Efendim, kâinat kitabında sergilenen ilâhî sır ve hikmetleri kâmil mânâda okuyabilmek için, hangi hususta derinleşmek lâzımdır?
âinat,
sonsuz ilâhî güzelliklerin menbaından taşan tecellîler sergisidir.
İnsan denilen muammâ da, ilâhî neşve ve güzelliklerin kâmil bir
tecellîsidir.
Gören gözler, duyan kalpler, yeryüzünde ilâhî azamet ve
kudret akışlarından başka bir şey duymaz ve görmezler. İnsanı, bu yüksek
kalbî kıvâma ulaştıracak olan en büyük vâsıta ise, tefekkürdür. Zira
Hakk`ın azametini tefekkür, hakîkate ulaşmanın yegâne vâsıtası, tâbiri
câizse şah damarıdır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkâta
kendi ihtiyâcına göre bir tefekkür kâbiliyeti ihsân etmiştir. İnsanların
ve cinlerin dışındaki mahlûkâtın tefekkür kâbiliyetleri, basit bir
şekilde hayatlarını sürdürmeye kâfî gelen “sevk-i tabiî”ler hâlindedir.
Yavrusunu muhabbetle besleyip büyütmek ve kendisini tehlikelerden
muhâfaza etmek gibi.
İnsana ise tefekkür, azamet-i ilâhiyyeyi
ve kâinattaki ilâhî kudret tecellîlerini düşünerek vuslata, yani
mârifetullâha ulaşabilmek ve bu irfan ufku içerisinde sâlih ameller
işlemek için lûtfedilmiştir. Bu sebeple insanın tefekkür deryâsında
derinleşmesi zarûrîdir. İnsanın kâinâta ibret nazarıyla bakması ise
tefekkürde derinleşmek için atılacak ilk adımdır.
İnsanoğluna hidâyet haritası olarak
lûtfedilen Kur`ân-ı Kerîm de, ilk âyetinden son âyetine kadar bizlere
tefekkür tâlîmi yaptırmaktadır. Zira, Kur`ân-ı Kerîm`de Allâh`ın
nîmetleri sayıldıktan sonra, insanlara defalarca;
“Ey bakış, görüş
(idrak) sahipleri!..”1 diye hitâb edilmiş olması, yine pek çok âyet-i
kerîmede; “Hiç düşünmez misiniz? Akletmezler mi? İdrâk etmezler mi?”2
buyrulması, insanoğlunun kâinâtı boş ve kavrayışsız bir nazarla değil;
hikmeti idrâk edecek bir basîretle müşâhede etmesi gerektiğinin bir
ifâdesidir.
İnsan, şafak vakti başını kaldırıp,
doğan güneşe doğru ibret nazarıyla şöyle bir bakmalı ve ufukta çizilen
rengârenk ve çeşit çeşit tabloları görmeye çalışmalıdır. Bir ressamın,
her an sürekli bir değişim içinde olan bu kâinâtın bir ânını resmettiği
tablosu karşısında hayran kalan bizler, kâinâtın ilâhî sanatkârının her
an ayrı ayrı çizdiği şâheser tablolar karşısında nasıl bîgâne ve
duyarsız kalabiliriz?
Yine bir lâleye, bir menekşeye bakın! Bu renkleri acaba kara toprağın neresinden bulup da çıkarırlar? Ya o kırmızı karanfil?..
Güneşin ışığında oynaşan çiçeklerin
mavisi, pembesi, onların gönül açan tebessümleri ve rûhu okşayan güzel
kokuları… Ve saymakla bitmeyecek diğer güzellikler… Duygu derinliğine
sahip bir kalp için, her yer harikalar sergisi…
Bir çiçeğin tebessümüne, arı ve kelebeğin raksına, pervanenin yanışına, bülbülün feryâdına, bir de dönüp kendimize bakalım!
Bunun gibi kâinâtı dolduran sayısız
güzellikler, güzeller güzeli Rabbimizin cemâlinin hüsnünden sızan bir
akis pırıltısından ibaret değil midir?
Öyle ki bazen bir ağacın, bazen bir
ceylânın, bazen bir kuşun ve bazen şu kara toprağın bize hâl lisânıyla
söylediklerini sayfalar dolusu kitaplar anlatamaz. Kâinâtın hâl lisânına
âşinâ olan gönüller ise, bambaşka bir güzelliğe nâil olurlar.
Meselâ şafak sökerken, ışıklarıyla
eşyayı aydınlatan güneş, başlayan yeni günün selâmını getirerek, bizlere
âdeta; “-Uyan!” demekte ve şöyle bir muhâsebe ve tefekkür iklimine
sokmaktadır:
“-Bak, sana bu sabah da hayat
defterinden yepyeni ve tertemiz bir sayfa hediye edildi. Kıyâmette önüne
konacak bu sayfayı nasıl dolduracaksın? «Oku kitabını, bugün sana hesap
sorucu olarak nefsin kâfîdir!» (el-İsrâ, 14) denileceği o dehşetli gün
için, bugün ne hazırlamayı düşünüyorsun?”
Akşam olup, gökyüzü önce kızıla, sonra dalga dalga siyaha boyandığında ise, gece hâl lisânıyla insana:
“-Bir günün daha geçti. Ölüme bir adım
daha yaklaştın. Artık âh u figân etmek boşuna. Ne kadar gayret edersen
et, geçen bir saniyeyi bile geri getiremezsin. Şimdi sen de ölümün
kardeşi olan uykunun kollarına kendini teslim edeceksin. Ne yapmalıydın,
ne yaptın? Yaptıklarını ve yapmadıklarını önüne koy ve düşün!.. Belki
bir daha sabahın ışıklarını göremeyeceksin!..” demektedir.
İşte insanın, kâinat kitabında
sergilenen ilâhî sır ve hikmetleri kâmil mânâda okuyabilmesi için,
kalbine seviye kazandırması bu vesîleyle tefekkür ummânında derinleşmesi
lâzımdır. Nitekim tefekkürde derinleşildiği ölçüde, Ziyâ Paşa`nın
dediği gibi, bu âlem kişiye bir ibret ve hikmetler meşheri olur:
Bin ders-i maârif okunur her varakında,
Yâ Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem.
Bu kâinât kitabının her bir yaprağında
mârifet ilminin binlerce dersi okunur. Yâ Rabbî! Şu kâinât mektebi,
tefekkür deryasına dalarak ibretler almak için ne güzel bir mekteptir.”
Kâinâta bu şekilde tefekkür ve tahassüsle yönelen ruhlar, neticede hakîkî ve mutlak varlık olarak Allâh`ı bulurlar.
Bu sebeple, hârikalar diyârı olan bu âlemde tefekkürden uzak kalarak ilâhî hakîkatleri kavrayamayan bir kalbin vay hâline!
Güllerin, ağaçların, kurdun-kuşun hâl
lisânından gâfil kalmak; denizlerde, dağlarda, semâvatta sergilenen nice
kudret nakışlarının beyânından anlamamak, ancak kalp gözünün
körlüğündendir.
Allah Rasûlü r Efendimiz`in şu beyânı, Cenâb-ı Hakk`ın tefekküre vermiş olduğu değeri göstermesi bakımından ne kadar mânidardır:
“Rabbim bana susma hâlimin tefekkür olmasını emretti, (ben de size tavsiye ederim.)”3
Nitekim Rasûlullah r`in Hirâ`daki uzlet
ve inzivâsından ve daha sonraki dönemlerde de muntazam olarak îfâ ettiği
îtikâflarından anlıyoruz ki, bir müslüman ne kadar ibâdet ederse etsin,
zaman zaman uzlete çekilerek nefis muhâsebesi yapmalı ve kâinattaki
ilâhî kudret akışlarını tefekkür ederek kemâle ermeye çalışmalıdır.
İnsanlara rehber olacak kimseler ise, bu tefekkür, tahassüs ve
muhâsebeye daha çok muhtaçtırlar.
Velhâsıl tefekkürde derinleşen gönüller
idrâk eder ki, ilâhî saltanat karşısında bu dünya, fezâda yüzen
trilyonlarca tozdan sadece bir tanesidir. Dağlar, ovalar, okyanuslar ve
insan da bu tozun içerisindedir. İşte bu acziyetiyle insan, kulluğu
dışında sadece bir “hiç”ten ibârettir!
Kişiye düşen, bu hiçlik içerisinde tefekkürle yoğrulmak;
“Nefsini tanıyan, Rabbini tanır!”
hakîkatinde derinleşmek ve Cenâb-ı Hakk`a olan kulluğa devam ederek
âhirette “ne güzel bir kul” pâyesine lâyık olabilmektir.
Hak âşığı Yûnus Emre ne güzel söyler:
İlim, ilim bilmektir,
İlim, kendin bilmektir.
Rabbimiz, cümlemize rahmet ve
mağfiretiyle muâmele buyursun. İlâhî azamet, sanat ve kudret akışlarını,
âdeta bir müze gibi sergilediği şu kâinâtın sır ve hikmet deryalarından
sonsuzluk incileri dermeye hepimizi muvaffak kılsın...
Âmîn…
1. Bkz. Âl-i İmrân, 13; en-Nûr, 44; el-Haşr, 2...
2. Bkz. el-Bakara, 219, 266; en-Nisâ, 82,
el-Enâm, 50; Yâsin, 68; Muhammed, 24…
3. İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi,
XVI, 252, hadis no: 5838.
http://www.gencdergisi.com/1412-kainat-kitabini-dogru-okumak.html internet sayfasından alınmıştır.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder