lilerde ulaşım ağının gelişmesi ve sanayileşme ile birlikte hızla artarak 1997 yılında yüzde 65’e, son yıllarda ise yüzde 80’lerin üzerine çıktı.
















ÇOK SATMAMIŞLAR!...


30 Mart 2013
“Aradan geçen bunca yıl sonra, o romanlar yine bahar çiçekleriyle donanmış olarak, kırlarda gelincikler, kıpkırmızı gelincikler açmış ve kameriyelerden geçilip gidilmiş gibi beleriyorlar. Havada bahar kokusu var ve ben yeniyetmelik çağıma dönüyorum.”

   1990’larda böyle yazmışım. Handiyse çeyrek yüzyıl önce. Çeyrek yüzyıl önce, bir zamanların, 1930’ların, 1940’ların ‘popüler’ romanlarına selâm göndermek istemişim. Popüler romanlar, yani, bir bakıma, o yılların ‘çok satar’ları. Edebiyat tarihleri bu soydan romanlara, romanların yazarlarına hemen hep horgörüyle yaklaşmış. Horgörüye üzülmüş olmalıyım. Yeniyetmeliğimde öylesi romanlardan duyduğum coşumu dile getirmeye çalışmışım.

    Bunları niye yazıyorum yeniden?

    Geçenlerde gazetelerden birinin kitap ekinde okudum; çok satarlar hezeyanında, bugünün çok satarlar tutkunluğunda, Kürk Mantolu Madonna’nın da “yetmiş yıl”dır çok sattığı ileri sürülüyordu. Şaşakaldım.

    Yalnız şaşakalmadım, aynı zamanda donakaldım. Çünkü, Kürk Mantolu Madonna, “70 yıldır çok satan kitaplar listelerinde yer alıyor ve her kuşağı kendine hayran bırakıyor”muş.

    Keşke...

    Kürk Mantolu Madonna, Millî Şef döneminde hayatı noktalandırılan Sabahattin Ali’nin son romanıdır. 1943’te yayımlanmış. Sabahattin Ali 1948’de öldürülüyor. Sabahattin Ali’ye yöneltilen suçlamalar, cinayetin bugün bile bulanık kalmış yargılanması, o günlerin basınında yazılıp çizilenler, Kürk Mantolu Madonna’nın yazarını âdeta silip süpürüyor. Sabahattin Ali’nin eserleri birer ikişer tükeniyor ama, göze alıp yeniden yayımlayacak yayıncı yok.

    Türkiye’nin çok uzun yıllar acısını çektiği ‘düşünceye saldırganlık’ cinneti, Sabahattin Ali’nin eserini de vuruyor ve bu büyük yazar handiyse unutuluyor! Uzun yıllar, Sabahattin Ali’nin kitapları ancak gizlice bulunur. ve gizlice okunurdu. Değil ‘satış listeleri’, eski kitap satan mekânlarda bile Sabahattin Ali’ye rastlanılmazdı.

Hangi yetmiş yılın çok satar listeleri?

1960’ların sonunda, nihayet Varlık Yayınları, Yaşar Nabi Nayır, Sabahattin Ali’nin Bütün Eserleri’ni yayımlamayı göze alabildi. Bir cesaret sorunuydu.

    Bununla birlikte, son cilt, ilk yayımlanışı 1947 tarihine rastlayan Sırça Köşk, 1960’ların iyice sonunda bile, yeni basımda ‘eksik’ yayımlanacaktı. Millî Şef döneminin öfkesine yol açan ‘öykü’, evet bir öykü, kitapta yer almıyordu.

    Hangi yetmiş yıl? Hangi yetmiş yılın çok satar listeleri?

    Kaldı ki, Doğan Kitap için, 2000’lerde bir dizi hazırlamıştım. Öneri Doğan Kitap’tan geliyordu. Bu dizide geçmiş günlerin popüler romanlarını 2000’lerin okuruyla buluşturacaktık; başta Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkand, Esat Mahmut Karakurt, Etem İzzet Benice... Esat Mahmut’un vârislerine ulaşamadık. Ötekilere, bir de Fikret Arıt’ı ekleyebildik.

    O zamanlar andığım yazarların -uzun yıllar içindeki- ‘satış’larını saptamaya çalışmıştık. Uzun yıllar içinde, toplasanız, beş altı yüz bine -kabataslak- ancak ulaşılıyordu.

    Kerime Nadir’lerin arka kapağına “yüz binlerce okura romanlar yazmış” gibisinden bir şeyler yazdığımı hatırlıyorum...

    Dönelim çocukluk, ergenlik çağıma. O zamanlar İstanbul’un azbuçuk roman okuyan her evinde popüler romanlardan bir ikisine rastlanılırdı. Kapaklarında dalgalı saçlı güzel gençkızla mert bakışlı delikanlının boy gösterdiği kitaplar. Çoğunun üzerinde renkli harflerle Kerime Nadir imzası okunur.

    Tümü, semtin varlıklı sayılabilecek bir görünüm sunduğu evlerde. Sözgelimi ya da benim hatırladıklarım, Moda’da, Şifa’da, Cihangir’de, Teşvikiye’de, Şişli’de. Araya Türk sineması girmeseydi bu romanlar kalabalık kitlelerle buluşabilir miydi, yanıtlamak zor. Diyeceğim, koşullar bugünkünden çok farklıydı.

    Okuduğum ilk Kerime Nadir romanı hangisiydi? Roman okunan evleri sarıp sarmalamış Kerime Nadir romanları, demin söylediğim gibi, edebiyat çevrelerinde, sanat çevrelerinde pek öyle sevgiyle anılmıyor, edebiyatın değerleri arasında hiç sayılmıyordu. Bu yüzden olacak, yeniyetmeliğime o kadar gönül pusları katmış bu romanları ben de apar topar yadsıyacak, ilk okuduğum Kerime Nadir romanını da çarçabuk unutacaktım. Hangisi? Hıçkırık mı, Samanyolu mu?

    Kerime Nadir’in eseriyle barışmam için yıllar gerekliymiş. Yıllar geçince, aşk ve karasevda romanlarını özledikçe, bu eserlerin edebiyatın dışına atılmış olmasına bir anlamda karşı koyacaktım.

    Bu romanlar üzerine bir şeyler de yazdım. Geçmişte yerdiğimi unutmuş; şimdi sosyolojik değerleri üzerinde duruyordum. Öyle ya, roman okuma sevgisinin bunca sönük olduğu bir ortamda, Kerime Nadir, Muazzez Tahsin, Esat Mahmut gibi romancılar, yıllar yılı, roman okuru yetiştirmişlerdi. Server Bedi’yi, kimi romanlarıyla Refik Halit’i de unutmamak gerekir.

Çok satma reçeteleri henüz saptanamamıştı

    1980’lerde şöyle yazmışım:

    “Böyle düşününce popüler romanlar olanca kartpostal şiirsellikleriyle geri geldi. Bazıları için çok gözyaşı dökmüştüm, bazılarından yıldızlı yaz geceleri ve o gecelerde umutsuz bir aşk için çalınmış keman kalmış belleğimde, Çölde Bir İstanbul Kızı’nın egzotik tasvirlerini, çölü, kızgın güneşi nasıl unutabilirim?”

    Handiyse yirmi yıl, 1980’lerden 2000’lere bu soy romanları önemsediğim için epey hırpalandım. Eski, kötü romanları hortlattığım bile ileri sürüldü.

    Oysa bu romanlar, edebiyat tarihlerimizin hışmına uğramış bu yazarlar günümüzün çok satar anlayışının çok dışındaydılar. Dil, anlatım, kurgu, ileti; hepsinde özen sözkonusuydu. Çok satma reçeteleri henüz saptanamamıştı. Romancılar şunu yaptım bunu yaptım diye böbürlenmiyorlardı. Kerime Nadir anılarında kendi romanları için “iddiasız esercikler”di der.

    Edebiyat tarihlerimiz onları benimsemedi, değerlendirmedi, dahası, edebiyat sosyolojisi açısından değerlendirmeyi bile gereksinmedi. Refik Halid Karay gibi eşsiz bir anlatım ustasını küçümseyen yorumlar hep o yıllarda...

    Bugünün gözü dönük satış yarışında bütün ölçütler altüst oldu. O kadar ki, işte Sabahattin Ali ve Kürk Mantolu Madonna örneği. Yetmiş yıldır listelerde olduğuna göre, Sabahattin Ali, hiç değilse ‘bir’ romanında satış başarısına ulaşmış gösteriliyor; Kürk Mantolu Madonna’ya gelince, yetmiş yılla meydan okumuş bir satış romanı!

    Demek geriye tek denektaşı kaldı: Satış...

    Kürk Mantolu Madonna edebiyatımızın en güzel romanları arasındadır. 1960’ların sonunda okudum, sonra defalarca yeniden okudum. Birçok kişiye okumaları için rica ettim. Yazık ki, pek az kişi okudu. Gerçi okuyanlar eseri sevdiler ama, okumayı yarım bırakanlar da bu romanın pek “sıkıcı” olduğunu ileri sürdüler.

    Sıkıcı buluyorlardı, çünkü kolayın kolayı okumalara alışmışlardı. Yalnız Sabahattin Ali değil, Reşat Nuri de sıkıcıydı, Refik Halid de. Son yirmi yılın dökümünde sıkıcı olmayan kalmamış gibiydi, tabiî yeni moda yazarlar dışında.

    Kürk Mantolu Madonna’nın okunması çok sevindirici. Ama hep Huzur örneğini düşünüyorum; Huzur da çok okunuyor ya da okunduğu ileri sürülüyor. Huzur’u okuyan, özümseyen kaç okur olabilir? İstanbul’un silueti böylesine değişirken bu okurlar neredeydi?

    Aynı şekilde, “Raif Efendi”nin müthiş hikâyesi, o keder, hem bireysel hem toplumsal, o yalnızlık bugüne nasıl yansıyor?

    Bilmiyorum, anlayamıyorum, yanıtlayamıyorum.

 http://www.zaman.com.tr/aktuel_cok-satmamislar_2071636.html

ROMAN OKUMAYANLAR

Selim İleri
Karalama Defteri’nin bendeki basımı ikinci basım; Nurullah Ataç’ın eseri. İkinci basımı yayımlayan Hür Yayınları bugün yok. Karalama Defteri ilk kez 1952’de yayımlanmış.

Yazıların ilkinde, Ataç, “Kişileri roman okumayı sevenlerle roman okumayı sevmeyenler diye ikiye ayırabiliriz” diyor. Demek ki 1950’li yılların başında roman okumayı sevenler sözkonusu. Bugün de sözkonusu ama, yetmiş altı milyona varan nüfusuyla Türkiye’de kaç kişi ‘gerçekten’ roman okuyor, okuyabiliyor?

Dahası, Ataç’ın ikiye ayırdığı kişilere, bugün bir üçüncü öbek eklemek gerekir: Hiç roman okumayanlar. Ekinsel ve maddî olanakları el vermediğinden roman okuyamayanları ise bambaşka bir öbekte değerlendirmek zorundayız.

Gelgelelim, olanakları el vermesine karşın roman okumayan, hayatında bir kez olsun roman okumamış o kadar çok kişi var ki! Romanı satış fırsatı sayıyoruz ama, işin bu yönünü düşünmüyoruz.

Bir şiir, bir öykü okumamış o kadar çok kişi var ki! Denemenin, oyunun yanından geçmemiş… Hele tiyatro yapıtı!

Ataç roman okumayanlardan hoşlanmadığını söylüyor: “Kendilerinden çıkamaz, kendilerini başka kimsenin yerine koyamazlar. Bir tek yaşayışları vardır, ömürlerine bin bir kişinin yaşayışını sıkıştıramazlar.”

Roman, hayatı kavramak açısından edebî verimlerin belki de en geniş yelpazelisi. Doğrusu, romansız yaşamayı düşünemem. Gerçi son yıllarda anı kitaplarına düşkünlüğüm arttı, tarih de gönlümü çeliyor. Yine de başı çeken roman.

Ataç roman okuma, romanı sevme konusunu deşerken, roman sanatının duygular çözümleyicisi, duygular aşılayıcısı olduğunu ileri sürüyor. Özellikle acıma duygusu üzerinde duruyor. Roman okumayı sevmeyenlerin acıma duygusunu bir türlü yeterince hissedemeyeceklerini vurguluyor.

Şöyle yazmış:

“Acıdıkları olur ama, acımak da iki türlüdür. Biri üstünlükten gelen acıma ki gururla, bir çeşit bayağı sevinçle karışıktır; öteki ise karşımızdaki kimsenin acısını kendimizde imiş gibi duyarak acımak.”

Roman okumayı sevmeyenlerde işte bu ikinci duygu yokmuş. Onların acılara yaklaşımında ‘sevgi’nin yeri yokmuş. Bir suçu bağışlasalar bile, o suçun sebebini çözümleyemezlermiş.

Şöyle noktalıyor: “(…) suçunu bağışladıkları kimseye yukarıdan baktıklarını, o suçu kötü gördüklerini sezdirmemek ellerinden gelmez.”

Acıma duygusuna, merhamete hepimizin ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte Ataç’ın tanımladığı kişilere çok sık rastladım: Merhametleri sadakayı andırır…

Roman sanatının ‘gerçeğin’ çok yüzlülüğünü gösterdiğine inanabilir miyiz? Yazıdan iz sürelim:

“Roman okumayı sevmeyenler gerçeğe bakmaktan kaçınırlar demeyeceğim; çoğu ancak gerçeğe ilgi gösterdikleri için romanları sevmediklerini söylerler. Ancak onların ilgi gösterdikleri gerçek yalnız kendi gerçekleridir, yalnız kendileridir.”

Öyleleri için gerçeğin ‘tek’ bir yüzü var, kendi gördükleri. Bu onlara yetiyormuş. Oysa gerçeğin daha birçok yüzü olabileceği, romanların bize düşündürdükleriyle de kavranabilirmiş.

Bir roman kişisi gerçek hayatta ‘yargıladığımız’ bir kişinin ikizi olabilir; biz yargılamışızdır ama, romandaki kişi gözden kaçırdığımız bir şeyleri yüreğimize söyleyerek bize ufuk açabilir…

Roman okumayanlar, bir bakıma hayata yalınkat bakmaya, hayatlarında sığ kalmaya yargılı kişilerdir diyebilir miyiz? Bizi sarıp sarmalayan o, akıllara durgunluk verici sığlığa bakıldığında, gönül rahatlığıyla diyebiliriz…

Çevrenizdeki şişin şişin, böbür böbür insanlara sorun, hiç roman okumuşlar mı, kaç roman okumuşlar, hangi romanları okumuşlar?

 http://www.zaman.com.tr/selim-ileri/roman-okumayanlar_2072055.html

KANLI ÇUKUR - RAHMETLİ MUHSİN YAZICIOĞLU NUN VEFATI

Enkaz bölgesine ilk gün birileri geldi

 KÖKSAL AKPINAR
KÖKSAL AKPINAR
31 Mart 2013



Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatının üzerinden tam 4 yıl geçti.  Olayın kaza mı suikast mı olduğu tartışmaları hâlâ sürüyor. 

Yaptığı haberlerle yaşananlara ışık tutan gazeteci Köksal Akpınar, bugüne kadar edindiği bilgi ve belgelere dayanan tespitlerini ‘Kanlı Çukur’ isimli kitapta topladı.

Bugüne kadar duyduklarımızdan farklı olarak Muhsin Yazıcıoğlu olayına dair Kanlı Çukur’da ne anlatıyorsunuz?

29 Mart 2009’da BBP’nin miting toplantısından baş-layıp helikopterin kiralanma süreci, uçuş güzergâhları ve düştükten sonraki dönemi, aslında altı günlük süreci anlatmaya çalışıyorum. Ayrıca olayın soruşturma safhasında yaşanan bilgi kirlilikleri de kitapta yer alıyor. Kısacası olayla ilgili fotoğraf çekiyor, kaza mı, suikast mı sorusuna cevap arıyorum. Hatta cevabı veriyorum da.


Kaza mı, suikast mı?

Kesinlikle suikast.

Olayın üzerinden 4 yıl geçti. Hâlâ net bir tablo çizilmemesinin sebebi ne?

Böyle bir soruşturmada elbette ki kısa sürede sonuç almak mümkün değil. 6 kişi hayatını kaybetmiş. Dosya Kahramanmaraş Cumhuriyet Savcılığı’ndaydı. 22 aydır özel yetkili savcılık bakıyor. Devlet Denetleme Kurulu’nun (DDK) şüphelerinden sonra özel yetkili cumhuriyet savcılığı devreye girdi. Bu önemli. Eğer böyle olmasaydı, olayın bir suikast olmadığı sonucu çıkarılırdı. İşte o zaman davanın üstü kolaylıkla kapatılırdı.


Dosya üzerinde iyi bir aşama kat edildiğini mi söylüyorsunuz?

Türkiye Cumhuriyeti’ndeki faili meçhul cinayetlerin arasında Yazıcıoğlu soruşturması çok iyi bir yerde duruyor.

DDK kazayı ‘şüpheli’ buldu. Sonrası için ne yapıldı?

DDK, soruşturma kurulu değil. Sadece araştırma yapar. Çok önemli kuruluşların bazı yetkililerini bu olayla ilgili Ankara’ya çağırmış olmasına rağmen kimsenin gitmediği biliniyor. Yani bir yaptırım söz konusu değil. DDK, çok önemli tespitlere imza attı. Hızlı hareket edildi ve dosya erken bile teslim edildi. Çünkü arada Dink dosyası vardı. Yazıcıoğlu soruşturması DDK’nın bu tarz davalara ileride bakması adına da kırılma oldu.

Bu suikast uluslararası bir operasyon

Bu olayı araştırmaya nasıl başladınız?

Tesadüfen olayın içine girdim. Daha sonra biriyle tanıştım ve o isim beni dosyanın içine çekti. Dosyaları okuyunca kendimi çalışmanın içinde buldum. 5 bin sayfa yazışma ve DDK’nın raporunu defalarca okudum. Kaza kırım ekibinin raporunu da aynı şekilde... Bir dünya ifade tutanağıyla içli dışlı oldum. Bu olaya suikast diyorsam, bugüne kadar edindiğim bilgiler, gördüğüm belgeler doğrultusunda diyorum.

Suikast demenizin herhangi bir karşılığı var mı?

Sokaktaki vatandaş da suikast diyebilir. Ancak bunun hukuki bir karşılığı yok. Bu durumda benim değil, hukukun kanaat getirmesi önemli. Ama karşı tezini savunanlar varsa karşıma çıkıp kaza olduğunu ispatlamak zorunda.
Sizi olayın suikast olduğuna inandıran en etkili şey nedir?

Cihazların çalınmış olması. Onun dışında İhlas Haber Ajansı (İHA) muhabiri İsmail Güneş’in 7 kez 112 Acil Servis ile telefonda görüşmüş olması. En uzun konuşması 20 dakika. 112, telefon konuşmasını bile bile uzun tutuyor. Çünkü diğer hattan bir an önce yer tespit çalışması yapılabilsin diye emniyetle görüşülüyor. Fakat biz daha sonra İsmail Güneş’in telefonundan yer tespit çalışması yapılmadığını öğreniyoruz.

Kitapta bunun gibi birçok şüphenin olduğunu yazıyorsunuz. Bu durumda olayın hâlâ aydınlatılamıyor olma sebebi ne?

Bu dosyada 16 aydır gizlilik kararı var. Soruşturmayı yürüten Malatya Cumhuriyet Savcılığı’nın eline ne gibi bulgular, ihbar mektupları geldi biz bilmiyoruz, ki burası çok önemli. Savcılık eğer bunun bir kaza olduğunu düşünseydi zaten dosyayı çok rahat bir şekilde kapatırdı.

Sizin kanaatiniz ne?

Tablo çok net. Olayın uluslararası bir operasyon olduğunu düşünüyorum. Eldeki bulgu ve belgeler de bu yönde. Bu dosyayı yakından takip eden bir gazeteci olarak bunu söyleyebilirim.

Bu kadar iddialı konuşamanızın dayanağı nedir?  

Muhsin Yazıcıoğlu’nun, Avrupa’daki en yakın dostlarından birinin ki kendisi Alman istihbaratıyla çalışan biri, ifade tutanaklarına dayanarak söylüyorum. Onun ifadelerine göre olayın arkasında iki tane ülke var. Bir insanın bu kadar şeyi senaryolaştırması mümkün değil. Kaldı ki tespitleri bizi bu kanaate yönlendiriyor. Kitapta daha detaylı yer alıyor.

Bu dosyanın aydınlanacağına inanıyor musunuz?

İnancım tam. Bu kadar mesafe kat edilmişken bundan sonra kapanması mümkün değil.

Ses kayıtları, belgeler, tutanaklar… Her birini gördüğünüzde ne hissediyordunuz?

Açıkçası İsmail Güneş’in ses kayıtları her dinleyişimde beni çok etkiler. Yayınlamadıklarım da var. Mücadelesi, çırpınışı… İsmail Güneş’in orada fiilen ölüme itildiğini düşünüyorum. Güneş, koltuğu kendine kızak yaparak 600 metreden aşağı tek başına inmedi. Yani enkaz bölgesine ilk gün birileri geldi ve ona da müdahale edildi.

Basına yansıması çok farklı oldu ama…

Basının acayip bir şekilde yönlendirildiği aşikâr. Mesela basına İsmail Güneş’in çenesinin kırık olduğu söylenmedi. Bulunduğunda, otopsi yapıldıktan sonra, kaburgası ve bacağı kırık bilgileri verildi. AA, DHA ve Cihan Haber ajansları verilen bilgi doğrultusunda haber geçti. 2 sene sonra İsmail Güneş’in çenesi kırık bilgisini öğreniyoruz. Bu bilgi o zaman verilseydi üstüne gidilebilirdi. Bence Türkiye Gazeteciler Cemiyeti öldürülen gazeteciler arasına 62. olarak İsmail Güneş’i de eklemeli. Cebinde sadece 7,5 TL ile bir parti başkanını takip eden gazeteci arkadaşımıza en azından bu çok görülmemeli.

KÜRT SORUNU, BAŞKANLIK ve YENİ ANAYASA

31 Mart 2013

Epey bir süredir Adalet ve Kalkınma Partisi'nin, daha doğrusu Sayın Başbakan'ın “başkanlık sistemi”ne geçmeyi istediği biliniyor. 

Nitekim basın-yayın organlarında iktidar partisinin, bu yönde hazırladığı bir taslağı Anayasa Uzlaşma Komisyonu'na sunduğu haberleri çıktı.[1]

Başkanlık sisteminin Türkiye'ye uyarlanabilirliğini ve AKP'nin bu konudaki önerisini Yeni Türkiye dergisinin çıkacak olan ilk sayısında “Başkanlık sistemi, demokrasi ve Türkiye” başlığı altında daha etraflıca değerlendirdim. Bu konuda ayrıca, meslektaşım Prof. Dr. Levent Köker'in bu gazetede daha önce çıkan ilgili yazılarına da bakılabilir.


Dahası, muhalefetin bu öneriye sıcak bakmaması karşısında, AKP'nin bu işte BDP ile birlikte hareket etme niyetinde olduğu, Kürt sorununun çözümü girişimini de bunun için uygun bir fırsat olarak gördüğü söyleniyor.

Tahmin edilebileceği gibi, iktidar partisinin bu eğilimi başkanlık sistemine karşı olan veya bu konuda çekinceleri bulunan kişi ve kuruluşların itirazlarını yükseltmesine yol açtı.

Ancak, tabiî, itirazlar sadece bu cenahtan ileri gelmiyor. Kimileri de, Kürt sorununun çözümüne dair ortaya çıkan iyimser havanın başkanlık sistemine geçiş için bir fırsat olarak kullanılmasına karşı çıkıyor.

Bu itirazların bir kısmının da Başbakan Erdoğan'ın “başkanlık sistemi” adı altında bir tür kişisel diktatörlük kurmak istediğine ilişkin demokratik endişeden kaynaklandığını da teslim etmek gerek.

Nihayet bir de, Erdoğan “başkan” olmasın da varsın Kürt sorunu çözülmesin demeye getirenler var.

(Bu arada, Kürt sorununun çözülme ihtimalinden başka nedenlerle de hazzetmeyenler olduğunu biliyoruz. Meselâ, öyle görünüyor ki, bazı kesimler bu sorunun çözülmesini istemiyorlar; çünkü ideolojik pozisyonları gereği şiddeti kategorik olarak reddedemiyor ve “doğru” veya “haklı” davalar için şiddete başvurmanın meşru olduğuna kesin inanç besliyorlar. Bazıları da Kürt sorunu çözülecekse bile bunun şerefinin Tayyip Erdoğan'a ait olmasından ürküyor.)

Kürt sorununun çözümünün başkanlık sisteminin kabulüne endekslenmesine yönelik itiraz ve eleştirilerde bir haklılık payı bulunduğunu kabul edelim.

Gerçekten de, eğer gerçek durum buysa, “başkanlık sistemi”ne geçişin bu şekilde oldubittiye getirilmesini hesaplayan bir fırsatçılığa tevessül edilmesi uygunsuzdur.

Ama bundan, çözüm sürecine karşı çıkmak gerektiği sonucu çıkmaz. Çünkü, bugün için, insanî maliyeti artık katlanılmaz boyutlara ulaşmış olan bu acılı büyük sorunumuzu kansız bir şekilde çözmekten daha büyük bir önceliğimiz olamaz.

Son günlerde çözüm konusunda iyimserliği artıran gelişmelerin art arda gelmesi fevkalâde sevindiricidir. Bu arada elbette Türkiye'nin demokrasi rotasından sapmaması için de çaba göstermekten geri durmamalıyız.

Hatta, eğer yılgınlığa kapılmayıp enerjimizi bu yönde yoğunlaştırırsak, belki de Kürt sorununun çözümünü Türkiye'nin genel olarak özgürleşmesinin ve demokratikleşmesinin bir vesilesi haline getirmemiz mümkün olabilir.

Bunu ise ancak çözüm sürecini destekleyerek, ona elimizden geldiğince katkı yaparak başarma şansımız vardır; onun çıkmaza girmesini dileyerek veya bu meselede ciddî bir risk almış olan hükümeti tökezletmeye çalışarak değil. Böyle bir yola sapmak ahlâken de doğru değildir.

Kürt sorununun barışçı çözümünü demokratikleşmeye nasıl hizmet ettirebileceğimize gelince: Aslında, bu sorunun çözülmesi zaten kendi başına özgürleşme ve demokratikleşmeye hizmet eder.

Dört yıl kadar evvel “Bizi Kürtler özgürleştirecek” diye yazarken de kastettiğim buydu. Çünkü, Kürt sorununun çözümü, her şeyden önce, devletin özgürlüklerimizi bir de bu sorunu bahane ederek budamasına son verecek.

Ayrıca, açıktır ki, Kürt sorunu sadece PKK'ya silâh bıraktırmakla çözülmez, çözülemez; bunun için aynı zamanda bir yandan siyasî birliğin yeniden tanımlanmasına, sivil özgürlüklerin takviyesine ve kültürel hakların tanınmasına, öbür yandan da devlet teşkilâtının siyasî-idarî bakımdan adem-i merkezileştirilmesine ihtiyaç vardır. Önümüzdeki anayasa yapımı sürecini bunun için iyi bir fırsat olarak kullanabiliriz.

Bu süreçte Türkiye'nin demokrasiden sapmamasına başka bir şekilde daha katkı yapabiliriz. O da AKP'nin “başkanlık sistemi” adı altında ortaya attığı öneriyi eleştirmek ve düzeltilmesi için karşı öneriler getirmek yoludur.

Bunu söylemekle, AKP'nin bu ad altında önerdiğinin başkanlık sisteminden tamamen başka bir şey olduğunu da söylemiş oluyorum.

Esasen ben teorik bir model olarak başkanlık sisteminin sadece etkinlik bakımından değil, daha da önemlisi özgürlük ve demokrasi idealleri bakımından da parlamenter sistemden daha uygun bir rejim modeli olduğunu düşünüyorsam da; Türkiye'nin siyasî kültürünün, kurumsal geleneklerinin ve siyasî parti yapısının başkanlık sistemine uyarlanmasının hiç de kolay olmadığı kanaatindeyim.

Sahici bir başkanlık sistemi hakkında böyle düşünürken, AKP'nin önerdiği “başkancı” modeli desteklemem evleviyetle mümkün değildir [1].

Bunu söylerken, Türkiye'nin carî rejiminin demokratik kusurlarının, eksik-gediklerinin de elbette farkındayım. Ama buna rağmen Türkiye'nin demokratik geleceği hakkında kötümser değilim.

“Aman başkanlık sistemi gelmesin de varsın Kürt sorunu çözülmesin” diyecek kadar akıl ve iz'anını yitirmiş olanlara da şaşıyorum.

Şu var ki, iktidar partisinden de, hiç değilse, kendisine “düşman” olmadığı besbelli olanlardan gelen yapıcı eleştirileri göz ardı etmemesi beklenir.

*Prof. Dr., İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi

http://www.zaman.com.tr/yorum_kurt-sorunu-baskanlik-ve-yeni-anayasa_2072060.html

AŞK OLSUN! Şimdi sınavımı iptal mi edeceksiniz?

Nuriye Akman


Bazı sözler espri niyetine de söylense dua yerine geçiyor galiba. Geçen haftaki yazımı, “Bugün neler yaşadığımın aşırı acıklı hikayesi haftaya pazara” diye bitirmiştim. YGS maceram hakikaten hüzünlü bitti.

 Salimen tek parça halinde çıktığım sınav kapısında büyük şok yaşadım: Cevap kağıdım geçersiz sayılacaktı! Sen misin “ÖSYM başkanı da girsin bu sınava” diye başlık atan! Öyle değil böyle girilir diyordu ÖSYM!

OLAY şöyle gelişti: Saat 09.20 sularında Belma Güde İlkokulu’nun kapıları açıldı. Kontrolden geçerek içeriye ilk giren ben oldum. Doğrudan sınıfıma gidip, gözetmenlerin işaret ettiği sıraya oturdum. Soru kitapçıklarının bulunduğu mühürlü büyük torba henüz kapalıydı. On dakika sonra başka bir zarftan çıkan cevap kağıtları dağıtıldı ki kimlik bilgilerimizi vakitlice kodlayalım.

09.30’DA sınıfa Cihan ve Zaman muhabirleri geldi. Onları beklemiyordum. Çünkü daha önce bahçede çekim yapmışlardı. Biz yazarlar nasıl anlatmaya doyamazsak, onlar da görüntü almaya doyamazlar. Yerimden kalkmadan kameralara gülümsedim. Ne bana bir soru yöneltildi, ne de gözetmenlerden çekime dair itiraz geldi. Zaten muhabirler bir veya iki dakika kaldılar içeride.

20-25 dakika sonra zarf açıldı, soru kitapçıkları dağıtıldı. Tam 10.00’da tabiri caizse gong çaldı, yarışma başladı. Başlarımız anında kurbanlık koyunlar misali yüce giyotinin önünde eğilmişti. Bu kıyamet gününde kimsenin diğerine hayrı olmayacaktı. Hepimiz kendi bacaklarımızdan asılacaktık. Yalnız burada İngiliz sicimi yerine Türk urganı kullanılıyordu.

KEŞKE urganı Türk kılan sağlamlığı olsaydı. Heyhat! Her biri bambaşka becerilerle donatılan, çiçeklerini farklı koşullarda açabilecek iki milyona yakın gençten aynı tür başarı isteniyordu: Ne kadar çok soruya cevap verirlerse o kadar makbuldüler. Yoksa “başarısız” damgasını vuracaklardı alınlara! Puan yüksekliği tek başına ölçüt alındığında, mesleklerin kendilerine en uygun taliplerle buluşamayacağı açıktı. Devletlûlarımız, bunun toplumsal intihar anlamına geldiğini anlamıyordu.

SORULARI okurken söylenmeye devam ediyordum. Kafa sesimi kimse duymuyordu tabii. Görünüşte gayet sakindim çünkü sırtımda yumurta küfesi yoktu. Maraton değil kısa mesafe koşucusuydum ben. Fakat yaşadığım bu ıstırabın da bir anlamı olmalı, gölgelerin gücü adına duruma el koymalıydım! Lâmı cimi yoktu, bu düzen derhal değişmeliydi. Hayır, tembelliğe güzelleme yapmıyordum. Her taşın yerli yerine konulmasıydı muradım.

BU sistem, meslekler arasında hiyerarşi yaratıyordu. Yüksek puan isteyenler itibar listesinin başında yer alıyor, puan düştükçe mesleğin değeri de aşağıya yuvarlanıyordu. Oysa ne kadar iyi doktorlara, hukukçulara, mühendislere ihtiyacımız varsa, o kadar da iyi öğretmenlere, gazetecilere, sosyal hizmet uzmanlarına ihtiyacımız vardı.

DEVLETİN elinde hangi işin nasıl bir psikolojik altyapı gerektirdiğine dair bilimsel raporlar yoktu. Çocuklar kişilik yapılarını tanımada yardım almadan, itibar listesinin üst katlarına tırmandırılıyordu. En fazla neti olan, en makbul öğrenciydi. Hele bir de derece yaptıysa, ebeveynleriyle hocaları kendisiyle övünüyor, rektörler tebrik telefonları açıp, “Bize gel, bize” diye yalvarıyordu.

MADDİ getirileriyle öne çıkan mesleklerin zor yanlarından bahis yoktu. İdealize edilen ham hayallerin peşinde koşuyordu çocuk. Hangi diplomayı almak istediği yerine, hayatın hangi problemini çözmeye talip olduğu sorulmuyordu ona. Matematiksel zeka, kendisi için en doğru mesleği seçmesine yeter sanılıyordu.
PUANI düşük gelen çocuk ise tescillenmiş başarısızlığının ağır yükü altında ezilirken, sosyal, sportif ya da sanatsal potansiyeli çöpe gidiyordu. Mesele sadece çalışkanlık-tembellik ekseninde değerlendirilemezdi. İnsan kaynaklarımız göz göre göre israf ediliyordu. Asıl kaybeden toplumdu.

Sınavı nasıl yapalım?

Peki ne yapmalıydık? Teklifim şuydu:

1-HANGİ mesleğin ne tür bir insan malzemesi istediğini belirleyelim önce. Sonra gençlerin kişilik yapısı ve becerilerini ölçecek bilimsel kriterleri oluşturalım. Ve tabii bunları değerlendirecek eğitim kadrosunu hızlı bir şekilde yetiştirelim.

2-LİSE birden mezun oluncaya kadar yılda ikişer kez çocukları bu testlerden geçirelim. Cevaplarının doğru ve yanlış diye kodlanmayacağını, amacımızın yollarına ışık döşemek olduğunu bildirelim.

3-BU ölçümlerde filmlerden, romanlardan yararlanılabileceği gibi, gazete haberlerine yansıyan gerçek hikayeler de kullanılabilir. Çocuktan vaka analizi yapması istenir, olaydaki kişilerin yerine kendini koyması ve nasıl davranacağını açıklaması beklenir. Olayları ve insanları tanımlama biçimi dahi müthiş ipuçları verecektir.

4-DEĞERLENDİRME sonuçları biriktikçe kendi içinde kıyaslama yapabilme imkanı doğacaktır. Çocuğun zihinsel becerileri, duygusal zekası ne yönde gelişmektedir? Dikkat! Burada iyi ve kötü yön yoktur, sadece eğilimler ve açılımlar vardır.

5-ÜNİVERSİTEYE giriş yine iki aşamalı olsun. Birincisinde lise boyunca yapılan testleri daha detaylı bir şekilde uygulayalım. Böylece okulun olası hatalarını asgariye indirelim, eksikleri tamamlayıp çocuğun geldiği son durumu belirleyelim. Böylece ona vereceğimiz belge, hangi mesleği seçerse daha başarılı olabileceğine dair ciddi bir rehber olur.

6-BU arada meslekler, niteliklerine göre fen bilimleri, sosyal bilimler, sanatlar ve benzeri gruplara ayrılmıştır. Her grubun sınavı ayrıdır. Öğrenci nihai olarak dilediği sınava girecektir. Böylece zaman ve emeğini verimli kullanacak, hiç işine yaramayacağı bilgileri ezberlemekle uğraşmayacaktır.

Şen geldim yaslı dönüyorum

YGS sorularını cevaplarken yukarıda özetlediğim düşüncelerin hücumuna uğradım. Şimdi sırası değil diye onları kovmaya çalışırken sorular çok kolaymış gibi geldi, seçenekler üzerinde fazla düşünmeden salladım da salladım. Derken birden boynum başımı taşımamaya başladı. İki saat boyunca eğilmekten tutulmuştu.

Kafamın içinde sanki taşlar vardı, oradan oraya yuvarlanıp, canımı yakıyordu. Amaaan yeter diye kalemi bıraktım. Kalan 40 dakikayı cevaplarımı kontrolle geçiremezdim. Acilen ağrı kesiciye ihtiyacım vardı. Bir fincan acı kahveye nelerimi vermezdim.

Cihan ve Zaman muhabirleri beni bahçede bekliyordu. Kameralar yeniden çalışmaya başladı. Sınav esaretinden kurtulmak iyi gelmişti. Boynu tutulan, başı çatlayan ben değilmişim gibi neşeyle konuştum. Biraz sonra öldürücü darbe ense kökümde belirdi:

-Sınavınızın iptal edilmesi gerekiyor.

-Haydaa!

-Sınıfa kamera sokup çekim yapmışsınız.

-Sınav başlamamıştı daha.

-Fark etmez. Yasak olduğunu bilmiyor musunuz?

-Yasaksa siz içeri almayacaktınız. Çekim gizli yapılmadı. Gözetmenler de oradaydı.

-Kim bilir kamerayla ne bilgiler verildi size.

-Yok daha neler! Soru kitapçıkları dağıtılmamıştı henüz.

-Kusura bakmayın. Tutanak tutmak zorundayım. 

-Ne yapman gerekiyorsa yap arkadaş.

-Geçersiz sayılacak kağıdınız, başka yolu yok.

-Amaan! Umurumdaydı...

YAPACAK bir şey yoktu. Kağıdım iptal edilirse ben de AİHM’ye giderdim! Doğrusu büyük şenlik olurdu! Ama tabii önce iç hukuk yollarını tüketmem lazımdı! Suçlanıp tehdit edilmek ağırıma gitmişti aslında. Ama bunu itiraf edemiyordum. Evlere damlara sığamadım. Kendimi sokaklara atıp beş saat yürüdüm. Beynimde binlerce karınca...

ERTESİ sabah cevaplarımı kontrol ettim. Toplam 60 net yeter de artar diyordum ki 50’yi zor bulmuştum. Sadece sözelleri cevapladığımı not düşüyorum. Özellikle felsefede çuvallamıştım. Şimdi evin huzurlu havasında, çay çorba içerek doğru yanıtı dedem de verirdi! Marifet saksıyı stres altında çalıştırabilmekti. Bu yaşta, iki aylık seyrek sepelek çalışma ile alınacak sonuç buydu işte.

ÖTE yandan artık özgürdüm. Bu vesileyle tanıdığım insanlar, yaşadığım tatlı heyecan, öğrendiğim yeni bilgiler ve hepsinden önemlisi böylesine zenginleştirici bir mesleği bana nasip ettiği için Yaradan’a şükrettim.

http://www.zaman.com.tr/pazar/ask-olsun-simdi-sinavimi-iptal-mi-edeceksiniz_2071918.html

AİLENİN PARÇALANMASI İNSANLIĞIN İFLASISIR

31 Mart 2013
Modernitenin dayattığı bireycilik ve özgürlük cereyanının standart sapması yalnızlık ve toplum ile iletişim kopukluğu olarak görünmektedir.

Kuşkusuz sosyal toplum ve geleneksel kültürün yeniden canlandırılmasına dair çabalar, bu etkiyi hafifletmektedir.

Ancak geç de olsa gün yüzüne çıkan kimi etkiler var ki, bugün aile kurumunu zayıflatan ve bireyi topluma daha korunaksız kılan bir zemin oluşturmaktadır. Çağımızda modernizmin bu yan etkilerini bertaraf etmek ve bireyin toplum ve çevresi ile sahih iletişim kurmasını sağlamak, toplum ideasının çerçevesini belirlemektedir.

Küreselleşmenin insana tüketici bir robot olarak yaklaşımı nedeniyle hafif şiddette depremlerin hissedildiği aile kurumunun itinayla ele alınması gerekmektedir. İnsan olmanın erdemini yaşatan, insanı topluma ve geleceğe hazırlayan, karşılıksız sevgi ve şefkat, doğru bilgi ve maneviyatla topluma değer ve anlam katan aile, geleceğimizin vazgeçilmez teminatıdır.

Kimi etkileşimler içerisinde savrulan temel sosyal yapımızı, yine bu yapıyı var eden geleneksel referanslar ile yeniden inşa edebileceğimizi bilmek zorundayız.

“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” hadisi, aileler arası ilişkiyi tanzim etmesi bakımından ne kadar önemlidir.

Oysa bugün büyük plazalarda filizlenen yeni yaşam modelinde yalnızlık bir konfor olarak sunulsa da ortaya çıkan sorunlar, geleneksel ilişkilerimizin ne oranda arandığının da ispatı gibidir.

Yeniçağ ailesi sonçağı temsil eden endüstri devrimi, kentleşme, aydınlanma düşüncesi, göç ve ulus devlet gibi politik, ekonomik ve sosyal gelişmelerin etkisiyle meydana gelen ailedir.

Sosyolojik olarak yeniçağın ailesi endüstrinin, kentleşmenin, çıkar felsefesinin, ben merkezciliğin, aydınlanma düşüncesinin ve göçlerin ailesidir. Oysa sağlıklı, huzurlu, mutlu bir dünya için, duyarlı, gayretli, özverili bireylerin yetiştirilmesine ihtiyaç vardır.

İnsanî yönü güçlü bir dünyada yaşamak istiyorsak insanların, renk, şekil ve anlam kazandırdığı toplumların kök hücreleri olan aileleri sağlıklı ve güçlü kılmak zorundayız.

Geçmişten günümüze doğru baktığımızda; geniş aile yerini çekirdek aileye, o da tek ebeveynli aileye, son aşaması ise evlenme ihtiyacı duymayan yahut da evliliğin sorumluluğunu taşımak istemeyen, bireysel yaşamayı âdet edinen garip bir dünyaya şahit oluyoruz.

Weberyen mükemmel bürokratik sistemin toplumsal düzeninde kurumların işlevselliği karşısında artık aileye gerek kalmayacağı bile ileri sürüldü ve bazı çevreler geleceğin toplumlarını ona göre dizayn etmeye çalışıyor.

Oysa sadece kendisini ve çıkarlarını düşünmeyi erdem gören bu son durum, bütün toplumları geri dönüşü mümkün olmayan çıkmazlara doğru sürüklemektedir.

Evliliğin olmadığı bir toplumda; neslin devam ve “temadisi” bir yana, bu gidiş insanlığın sosyoekonomik ve kültürel boyutta kan kaybetmesi anlamına da gelir.

Küresel bir sorun olan bu akıma bütün ülkelerin; değişimle sarsılan aileye yönelik eğitim, hukuk, danışma ve rehberlik alanlarında, kısacası ailenin korunması, güçlendirilmesi ve yaygın hale getirilmesi konusunda verilebilecek hizmetlere elbirliği ve ciddiyetle eğilmesi gerekmektedir.

Her şeyden önce dört başı mamur bir çözüm için; bilimsel verilere dayanmış bir aile stratejisi, bu strateji ve geleneksel değerlerin evrensel güzellikler doğrultusunda geliştirildiği bir sosyal politika iyi-doğru-güzel adına insanlığa çok şeyler katacaktır.

Toplumsal yapının temel unsurlarından olan demografik özellikler, pek çok alanda olduğu gibi toplumsal hizmetlere yönelik de önemli bir veri tabanı sağlamaktadır.

Örnek olarak; Türkiye nüfusu artış oranı 1990’larda % 2,17 iken 2011 yıllında ise 1,35’e düşmüştür. Bu düşüş ilk 20-25 yıllık dönemde nüfusun orta yaş öbeğinde yoğunlaşacağına, daha sonraki yıllarda yaşlı nüfus oranının artmasına işaret etmektedir.

Boşanmaların da artması beraberinde tek ebeveynli aileler ve çocukların bazı destekler almasını gerektirecektir. Geriye dönük edinilecek veriler, bilimsel olarak daha ileriyi görmeye yardım edecek, planlamalarda olabildiğince pozitif veriler üzerinden hareket etme imkânı sunacaktır.

Toplumsal değişme algısı; beraberinde bazı sorunları aşmada geleneksel denetim ve çözüm yolları getirse de modern toplum yapılarında hukukî düzenlemeler zorunlu hale gelmektedir.

Özellikle boşanmaların artması, ailenin kuruluş aşamasında kendini gösteren eşlerin mallarına ilişkin rejim farklılıkları hukukî düzenlemeleri mecburi kılmaktadır. 

Sonraki aşamalarda velayet, vesayet, nafaka, şiddetin önlenmesi yolundaki hukukî düzenlemeler ailenin teminatı ve sorunlarının en aza indirilmesinde etkili olacaktır.

Aile, toplumsal olduğu kadar kutsal bir kurumdur. Bu kurumun devam ve temadisi, değerler ve biyopsikososyal şartların birlikte düşünülmesiyle mümkündür.

Aile danışma ve rehberlik hizmetlerinin yürütülmesinde, merkezî yönetim, yerel idareler, sivil toplum kuruluşları, maddi ve manevi dinamiklerin ortak çalışmaları, etkili ve faydalı adımların atılmasını hızlandıracaktır.

Böylesi bir sistemin bileşenlerini temsil eden ehil ve uzman kişilerin dünyanın çeşitli coğrafyalarında bulunan mevkidaşları ve benzerleriyle fikir teatisinde bulunmaları, global düzeyde önemli ve değerli çözümler üretilmesine, etkili projelerin geliştirilmesine vesile olacaktır..

Bireyin dünya ile arasındaki bağın kurulması noktasında toplum hayatının temelini oluşturan aile; bireyleri arasında duygusal, psikolojik, sosyal ihtiyaçların karşılanmasında çok önemli rol oynar..

Ancak tüketimin ve bireyselliğin özendirilmesi, özgürlüğün yanlış yorumlanmasıyla aile; sosyal şartlar ve ekonomik etkenlere bağlı olarak değişiklik gösterebilmekte, buna bağlı olarak da farklı aile modelleri ortaya çıkabilmektedir.

Bu bağlamda boşanma sonucu, tek ebeveynli aileler günümüzde yaygınlaşan bir aile modeli olarak karşımıza çıkmaktadır. Tek ebeveynli ailelerin, geniş veya çekirdek ailelere göre çok farklı ihtiyaç ve sorunları söz konusudur.

Öncelikli olarak boşanma, ayrılık ya da vefat nedeniyle ebeveynlerden birinin olmadığı ailelere ekonomik, sosyal, hukuki alanda sunulan hizmetlerin bilimsel çalışmalarla yeniden belirlenmesi gerekmektedir..

Zaman, dünden bugüne insan ilişkilerinde, kurumlarda ve sair sosyal alanda değişimi de beraberinde getirir. Bu değişime her fragman ve katmanın hazırlıklı olmasının belirli şartları vardır.

Sağlıklı sürdürülen bir gelenek ve değişime açıklık önemli sıhhat şartıdır. Ancak bu değişim, insan odaklı kültürel dönüşümü de beraberinde getirmelidir.

Bireyler arasında zayıflayan hatta yok olmaya yüz tutan sağlıklı iletişim, bırakın aileler yahut da kuşaklar arasında, toplumlar hatta ülkeler arasında ciddi çatışmalara sebebiyet vermektedir.

Akrabalık ilişkilerini zayıflatan ve anlamsız kılan bu durum, hem boşanma, hem çocuksuz ailelerin oranlarında artışa sebep olmakta, hem de sosyal entegrasyonu zorlaştırmaktadır.

İhtiyarlayan dünyamızın gittikçe yaşlanan yorgun aile yapısını genç, dinamik, verimli düzeyde tutmak istiyorsak dünya çapında; evliliği özendirme, çocuklu aileleri destekleme, koruma ve güçlendirme adına; ilgili bütün kurum, STK ve etkili kişilerin vakit fevt etmeden acilen bu hayatî konuya eğilmesi, geleceğimiz açısından insani bir sorumluluktur.

Unutmamalıyız ki toplum her değişim sınavında olduğu gibi küresellik kıskacından da ancak sağlıklı ve güçlü bir aile yapısı ile geçebilir.

*Darülaceze Müessese Müdürü

 http://www.zaman.com.tr/yorum_ailenin-parcalanmasi-insanligin-iflasidir_2072061.html

FITRAT VE ADALET

                                                                                                        Prof.Dr. Yunus Çengel
Bilimi evrensel kılan husus, her ilme ait kanun ve prensiplerin sağlam ve eğitilmiş akıllar tarafından önyargısız araştırmalarla keşfedilmiş olmasıdır. İnsanların yaptığı şey, hâdise ve varlıklarda parıldayan bilim ışığını fark edip ifadelendirmek, daha sonra da bu bilgileri yeni sahalara uygulamaktır.

Temel bilimlerdeki ilerlemeler, hem icat eden sezgiye dayalı akıl fakültelerini, hem de keşfeden gözlem-sorgulamaya dayalı akıl bileşenlerini birlikte kullanmakla mümkündür. Bu açıdan bilim insanları ya mucit, ya kâşif veya hem mucit hem de kâşif kabiliyetleriyle donatılmış kimselerdir.

Kâşif bilim insanlarının yaptığı şey, bilimi icat etmek değil, keşfetmektir. Bu açıdan keşiflere yönelik bilimin kaynağı sadece akıl değildir.

Keşiflerin gerçek olup olmadığının test edilmesini tetikleyen şüphecilik, ilimde önemli bir kontrol mekanizmasıdır. Zîrâ araştırmalar esnasında bilim, şahsî görüş ve önyargılarla karıştırılabilir. Bu yüzden, ortaya yeni konan ilmî tespitlerin muhakeme edilmesi ve belli testlerden geçirilerek ayıklanması gerekir. Ancak bu sürecin sonunda, ilim evrenselleşir ve şahsilikten çıkıp cihanşümul bir hususiyet kazanır.

İnsanların eğitim ve aklî gelişmişlik seviyesi arttıkça, görüş ayrılıkları azalmakta ve dünya çapında daha geniş bir mutabakat sağlanmaktadır. Meselâ bir zamanların en ateşli tartışma konusu olan Dünya’nın yuvarlaklığı bugün sıradan bir bilgidir. Bilim ışığıyla bakıldığında bilgi eksikliği veya yanlış bilgiden kaynaklanan fikir ayrılıkları ve ihtilâflar sona ermekte, aklın tatmin edilmesiyle genel bir mutabakat sağlanmaktadır.

Bu duruma çarpıcı bir misâl, Erzurum’un Abdurrahman Gazi mevkiidir. Burası hem türbeleri, hem de yokuşlarıyla meşhurdur. Halk arasında bu bölge, duran arabaların kendi hâllerine bırakıldığında yokuş yukarı gittiği rampasıyla bilinir. Görenleri hayrette bırakan ve fizik kanunlarını göz göre göre ihlâl eden bu hâdiseyi, kimi keramet olarak tarif eder, kimi de manyetik alanla (nedense arabayı çektiği iddia edilen bu alanın, para gibi metallere hiç tesir etmemesini kimse sorgulamaz) izah etmeye çalışır. Aklını yeterli seviyede eğitmeyen ve sorgulamayan insanların tevatürlere ve gözlerine olan itimatları bazen o kadar güçlü olabilir ki, diğer muhtemel açıklamaları düşünemezler.

Abdurrahman Gazi mevkii, coğrafik açıdan ilginç bir topoğrafyaya sahiptir. Yola paralel konan basit bir su terazisi gösterecektir ki, yokuş olarak bilinen o yol aslında iniştir ve arabaları hareket ettiren şey de, diğer inişlerde olduğu gibi yerçekiminden başka bir şey değildir. Burada aslında bir algı ve görme yanılsaması olabileceğine kimse itibar etmemekte, hakikat ehlinin nazarında fizik kanunları yalancılık ithamına maruz kalmaktadır.

Eğer bu kanunların dili ve şuuru olsaydı, adalet talebiyle bu insanları mahkemeye verecekti. Mahkeme de âdil bir karar verebilmek için, her iki tarafın doğruluk ve tarafsızlığını kabul edeceği su terazisi gibi şahitlere müracaat edecekti. Aklın ilim ışığıyla gördüğü bu manzara karşısında, insaf sahibi insanlar gözlerine güvenmekle haksızlık ettiklerini görecek ve doğruluğa kanaat edeceklerdi. Benzer şekilde, bir duvarın eğik veya doğru olduğu konusunda bir fikir ayrılığı olduğunda, sarkıtılan basit bir duvarcı şakülü bu ayrılıklarını giderecek ve herkesi aynı görüşte birleştirecektir. Burada önemli husus, aklın ve gönlün birlikte tam tatmin olması ve itiraz edilecek bir noktanın kalmamasıdır.

Hayvanlardan farklı olarak insanlarda bildiğimiz maddî mide ile beraber çok sayıda mânâ mideleri vardır. Akıl ve adalet bu midelerin önde gelenlerindendir. Akıl midesinin gıdası ilimdir ve aklen gelişkin bir insanın aklıyla ilim yemekten aldığı haz, ağzıyla yediği lezzetli bir yemekten aldığı hazdan daha az değildir. Adalet duygusu da akıl gibi mânevî bir midedir ve gıdası mağdura hakkını, zalime de cezasını vermektir.

Yani işlerde adaleti gözetmek ve canlı-cansız bütün varlıklara adaletle muamele etmektir. Bu duygunun hazzı, mağdurların hak ettiği şeye kavuştuklarını ve zalimlerin layık oldukları cezaya çarptırıldıklarını görmekten doğan memnuniyet ve sevinçtir. Haksız muamele ve zulüm, adalet duygusunu incitir ve vicdan sahibi herkesi rahatsız eder. Geçmişteki adaletsiz bir muamele hatırlandığında insanı ızdıraba boğar ve hayatın tadını kaçırır.

Nasıl merak ve ilim öğrenme hissinin insandaki muhatabı akıl ve zihnin çeşitli fakülteleri ise, adalet hissinin alıcısı da vicdandır. Bundan dolayı, adalet akıldan ziyade vicdanla tartılır. Rus yazar Aleksandır Soljenitsin’e göre: “Adalet vicdandır; ferdî bir vicdan değil bütün insanlığın vicdanıdır. Kendi vicdanlarının sesini net olarak tanıyanlar genellikle kamu vicdanının sesini de tanırlar.”

Adaletin sembolü terazidir, ancak bir şeyin adalete uygun olup olmadığını gösteren şakül veya su terazisi gibi fizikî teraziler her zaman söz konusu değildir. Kendisi madde dışı yani mânâ olan adaleti tartan vicdan terazisi de mânâdır ve o yüzden adalet de ilim gibi hissedilir; ama beden gözüyle görülemez ve başkalarına gösterilemez. Meselâ adaletle hükmeden yöneticileri insanların nazarında yücelten âdillik hasleti, bu âdil kişilerin atom veya moleküllerinden kaynaklanmamaktadır.

Zîrâ insan bedeninin temel yapıtaşları olan karbon, azot, hidrojen ve oksijen atomlarıyla atomlararası bağlar, âdil ve zalim kişilerde aynıdır. Parçalarında olmayan bir şey bütününde olamayacağına göre, insanlarda varlığı görülen adalet ışığı insanın maddesinden değil, aynen elmasın göz kamaştıran pırıltılarının elmasın atomlarından değil de dışarıdaki bir ışık kaynağından geldiği gibi, dışarıdan gelir.

Bu yüzden nasıl bilim ve aklın ne olduğu, en kolay şekilde cehalet ve akılsızlık üzerinden tarif ediliyorsa, adalet ve vicdan dahi, daha ziyade zıtları olan adaletsizlik ve vicdansızlıkla bilinir. Eğri olan bir duvar, nasıl su terazisi ile kolayca belirlenen yerçekimi hatlarını referans alan gözü rahatsız ediyorsa, hukuku ihlâl eden eğri bir davranış da, bozulmamış bir vicdanda vicdan terazisinin ibresini denge konumundan saptırır ve vicdanı burkar. Adaleti sağlayan davranış, vicdandaki bu burkulmayı telâfi eden ve vicdan terazisini tekrar denge hâline getirip rahatlatan davranıştır.

Adalet fıtrata uygun olmak, bunun gereğini yerine getirmektir.

Adalet; mizan, ölçülülük ve dengedir. Vicdanlı olma vasfı olan adalet, hakların belirlenmesi ve hak edenlere layık oldukları ceza veya mükâfatın verilmesini gerektirir. Adaletsizlik mefhumuyla da haksızlık ve insafsızlık kastedilir.

Başka bir ifadeyle adalet, her şeyin lâyık olduğu ve hak ettiği yerde olması, kişinin hakkına razı olup başkalarının hakkına tecavüz etmemesi, fıtrat veya hikmet olarak da ifade edilen yaratılış gayesine uygun hareket etmesidir. Adalet ve dengeden güzellik, nezahet ve estetik doğar; sükûnet, huzur ve hoşnutluk hâsıl olur. Adalet, insana verdiği huzur ve ulvî haz ile bilinir ve huzuru yok eden itiraz ve isyan hislerini giderir.

Hak ettiğine rıza gösterme yerine itiraz etme hissinin kaynağı, fıtrattan sapış ve yaratılış gayesine aykırı davranıştır. Fıtrata aykırı hareket, adaletsizliktir. Bunun anında verilen cezası, huzursuzluktur. Hattâ denebilir ki adalet, güzellik; zulüm ise, çirkinliktir. ABD’li filozof ve yazar Henry David Thoreau’nun ifadesiyle: “Adalet şirin ve âhenkli, adaletsizlik ise haşin ve âhenksizdir.” O yüzden adalet çekici, zulüm ise iticidir.

Eski Romalı filozof ve devlet adamı Marcus Tullius Cicero’nun dediği gibi: “Adalet, herkese hak ettiğini veren yerleşik ve değişmez gayedir.” Evrensel bir değer olan “musavat-ı hukuk” kaidesi, halk arasında genellikle ‘kanun önünde eşitlik’ olarak bilinir, zengin ile fakirin, âmir ile memurun, işçi ile patronun kanun önünde ve hâkim karşısında eşit muamele görmesini gerektirir.

Yani hakkını aramada ve hak ettiği şeyi almada herkes eşittir. Eğer bir yerde kendilerini kanunun üzerinde gören imtiyazlılar varsa, orada adalet yoktur. Marie von Ebner-Eschenbach’ın ifadesiyle: “Adaletin en büyük düşmanı imtiyazdır.” Adalet denince akla genellikle mahkemeler yoluyla alınmaya çalışılan haklar ve telâfi edilmeye çalışılan mağduriyetler gelir. Ama adalet, çok daha geniş bir sahayı kapsayan ve âdeta bütün varlıklara nüfuz eden en temel, kapsamlı felsefî kavramlardan biridir.

Adaletin kaynağı hakkında birçok teoriden biri, onun insan tabiatından kaynaklanan ve içten gelen bir his olduğudur. Bu görüşü destekleyen tecrübî veriler vardır. Adalet sıfatıyla tanınan insanların özelliği, adalet ışığı için kuvvetli bir alıcı konumunda olmaları, çevredekilere huzur ve güven veren bu ışığı hâl ve hareketlerine yansıtmalarıdır. Bu da kâinatta madde ve zamandan bağımsız yaygın bir adaletin var olduğunu gösterir. Dolayısıyla, insan fıtratı adaletsizliği reddeder ve zulme karşı bazen hayatı pahasına da olsa isyan eder.

Maruz kalınan zulümler neticesi adalet hissi yaralanan ve dengesi sarsılan insan, yaralı bir aslan gibi garaz ve intikam hislerinin kontrolü altına girerek birçok zulmü işleyebilir. Kabaran garaz ve intikam hislerini teskin eden ve kükreyen aslanı kuzuya çeviren sakinleştirici iksir, adalet mekanizmasının işletilmesidir. Çünkü adalet, adaleti celbeder.

William Hazlit’in ifadesiyle: “Başkalarına adaletle muamele etmeye en hazır olanlar, dünyanın kendilerine adaletle muamele ettiği hissini taşıyanlardır.” İngiliz filozof Francis Bacon da bunu şöyle ifade eder: “Eğer biz adaleti muhafaza etmezsek, adalet de bizi muhafaza etmeyecektir.”

Kâinatta birlik esastır, bu da ancak hassas bir denge içinde mânâlı ve uyumlu bir birliktelikle mümkündür. Bir şey ne kadar büyük olursa olsun, daha büyük bir bütünün parçasıdır. Bir varlığın var oluşunun esas gayesi kendine yönelik olan hususlar değil, parçası olduğu bütüne yönelik hususlardır.

Hattâ varlıklar yokluk âleminden varlık âlemine gelmelerini, parçaları olduğu bütünün varlığına borçludurlar. Gödel Teoremi’nin de ifade ettiği gibi, bir şeyin bu iç içe olan varlık daireleri silsilesindeki değişik rol ve konumları ve diğer şeylerle münasebetleri bilinmeden, o şeyin hakkını tam ve doğru olarak bilmek ve dolayısıyla adaleti gözetmek mümkün değildir.

Ve ‘O şeye adalet edelim.’ derken, onun parçası olduğu bütüne ve o bütünün diğer parçalarına büyük bir adaletsizlik etmek ve birçok yüksek gayeleri iptal edip çirkinlik sergilemek mümkündür. Meselâ bir arabayı ele alalım. İrili ufaklı yüzlerce parçadan oluşan arabanın varlığının tek bir sebebi vardır, o da araba sahibinin rahat, hızlı ve güvenli bir şekilde bir yerden bir yere gitmesini sağlamaktır.

Zaten hayatında ilk defa bir araba gören kimse sadece arabayı inceleyerek, onun koltuklarına, tekerleklerine, direksiyonuna vs. dikkat ederek anlar ki, bu arabanın yapılış gayesi insanlara araç olmaktır. Eğer insanların yolculuk için araçlara ihtiyaçları olmasaydı, araba da olmayacaktı.

Arabanın bu yapılış gayesine uygun olarak kullanılması tam bir adalet ve güzelliktir. Hiçbir vicdan sahibi bundan rahatsız olmaz ve arabaya acımaz. Yine hiçbir akıl sahibi de; “İnsanın hep arabaya binmesi arabaya haksızlıktır; ara sıra araba da insana binmelidir ki adalet olsun!” demez. Arabaya binmeye kıyamayıp onu kendi hâline paslanmaya bırakmak ise bir adaletsizliktir, israftır ve çirkinliktir.

Eğer arabanın da insan gibi aklı ve şuuru olsaydı ve mahkemeye gidip, “Bana hep biniliyor, keyfi muameleye tâbi tutuluyorum, bazen çamurlu yollarda sürülüp kirletiliyorum.” gibi şikâyetlerle hak dava etseydi, her hâlde âdil bir mahkemeden red cevabı alacaktı. Ancak, “Bana aşırı yük taşıtılıyor, tekme atılıyor, bakım ve temizliğim yapılmıyor.” gibi şikâyetlerle mahkemeye gitseydi, herhalde haklı bulunacak ve zulme uğradığına hükmedilecekti. Hattâ sahibi tarafından hizmetten alınıp, işe yarayan parçaları söküldükten sonra hurdaya ayrılan bir araba bile şikâyet edemez, belki yeni bir araba olarak geri gelecek olmanın şevk ve heyecanıyla geridönüşüm fırınlarına seve seve gider.

Eşitlik zulüm mü, adalet mi?

Adaletin eşitlik olmadığına bir misâl ise, yetişkin bir ineğin bir koyundan kat kat büyük ve gıda ihtiyacının da vücudunun büyüklüğüyle orantılı olmasıdır. Bu yüzden, eşitlik olsun diye inek ile koyuna aynı miktarda ot vermek adalet değil, zulümdür. Varlıkların mahiyetlerini dikkate almayan bu yaklaşımla inek aç kalacak, koyun da fazla otu israf edecektir ki, ikisi de akıl ve vicdanları rahatsız eden bir çirkinliktir. Hele ayrımcılık olmasın diye köpeklere de yemeleri için ot vermek, komiklik derecesinde fıtrattan habersizliktir ve bunu adalet adına yapmak, adalete adaletsizlik etmektir. Keza inekten koyunlara bekçilik yapmasını beklemek imkânsızı istemektir. Ancak pratik hayatta, farkında olmadan bu tür zulümler çok yapılmaktadır.

İnsanlar bedenen birbirlerine çok benzeseler de, fıtrat, meyil ve kabiliyetçe iki insan arasındaki fark, bir koyunla köpek arasındaki farktan hiç de az değildir. Fıtrat, meyil ve kabiliyetçe birbirlerinden bu kadar farklı olan insanlara eşit muamelesi yapmak aslında en büyük eşitsizlik ve adaletsizliktir. Benzer durum arabanın parçaları için de söylenebilir. Arabanın her parçası icra edeceği görevler ve çalışma şartları göz önüne alınarak bilgi ile ince hesaplarla ve hassas ölçülerle tasarlanmış ve îmâl edilmiştir.

Meselâ tekerlek, arabanın bütün ağırlığını kaldıracak güçte, yolu kavrayıp kaymayı önleyecek kabiliyette ve yol tümsekliklerinin sebep olduğu titreşimleri emecek esneklikte yapılmıştır. Tekerleğin aynen tasarlandığı gibi iş görmesi, hem tekerlek için hem de onun yapımcısı için bir memnuniyet hattâ bir zevktir. Zor şartlarda görev yapan ve daimî şekilde kötü muameleye maruz kalan bir tekerlek mahiyetini ve varlık sebebini görmezden gelerek araba içinde zerafetle arz-ı endam eden direksiyona bakıp şikâyet edemez ve eşit muamele talep edemez.

‘Eşitlik’ olsun diye tekerlekle direksiyonun yerini değiştirmek cahillik, israf, zulüm ve adaletsizliktir; arabanın ve parçalarının var oluş sebebinden, fonksiyonlarından ve buna uygun olarak takdir edilen yapılarından habersizliktir. Öndeki tekerleklerle arkadakilerin aşınma hızı farklıdır ve ön tekerleklerin belli bir süre sonra arka tekerleklerle yer değiştirme isteği adalete ve hikmete tam uygundur.

O yüzden Alman filozofu Friedrich Nietzche eşit olmayanlar için eşitliği, adalet değil zulüm olarak görür: “Eşitlik doktrini! Bundan daha zehirli bir zehir yoktur; çünkü o adaletin sonu iken adaletin kendisi tarafından konulmuş görünümü veriyor. ‘Eşitler için eşitlik, eşit olmayanlar için eşitsizlik!’ Adaletin gerçek sesi bu olması gerekir ve bunu takip eden, ‘Eşit olmayanı asla eşit yapma’.”

Adaleti ‘mutlak eşitlik’ olarak algılama hastalığından kurtulamamanın zararlarını insanlık çok çekmiştir ve hâlâ da çekmektedir. Şu iyi bilinmelidir ki âlemde mutlak eşitlik olsaydı, âlem homojen bir toz bulutundan ibaret olurdu. Hattâ insan seviyesinde dahi, kemikteki bir hücre gözdeki bir hücreyle, böbrekteki bir hücre kalbdeki bir hücreyle eşitlik talep edip itiraz etse, bu itirazları dindirecek tek yol insanı bir kıyma makinesinden geçirip ortaya yığmaktır; insanı ve hücrelerini yok etmektir.

Benzer şekilde, yediğimiz gıdaları yapılarına ve görecekleri hizmete en uygun yere yönlendirmek yerine eşitlik olsun diye değişik organlara ve hücrelere kura ile dağıtmak adalet değil, mezarlıkta kendine bir yer ayırtmaktır. Hâl böyle iken güya ayrımcılık yapma haksızlığından sakınmak için, yapılacak görevle alâkası olmayan imtihanlardan alınan puana göre insanları görevlere tayin etmek ve tayinleri de eleman açığı bulunan kurumun fikri alınmadan kura usulüyle yapmak acaba hangi mantığa hizmettir?

Bu, çok daha büyük bir haksızlık değil midir? Bu tür yaklaşımların tabiî neticesi adaletsizliğin emareleri olan verimsizlik, israf, ve genel memnuniyetsizliktir. Fıtratı göz ardı edip mutlak adaleti sağlama iddiasıyla ortaya çıkan baskıcı rejimlerin ve fıtrata zıt tek tipçi uygulamaların neticesi, verimlilik değil israf, güzellik değil çirkinlik, akıl ve vicdanlara uygunluk değil zıtlık, huzur değil huzursuzluk ve en nihayet çöküş olmuştur. Bu farklılıkları gözeten demokratik rejimlerdeki hürriyetçi yaklaşımlar ise, fıtrata uygun hareketlerin önünü açıp meyvelerini bol bol toplamıştır.

Nasıl kâinattaki kanunlar, cihanşümul küllî bir iradeyi yansıtıyorsa, aynen öyle de, demokrasinin doğru işlediği ülkelerde kanunlar o ülkede yaşayan insanların ortak iradesini temsil eder. O yüzden akıllar gelişip adalet anlayışı derinleştikçe de kanunların değişmesi tabiî bir süreçtir.

Dünyanın problemli yerlerinde kalıcı huzur ve barışın tesis edilmesi için yapılması gereken şey, öncelikle insanın mahiyetinin ve adaletin ne olduğunun bilinmesi ve temellerin bu bilgiler üzerine atılmasıdır. Tek başına ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olan ve bu yüzden toplu yaşamaya mecbur olan insan ‘ben’ merkezlidir ve dolayısıyla bencilliğe meyillidir.

Bediüzzaman’ın (ra) ifadesiyle: “İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka her şeyi nefsine fedâ eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder.” Yani insanda kusurlarını görmeme, menfaatini gözetme ve haksız bile olsa kendini haklı çıkarma meyli vardır.

Hayvanlardan farklı olarak insanların his, hırs ve heveslerine sınır konmamıştır ve o yüzden münasebetlerde ve mal ve hizmet değişiminde zulüm ve tecavüzler meydana gelir. Bu zulümlerin önlenmesi için adalete ihtiyaç vardır. Ancak hırs ve menfaat gibi hislerin baskısı altında olan ve çok defa nefsin avukatlığını yapan ferdî akıl adaleti idrakte zorlanacağından ortak bir akla ihtiyaç vardır.

İstişareden doğan böyle ortak bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Avusturyalı filozof ve yazar Elias Canetti’nin dediği gibi: “Adalet, paylaşma ihtiyacını görmekle başlar. En eski kanun bunu düzenleyendir ve bu, bugün de hâlâ en önemli kanundur.” Ancak kanun adalet demek değildir ve İngiliz romancı William McIlvanney bir inceliğe dikkat çeker: “Kanun, adalete sahip olamayacağımız durumda, sahip olduğumuz şeydir.”

Yerküreye ve hattâ kâinata bakıldında her şeyin ince bir ölçü, hassas bir denge ve tam bir yerli yerindelikle yapılmış olduğu görülür. O kadar ki, atomdaki parçacık âleminden galaksi sistemlerine kadar akıl nereye bakarsa baksın, bir kusur bulamaz ve saat gibi işleyen bu mükemmel düzen karşısında ancak hayranlığını ifade eder.

Başta bütün canlıların mânâlı ve ölçülü bir bütünlük oluşturduğunu ifade eden ekoloji olmak üzere fen bilimleri ve televizyonlarda yayımlanan belgeseller bu mükemmel düzenin, hassas dengenin, ve eşsiz güzelliğin birer şahididir. Bütün varlıklar en uygun şekilde, en doğru miktarda ve belli gayelerle yaratılmıştır. Bu da kâinatta her şeyin tam bir adaletle yapılmış olduğunu gösterir.

Zîrâ adaletsizlik olsaydı, varlıklarda abesiyet, israf ve çirkinlik olurdu. Teknoloji harikalarıyla beraber her türlü israf ve çirkinliğin insanların yaşadığı yerlerde olduğuna bakılarak denilebilir ki, insanlar dünyadaki en cahil ve zalim varlıklardır.

Güzellik ve mükemmelliğe tapma derecesinde düşkün, mahiyeti heyecanlı ve fıtratında ilerleme meyli olan insana yakışan şey kendini tanıması ve fıtratına en uygun şekilde hareket ederek hem kendine hem de diğer varlıklara adalet etmesidir.

Geniş çapta adalet tesis edilince de, hayat bir haz ve huzur kaynağı olacak ve belgesel programları insan eli değmemiş yerlerdeki güzelliklerle beraber insanlık âlemindeki güzellikleri de göstermeye başlayacaktır.

 http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/fitrat-ve-adalet.html