Doç. Dr. Mehmet Faik Yılmaz
1956 yılında Sivas’ta doğdu. 1982 yılında Atatürk
Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’nden mezun oldu.
1983-86 arası Diyanet İşleri Başkanlığı’nda, 1988-1994
arası Başbakanlık Devlet Arşivleri Osmanlı Arşivleri’nde çalıştı. 1994’ten
itibaren Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Tefsir Anabilim
Dalı’nda öğretim üyesi olarak görev yapıyor.
1995’te Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü’nde “Ayetler ve Sureler Arasındaki Münasebet” konusunda doktora
yaptı.
1996’da yardımcı doçent, 2004 yılında doçent ünvanı
aldı. 1998-2000 yıllarında İsviçre Basel Üniversitesi’nde hermenötik alanında
araştırmalar yaptı.
Almanca, Arapça ve Fransızca biliyor. Evli ve üç çocuk
babası.
Risale-i Nur Külliyatına baktığımızda Üstad
Bediüzzaman Said Nursi’nin “adalet” kavramına farklı açılımlar
kazandırdığını görmekteyiz. Filozofların ‘anasır-ı erbaa’ dediği ziya (ateş),
hava, su ve toprak’tan oluşan dört unsuru Üstad ‘anasır-ı zahire’ diye
adlandırmış ve bunların karşılığı olarak hikmet, adalet, inayet ve merhamet’ten
oluşan dört unsuru da ‘anasır-ı maneviye’ olarak isimlendirmiştir.[1]
Bu karşılaştırmada adalet, hava ile eşleşmekte ve nasıl ki hava olmadan dünyada
yaşamak, nefes olmak mümkün değilse; adalet olmadan da yaşamak, dünyada bir
nizam kurmak mümkün olmamaktadır. İctimai hayatta adalet, fiziki hayattaki hava
kadar önemlidir. Çünkü adaletsiz bir hayat tahayyül edilemez.
Üstad, adalet kavramına çok farklı açılımlar
getirmiştir. Bu sınırlı araştırmada bunları şöyle sıralayabiliriz: Adalet-i
Mahza, Adalet-i İzafiye, Adalet-i Nisbi, Adalet-i Hakikiye, Adalet-i Tamme,
Adalet-i Mutlaka, Adalet-i İlahiye, Adalet-i Sermediye, Adalet-i Aliye,
Adalet-i Şer’iye, Adalet-i Kur’ani, Adalet-i Kaderiye, Adalet-i Beşeriye.
Ayrıca adaleti, müsbet ve menfi adalet olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.
Müsbet adalet, hak sahibine hakkını vermektir. Menfi adalet ise, haksızları
terbiye etmektir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi, adaletle hikmet, musavat
ve mizan arasında da sıkı bir ilişki olduğu hususuna dikkat çekmiştir. Ona göre
musavatsız adalet, adalet değildir.
Adalet kavramı esas itibariyle tamamen müsbet, olumlu
bir kavram olmasına rağmen Üstad, adaleti müsbet ve menfi olmak üzere iki kısma
ayırmaktadır. Bunu kendisi şöyle ifade etmektedir:
“Adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfidir.
Müsbet, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım
adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır. Çünkü herşeyin istidat
lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelâlden
istediği bütün matlubatını ve vücut ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu
mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adaletin şu
kısmı, vücut ve hayat derecesinde kat'î vardır.
İkinci kısım menfidir ki haksızları terbiye etmektir.
Yani haksızların hakkını, tazip ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise çendan
tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor.
Fakat o hakikatin vücudunu ihsas edecek
bir surette, hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle, kavm-i Âd ve Semûd'dan
tut, ta şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i tedip ve
te'ziyâne-i tâzip, gayet âli bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat'î ile
gösteriyor.”[2]
Adaletin bu şekilde müsbet ve menfi diye iki kısma
ayrılması Üstad’ın kendine özgü olarak ortaya koyduğu orijinal bir taksimdir.
Risale-i Nur Külliyatı’nı taradığımızda Üstad
Bediüzzaman Said Nursi’nin adalet kavramını belli başlı olarak on üç farklı
terkip halinde kullandığını görmekteyiz. Şimdi tespit ettiğimiz bu terkipleri
tek tek ele alıp incelemeye geçebiliriz.
1 - Adalet-i Mahza, 2 - Adalet-i İzafiye, 3 - Adalet-i
Nisbi
İlk olarak ele alacağımız adaletin bu üç türünden
birincisi, hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmayan, sırf adalet demektir. İkincisi,
kişiye, yer ve zamana göre değişebilen, göreceli, değişken adalet, üçüncüsü
ise; adalet-i mahzâ’nın tatbik edilmesi imkansız olduğunda ona göre daha dûn
derecede olan bir adalet uygulamasıdır. Bu üç adalet türünü Üstad, Cemel
Vak’ası hakkındaki bir soru üzerine aynı olay üzerinde uygulamalı olarak şöyle
açıklar:
“Hz. Ali (r.a.) zamanında başlayan muharebelerin
mahiyeti nedir? Muhariplere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?
Elcevap: Cemel Vak'ası denilen Hz. Ali ile Hz. Talha ve Hz.
Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan
muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir.
Şöyle ki:
Hz. Ali, adalet-i mahzâyı esas edip Şeyheyn
zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise,
Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzâya müsait idi; fakat
mürur-u zamanla İslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i
İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzânın tatbikatı çok müşkül olduğundan,
"ehvenüşşerri ihtiyar" denilen adalet-i nisbiye esası üzerine
içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç
etmiştir.
Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki:
"Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini
öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir."[3]
Âyetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün
halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez.
Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz.
Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası
bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o
başka meseledir.
Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz'ü feda
eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi
adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik
ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.
İşte, İmam-ı Ali (r.a.), adalet-i mahzâyı Şeyheyn
zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine
bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, “Kabil-i tatbik değil; çok
müşkülâtı var” diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin
gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir.[4]
Üstadın Cemel Vak’ası hakkındaki bir soru üzerine
verdiği bu cevaptan adaletin bu üç türünü nasıl tanımladığını şöyle
özetleyebiliriz: Bu olaydaki Hz. Ali’nin tutumu adalet-i mahzâyı temsil
etmektedir. O her halükarda adaletin mutlaka uygulanmasını istemektedir.
Hz.
Ali’nin karşısında yer alanlar ise; bunun ancak Şeyheyn / Hz. Ebubekir ve Ömer
(r.a.) döneminde uygulanabileceğini, bu dönemde ancak adalet-i izafiyenin
uygulanabileceğini savunmuşlardır. İki şerden birisini seçmek durumunda
kalındığında ehven olanı seçerek adalet-i nisbiyi uygulamayı uygun
bulmuşlardır. Böylece iki taraf da adaleti tesis etme niyetinde olduklarından
kararlarında isabet
etmişlerdir.
Üstad’a göre adalet-i mahza hiçbir hakkın zayiine göz
yummaz. Hak sahibi kim olursa olsun, hak haktır. Ne toplum için kişi, ne de
kişi için toplum feda edilemez. Ancak son dönem adalet anlayışının toplum için
kişinin feda edilebileceğini kabul etmesine şiddetle karşı çıkar:
“Zâlim siyasetin gaddarâne bir düsturu olan
"Cemaat için fert fedâ edilir" diye çok zâlimâne pek çok vukuatı,
ehvenü'ş-şer diye bir nevi adalet-i izafiye namında hâkimiyetine bir maslahat
göstermişler. Hattâ bu asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatâsıyla
bir köyü mahveder. Beş on adamın, onların siyasetine zarar vermek tevehhümüyle,
binler adamı perişan eder.
İşte, eski zamanda bir derece, siyasetin bu gaddar
düsturu İslâmlar içine girdiğinden, siyasette, bu müthiş düsturlar karşısında,
mecburiyetle Selef-i Salihîn sükûtla ve Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin imamları o
kapıları kapamak, "Cenab-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere bulaştırmadı;
o halde biz de o hadiselerden bahsedip dilimizi bulaştırmayalım."[5]deyip
o kapıları açmıyorlar.[6]
Sahabelerin bir kısmı, o harplerde, adalet-i izafiye
ve nisbiye ve ruhsat-ı şer'iyeyi düşünüp tâbi olarak, Hazret-i Ali'nin (r.a.)
takip ettiği adalet-i hakikiye ve azîmet-i şer'iye ile beraber zâhidâne,
müstağniyâne, muktesidâne mesleğini terk edip, muhalif tarafa bu içtihad
neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali'nin (r.a.) kardeşi Ukayl ve
"Habrü'l-Ümme" ünvanını alan Abdullah ibni Abbas dahi bir vakit
muhalif tarafında bulunduklarından, hakikî Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat,
"Fitne kapılarını kapatmak şeriatın güzelliklerindendir.
"Bir düstur-u
esasiye-i şer'iyeye binaen "Cenab-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere
bulaştırmadı; o halde biz de o hadiselerden bahsedip dilimizi
bulaştırmayalım." diyerek[7]o
fitnelerin kapısını açmayı ve bundan bahsetmeyi caiz görmüyorlardı. Çünkü
itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük Sahabelere,
hattâ muhalif tarafında bulunan Âl-i Beytin bir kısmına ve Talha ve Zübeyir
(r.a.) gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zatlara itiraza başlar, zem ve adavet
meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak taraftarıdır.[8]
"Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat
çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de
birisini diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur."[9]
Şu âyet, adalet-i mahzânın en büyük düsturunu vaz
ediyor. Der ki: Bir mâsumun hayatı, kanı, hattâ umum beşer için olsa da, heder
olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.
Cüz'iyatın küllîye nispeti bir olduğu gibi, hakkın dahi mizan-ı adalete karşı
aynı nispettir. O nokta-i nazardan, hakkın küçüğü büyüğü olamaz.”[10]
Kişi hak ve hürriyetlerine bu denli önem vermesiyle
Üstadın adalet anlayışı modern hukuk anlayışının çok fevkindedir. Ona göre bir
suçsuz insanın canı tüm insanlık uğruna bile olsa heder edilemez. Bir kişinin
hakkıyla tüm insanlığın hakkı arasında hiçbir fark yoktur. Yukarıdaki ayete
dayanarak Üstat, ‘masum bir kişiyi öldüren tüm insanları öldürmüş gibidir’
hükmünü kendisine şiar edinmiş ve adalet-i mahza’nın yeryüzünde hakim olması
için bütün bir ömrünü bu yolda harcamıştır.
4 - Adalet-i Hakikiye
Üstad, “adalet-i hakikiye” yi adalet-i mahza ile
aşağıdaki pasajda aynı anlamda kullanmaktadır:
“Sahabelerin bir kısmı, o harplerde, adalet-i izafiye
ve nisbiye ve ruhsat-ı şer'iyeyi düşünüp tâbi olarak, Hz. Ali'nin (r.a.) takip
ettiği adalet-i hakikiye ve azîmet-i şer'iye ile beraber zâhidâne,
müstağniyâne, muktesidâne mesleğini terk edip, muhalif tarafa bu içtihad
neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali'nin (r.a.) kardeşi Ukayl ve
"Habrü'l-Ümme" ünvanını alan Abdullah ibni Abbas dahi bir vakit
muhalif tarafında bulunduklarından, hakikî Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat,
"Fitne kapılarını kapatmak şeriatın güzelliklerindendir."bir düstur-u
esasiye-i şer'iyeye binaen "Cenab-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere
bulaştırmadı; o halde biz de o hadiselerden bahsedip dilimizi
bulaştırmayalım." diyerek[11]o
fitnelerin kapısını açmayı ve bu konudan bahsetmeyi caiz görmüyorlardı. Çünkü,
itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük Sahabelere,
hattâ muhalif tarafında bulunan Âl-i Beytin bir kısmına ve Talha ve Zübeyir
(r.a.) gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zatlara itiraza başlar, zem ve adavet
meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak taraftarıdır.”[12]
Başka bir yerde ise adalet-i hakikiye’yi adalet-i
şer’iye anlamında kullanmıştır. Resmi kanunlara göre suç(!) sayılan bir takım
fiillerin adalet-i hakikiye nazarında suç sayılmadığını ifade ederek şöyle
demektedir:
“Benim hakkımda bu kadar tahkikatla beraber daha
tespit edilmeyen ve tespit edilse de adalet-i hakikiye noktasında bir
suç teşkil etmeyen ve bir suç teşkil edilse de yalnız beni mes'ul eden bir
madde yüzünden, yüz yirmi kadar mâsum ve bîgünah kimseleri çoluk çocuğundan,
işinden alıkoyup hapiste perişan etmek, elbette adliyenin nazar-ı adaletine
uygun gelmez.”[13]
Burada ve birçok yerde Üstad, ısrarla “suçların
ferdiliği” prensibini savunmaktadır. Kendisinin işlediği, kanun nazarında
suç(!) sayılan fiillerden dolayı başka masum insanların takibata tabi
tutulmalarının adalete uygun düşmediğini ifade etmekte ve buna “ve la
teziru vaziratün vizra uhra / hiçbir kimse diğer bir suçlunun suçundan dolayı
cezalandırılamaz”[14]
ayetini delil getirmektedir. Üstad, “suçların ferdiliği” prensibine çok
önem vermekte ve bu ayeti on üç yerde zikretmektedir. Adalet-i hakikiye, ona
göre Kur’an-ı Kerim’in tesis ettiği adalettir.
5 - Adalet-i Tamme
Üstad’ın adalet-i tamme’ye yüklediği anlam,
Peygamberlerin yeryüzünde ikame etmekle görevlendirildikleri adalettir.
Kur’an-ı Kerim’de geçen peygamber kıssalarında yeryüzünde haksızlığın ortadan
kaldırılması, adalet-i tammenin hakim kılınması anlatılmıştır.
Üstad buna misal olarak Hz. Dâvud (a.s.)’ı
göstermektedir:
“Meselâ Hz. Dâvud (a.s.) hakkında "Ona ilim ve
hikmet ile, hakkı ve bâtılı açıkça ayırt eden bir ifade gücü verdik."[15]
"Demiri de onun için yumuşattık."[16]
Hz. Süleyman Aleyhisselâm hakkında"Erimiş bakırı ona sel gibi
akıttık."[17]âyetleri
işaret ediyorlar ki, telyîn-i hadid en büyük bir nimet-i İlâhiyedir ki, büyük
bir peygamberinin fazlını onunla gösteriyor.
İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli
bir surette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme
yapmak isterseniz, Süleymanvâri, rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya
çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı
memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes'uliyet-i
mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.
Cenâb-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor
ki: "Ey benî Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i
tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve
madem her bir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim.
Elbette, o kabiliyete göre rû-yi zemini görecek ve bakacak, anlayacak
istidadını dahi vermesini hikmetim iktiza ettiğinden, vermişim. Şahsen o
noktaya yetişmezse de nev'en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet
misilli, mânen erişebilir. Öyleyse, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz.
Haydi, göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız
ki, rû-yi zemini, her tarafı her birinize görülen ve her köşesindeki sesleri
size işittiren bir bahçeye çeviriniz.”[18]
Üstad, adalet-i tamme ile İslam’ın vaz’ ettiği ideal
bir adalet anlayışını savunduğunu ve bütün gücüyle bunun yanında, haksızlığın
ve zulmün karşısında olduğunu dile getiriyor:
“Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve
meşreben ve fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten
ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın
istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun
için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve
tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.”[19]
Üstad bu ifadeleriyle, yeryüzünde ideal bir adaletin
hakim olması için çalıştığını ve başka şahsi bir amacının olmadığını ısrarla
vurgulamaktadır.
Ve ism-i Adlin cilve-i âzamından gelen kâinattaki adalet-i
tâmme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti
emrediyor. Sûre-i Rahmân'da, "Gökyüzünü yükseltip nizam ve ölçü verdi. Tâ
ki ölçüde sınırı aşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin ve
âhiretteki mizanınızı ziyana düşürmeyin."[20]
âyetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden, dört defa mizan
zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde, pek büyük
ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde
de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur.[21]
Bu pasajda Üstad, kainattaki düzen ve dengeyi tam bir
adalet olarak tanımlamaktadır.
6 - Adalet-i Mutlaka
Adalet-i mutlaka, bu Dünya’da bir türlü
gerçekleşemeyen, ama varlığından asla şüphe edilmeyen ve Ahiret’te kesinlikle
gerçekleşecek olan mutlak adalettir:
“Hem, bu kısa hayat-ı dünyeviyede ve bu kısacık ömr-ü
beşerde ve bu muvakkat ve fâni zeminde o Hâkim-i Ezelînin haşmet-i saltanatı ve
sermediyet-i hâkimiyeti yerleşemiyor. Ve nev-i insanda vuku bulan ve kâinatın
intizamına ve adalet ve muvazenelerine ve hüsn-ü cemâline münâfi ve muhalif çok
büyük zulümleri ve isyanları ve velinimetine ve onu şefkatle besleyene karşı
ihanetleri, inkârları, küfürleri bu dünyada cezasız kalıp, gaddar, zâlim
rahatla hayatını ve biçare mazlum meşakkatler içinde ömürlerini geçirirler. Ve
umum kâinatta eserleri görünen şu adalet-i mutlakanın mâhiyeti ise,
dirilmemek suretiyle o gaddar zâlimlerin ve meyus mazlumların vefat içindeki
müsâvatlarına bütün bütün zıttır, kaldırmaz, müsaade etmez.
Ve madem, bu kâinat bir elden çıkmış ve bir tek Zâtın
mülküdür. Ve kemâlât-ı İlâhiyenin medarı olan vahdetini ve ehadiyetini
bedahetle göstermişler. Ve vahdet ve ehadiyet ile bütün kâinat o Zât-ı Vâhidin
emirber neferleri ve musahhar memurları hükmüne geçiyor. Ve âhiretin
gelmesiyle, kemâlâtı sukuttan ve adalet-i mutlakası müstehziyâne gadr-ı
mutlaktan ve hikmet-i âmmesi sefahetkârâne abesiyetten ve rahmet-i vâsiası
lâhiyâne tâzipten ve izzet-i kudreti zelilâne aczden kurtulurlar, takaddüs
ederler.[22]
Bir iyiliğe on sevap, bir kötülüğe bir günah
yazılması, görünüşte adalete aykırı gibi ise de gerçekte adalete aykırı
değildir. Çünkü günaha götüren sebeplerin çokluğu, günah işlemenin insana daha
kolay gelmesi gibi nedenlerle daha çok günah işlemeye karşılık, daha az iyilik
işlendiğinden bir hasene / iyilik ile bir çok seyyie / günah silinebilir.
Ayrıca bir iyiliğe on sevap verilmesi insanları daha fazla iyilik yapmaya
teşvik etmektedir. Hepsinden önemlisi de Allah’ın rahmetinin enginliğini ifade
etmesidir. Üstad bu durumu şöyle açıklar:
“Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka
ile mizan-ı ekberinde a'mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta
galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve
vücutları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiâtını örter.
Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir
adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam
muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar bir tek hasene ile çok
seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.”[23]
Üstada göre, kainatta görülen binlerce fiilin ve
cilveleri görünen yüzlerce ilahi ismin her birinin yüceliği, sonsuzluğu O’nun
birliğinin delilidir. Kainattaki bu olağanüstü güç ve kuvvet olmasaydı, her bir
güç diğerlerini etkisi altına alacaktı:
“Hem nasıl ki bir fevkalâde kuvvet, faaliyete girmek
için istilâ etmek ister, başka kuvvetleri dağıtır. Öyle de, her bir fiil-i
rububiyet ve her bir cilve-i esmâ-i ulûhiyet, o derece fevkalâde kuvvetleri,
eserlerinde görünüyor ki, eğer hakimiyet-i âmme ve adalet-i mutlaka
olmasaydı ve onları durdurmasaydı, her biri umum mevcudatı istilâ edecekti.”[24]
7 - Adalet-i İlahiye
Adalet-i ilahiye, adalet-i mutlaka ile bir benzerlik
arz etmektedir. İlahi adalet de dediğimiz adalet-i ilahiye mutlaka, er veya geç
gerçekleşecek olan adalettir. Bunun diğerinden farkı dünya hayatında da
gerçekleşecek olmasıdır. Üstad bunu şöyle ifade eder:
“Kader-i İlâhî başka bir sebepten dolayı cezaya,
mahkûmiyete istihkak kesb etmiş olan o kimseyi bu defa bir zâlim eliyle cezaya
çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adalet-i İlâhînin bir nevi
tecellîsidir.
Onlar bu ithamı kasten mi yaptılar, yoksa bir vehme mi
kapıldılar? İster kasıt olsun, ister vehim olsun, ben böyle bir suçla münasebet
ve alâkam olmadığını kemâl-i kat'iyetle yakinen ve vicdanen biliyorum. Dini
siyasete âlet edecek bir adam olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor. Hattâ
beni bu suçla itham edenler de biliyorlar. O halde neden bana bu zulmü yapmakta
ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve mâsum olduğum halde böyle devamlı bir
zulme, muannid bir işkenceye mâruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım?
Bu ahval adalet-i İlâhiyeye muhalif düşmez mi?”[25]
Aşağıdaki pasajda ise, adalet-i ilahiyeyi mahşer günü
bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacak olan ilahi adalet anlamında kullanmıştır.
Burada ve Risale-i Nur Külliyatının tümünde Üstadın çok canlı, dipdiri, yakini
bir Ahiret inancına sahip olduğunu görmekteyiz. Bütün hayatı boyunca da bu
sağlam inancı mümin kardeşlerinin kalbine yerleştirmeyi amaçlamıştır:
“Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve ispat
edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat şimdiye kadar o
içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler, binler ehl-i iman ve onlardan
çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir
teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda, sırf ehl-i imânın imanını Risale-i Nur
ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla ve Necmeddin-i Kübra, Muhiddin-i Arabî gibi
binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i
işariye-i Kur'âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile hem mahrem tutulmak
şartıyla beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de ispat etmeye
hazırım dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva
verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar?
Ben her şeyden vazgeçerim, fakat adalet-i
İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem.
Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmın
Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve her şeyini feda eden bir mazlumun
şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak.[26]
8 - Adalet-i Sermediye
Her ne kadar farklı kelimeler kullansa da Üstad
-adalet-i beşeriye hariç- burada saydığımız farklı adalet tanımlama ve
ifadelerinden -aralarındaki nüanslarla birlikte- aynı şeyi kastetmektedir. O da
Allah’ın kitaplar ve peygamberler göndererek yeryüzünde hakim kılmayı murad
ettiği hakiki, ilahi, sermedi vb. adalettir. Bu farklı ifadelerden birisi de
onun ifadelerinden alıntıladığımız adalet-i sermediyedir:
Hem madem biz gözümüzle görüyoruz ki, umum mahlûklarda
ve zemin yüzünde öyle bir hikmet eli işliyor ve öyle bir adalet ölçüleriyle
işler dönüyor ki, akl-ı beşer onun fevkinde düşünemiyor.
Meselâ, insanın bin
cihazatına takılan hikmetlerinden yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i
hafızasında bütün tarihçe-i hayatını ve ona temas eden hadsiz hadisâtı o kuvvecikte
yazıp, onu bir kütüphane hükmüne getirip ve insanın haşirde muhakemesi için
neşir olacak olan defter-i a'mâlinin bir küçük senedi olarak her vakit
hatırlatmak sırrıyla her insanın eline vererek dimağının cebine koyan bir ezelî
hikmet; ve bütün masnuatta gayet hassas mizanlarla âzâlarını yerleştiren,
mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlar,
trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız ölçülerle bir
tenasüp, bir muvazene, bir intizam ve bir cemal içinde masnuatı bir hüsn-ü
san'at yapan ve her zîhayatın hukuk-u hayatını kemâl-i mizanla veren,
iyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdiren ve Âdem
zamanından beri tâği ve zâlim kavimlere vurduğu tokatlarla kendini pek kuvvetli
ihsas ettiren bir adalet-i sermediye, elbette ve hiç şüphe getirmez ki,
güneş gündüzsüz olmadığı gibi, o hikmet-i ezeliye, o adalet-i sermediye
âhiretsiz olmazlar ve ölümde en zâlimlerin ve en mazlumların bir tarzda
gitmelerindeki âkıbetsiz bir dehşetli haksızlığa, adaletsizliğe ve
hikmetsizliğe hiçbir vechile müsaade etmezler diye, Hakîm ve Hakem ve
Adl ve Âdil isimleri bizim sualimize kat'î cevap veriyorlar.[27]
9 - Adalet-i Aliye
Hem madem, gözümüzle gündüz gibi, hem nefsimizde, hem
etrafımızda bir rahmet-i âmme ve bir hikmet-i şâmile ve bir inayet-i daime
müşahede ediyoruz ve dehşetli bir saltanat-ı rububiyet ve dikkatli bir adalet-i
âliye ve izzetli icraat-ı celâliyenin âsârını ve cilvelerini görüyoruz.
Hattâ bir ağacın meyveleri ve çiçekleri sayısınca o ağaca hikmetler takan bir
hikmet ve her bir insanın cihazatı ve hissiyâtı ve kuvveleri adedince
ihsanları, in'âmları ona bağlamış bir rahmet ve Kavm-i Nuh ve Hûd ve Salih
Aleyhimüsselâm ve Kavm-i Âd ve Semûd ve Fir'avun gibi âsi milletlere tokat
vuran ve en küçük bir zîhayatın hakkını muhafaza eden izzetli ve inayetli bir
adalet ve "Yine Onun âyetlerindendir ki, gök ve yer Onun emriyle ayakta
durur. Sonra O sizi bir emirle çağırdığında derhal kabirlerinizden
çıkarsınız."[28]âyeti,
azametli bir îcâz ile der:
Nasıl ki iki kışlada yatan ve duran mutî askerler, bir
kumandanın çağırmasıyla silâh başına ve vazife başına boru sesiyle gelmeleri
gibi, aynen öyle de, bu iki kışlanın misalinde ve emre itaatınde koca semavat ve
küre-i arz Sultan-ı Ezelînin askerlerine iki mutî kışla gibi, ne vakit Hazret-i
İsrafil Aleyhisselâmın borusuyla o kışlalarda ölümle yatanlar çağrılsa, derhal
ceset libaslarını giyip dışarı fırlamalarını ispat edip gösteren, her baharda
arz kışlası içindekiler, melek-i ra'dın borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle
nihayetsiz azameti anlaşılan bir saltanat-ı rububiyet; elbette ve elbette ve
herhalde ve hiç şüphe getirmez ki, Onuncu Sözde ispatına binaen o rahmet
ve hikmet ve inayet ve adalet ve saltanat-ı sermediyenin
gayet kat'î istedikleri dâr-ı âhiret ve daire-i haşir ve neşrin açılmamasıyla o
nihayetsiz cemal-i rahmet nihayetsiz bir çirkin merhametsizliğe inkılâp etmesi
ve o hadsiz kemâl-i hikmet, hadsiz kusurlu abesiyete ve faydasız israfata
dönmesi ve o gayet şirin inayet, gayet acı ihanetlere değişmesi ve o gayet
mizanlı ve hakkaniyetli adalet, gayet şiddetli zulümlere kalb olması ve o gayet
derecede haşmetli ve kuvvetli saltanat-ı sermediye sukut etmesi ve haşrin
gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolması ve kemâlât-ı rububiyeti acz ve kusur ile
lekedar olması, hiçbir cihet-i imkânı yok, hiçbir akıl ihtimal vermez, yüz
muhal içinde birden bulunur, dâire-i imkân haricinde bâtıl ve mümtenidir.
Çünkü nâzenin ve nazdar beslediği ve akıl ve kalb gibi
cihazatla saadet-i ebediyeye ve âhirette beka-i daimîye iştiyak hissini verdiği
halde onu ebedî idam etmek, ne kadar gadirli bir merhametsizlik; ve onun yalnız
dimağına yüzer hikmetler ve faydalar taktığı halde onu dirilmemek üzere bütün
cihazatını ve binler faydaları bulunan istidadâtını âkıbetsiz bir ölümle
faydasız, neticesiz, hikmetsiz bütün bütün israf etmek, ne derece hilâf-ı
hikmet ve binler vaid ve ahidlerini yerine getirmemekle-hâşâ-aczini ve cehlini
göstermek, ne kadar o haşmet-i saltanata ve o kemâl-i rububiyete zıttır, her
zîşuur anlar. Bunlara kıyasen, inayet ve adâleti tatbik eyle...
İşte, Hâlıkımızdan sorduğumuz âhirete dair sualimize Rahmân
ve Hakîm ve Âdil ve Kerîm ve Hâkim isimleri
mezkûr hakikatle cevap veriyorlar; şeksiz, şüphesiz, güneş gibi âhireti ispat
ediyorlar.[29]
10 - Adalet-i Şer’iye
Üstad aşağıdaki kıssayı anlatarak adalet-i şer’iyenin
uygulanmasıyla suç işlemeye tevessül edenlerin suç işlemekten vazgeçeceklerini
ve yeryüzünde suç işleme oranının büyük ölçüde düşeceğini savunmaktadır. Örnek
olarak da hırsızlık suçuna verilen el kesme cezasını vermekte ve bu ceza
uygulandığı takdirde hırsızlık suçunu işleme oranının büyük ölçüde azalacağını
vurgulamaktadır. Üstadın adalet-i şer’iyeden maksadı, şeriatın hükümlerinin
uygulanmasıyla oluşacak
adalettir.
Bir zaman bir adam, bir sahrâda, bedevîler içinde
ehl-i hakikat bir zatın evine misafir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının
muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hattâ ev sahibi, evinin köşesinde paraları
oralarda açıkta bırakmış. Misafirhane sahibine dedi:
"Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı
köşeye atmışsınız?"
Hane sahibi dedi: "Bizde hırsızlık olmaz."
Misafir dedi:
"Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve
kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor."
Hane sahibi demiş: "Biz emr-i İlâhî namına ve adâlet-i
şer’iye hesabına hırsızın elini kesiyoruz."
Misafir dedi: "Öyleyse çoğunuzun bir eli olmamak
lâzım gelir."
Hane sahibi dedi: "Ben elli yaşına girdim, bütün
ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm."
Misafir taaccüp etti, dedi ki: "Memleketimizde
her gün elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki
adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor."
Hane sahibi dedi: "Siz büyük bir hakikatten ve
acip ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terk etmişsiniz. Onun için adaletin
hakikatini kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye yerine adalet perdesi altında
garazlar, zâlimâne ve tarafgirâne cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini
kırar. O hakikatin sırrı budur:
"Bizde bir hırsız elini başkasının malına
uzattığı dakikada hadd-i şer'înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlâhîden nâzil
olan emir hatırına gelir. İmânın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden
gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden "Hırsız erkeğin ve hırsız kadının
da elini kesin."[30]âyetini
hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete
gelir.
Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum
gibi bir hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır,
çekilir. Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir
değil, belki mânevî kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese,
hücum eder. Hadd-i şer'îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o
hissin karşısına çıkar, susturur.[31]
11- Adalet-i Kur’ani
Çağdaş hukuk sistemlerinin kendi hukuk anlayışlarını
kişi hak ve hürriyetlerine bağlı, özgürlükçü tanıtmalarına rağmen, Üstada göre
gerçek hiç de öyle değildir. Çünkü çağdaş hukuk sistemleri çoğunluğun rahatı
için azınlığı, toplumun huzuru için ferdi feda etmektedir:
“Siyaset-i medenî, ekserin rahatına feda eder ekalli.
Belki ekall-i zalim, kendine kurban eder ekserîn-i avâmı.
Adalet-i Kur'ânî, tek masumun hayatını, kanını heder göremez, onu feda
edemez, değil ekseriyete, hattâ nev'in umumu.
"Kim bir cana kıymamış bir kimseyi
öldürürse..."[32]
Âyeti
iki sırr-ı azîmi vaz ediyor nazara. Biri mahz-ı adalet. Bu düstur-u azîmi ki fert ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret
nasıl bir görür; adalet-i İlâhî ikisine bir bakar. Bir sünnet-i daimî.
Şahs-ı vahid hakkını kendi feda ediyor; lâkin feda
edilmez, hattâ umum insana. Onun iptal-i hakkı, hem iraka-i demi.”[33]
Adalet-i mahzâ-yı Kur'âniye, bir mâsumun hayatını ve kanını,
hattâ umum beşer için de olsa heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu
gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlıkla, öyle insan olur ki, ihtirasına
mâni her şeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek ister.[34]
12 - Adalet-i Kaderiye
Beşer, zâhirî esbaba bakar; bazan yanlış eder,
zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adalet eder. İşte, bugünlerde
elîm bir endişeyle Risale-i Nur dairesine temas eden üç mesele, adalet-i
kaderiye noktasında mânevî suâle cevaben ihtar edildi.[35]
Bu kaza-i İlâhînin adalet-i kaderiye
noktasında, yeni talebelerden bir kısım zatların sırr-ı ihlâsa muvafık olmayan
dünya cihetini de Risale-i Nur ile arzu etmesinden, bazı menfaatperest
rakipleri karşısında bulup, yirmi beş sene evvel aslı yazılan ve sekiz sene
zarfında bir iki defa elime geçen ve aynı vakitte kaybettirilen Beşinci Şua
benden uzak bir yerde ele geçmesiyle, o hoca bozması gibi kıskançlar, onunla
adliyeyi evhamlandırdılar. Aynı vakit, benim arzu ettiğim yeni harflerle Miftahu'l-İman
mecmuası yerine Ayetü'l-Kübrâ muvafakatım olmadan tab olması ve
nüshaları gelmesi hükümete aksetmiş, iki mes'ele birbiriyle karıştırılmış.
Güya
Kanun-u Medeniyeye karşı o Beşinci Şua tab edilmiş diye, ehl-i garaz, bir
habbeyi yüz kubbe yaparak gadren bizleri şu çilehaneye soktu.
Fakat kader-i
İlâhî ise, menfaatimiz için buraya sevk etti ve eski zamanlarda ihtiyarî
çilehanelerin sevap noktasında çok fevkinde sevapdar etmek sırrıyla, bizi, ihlâs
dersini tam almak ve hakikaten kıymetsiz olan dünya umuruna karşı alâkalarımızı
tâdil etmek için yine medrese-i Yusufiyeye çağırdı.[36]
Evet, zulm-ü beşer içinde bir cilve-i inâyet-i
Rabbâniyeyi kısaca beyan edeceğim:
Ben yirmi yaşındayken tekrarla derdim: "Eski
zamanda mağaralara çekilen târiküddünyalar gibi, âhir ömrümde ben de bir
mağaraya, bir dağa çekilip insanların hayat-ı içtimaiyesinden çıkacağım."
Hem eski Harb-i Umumîde şark-ı şimalîdeki esaretimde karar vermiştim ki,
"Bundan sonra ömrümü mağaralarda geçireceğim. Hayat-ı siyasiyeden ve
içtimaiyeden sıyrılacağım. Artık karışmak yeter" derken, inâyet-i
Rabbâniye, hem adalet-i kaderiye tecellî ettiler.
Kararımdan ve arzumdan
çok ziyade hayırlı bir surette, ihtiyarlığıma merhameten, o mutasavver
mağaralarımı hapishanelere ve inzivâlara ve yalnızlık içinde çilehanelere ve
tecrid-i mutlak menzillerine çevirdi.[37]
13 - Adalet-i Beşeriye
İşte, beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u
esasîsine karşı, Arş-ı Âzamdan gelen Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyandaki bu gelen
kanun-u esasîyi buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor: “Hiç kimse diğerinin
günahını taşıyacak değildir.”[38]
Yani, bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: "Bir
adamın cinayetiyle başkaları mes'ul olmaz. Hem bir mâsum, rızası olmadan, bütün
insana da feda edilmez-kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse, o
fedakârlık bir şehadettir ki, o başka meseledir" diye, hakikî adalet-i
beşeriyeyi te'sis ediyor.
İkinci sual: Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin
vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye
yakındır medeniyet-i hâzıradan "mim'siz" diyerek hayat-ı
içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?
Elcevap:Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere
muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hatâları, zararları,
faydalarına râcih geldi.
Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye
ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet;
ve sa'y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından,
biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi.
Semavî Kur'ân'ın
kanun-u esasîsi, "Yiyin, için, fakat israf etmeyin."[39]"İnsan
için ancak çalıştığının karşılığı vardır."[40]ferman-ı
esasîsiyle, "beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa'ye gayrette
olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir"
diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen, kısa bir iki nükte söyleyeceğim:
Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç
dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette ancak ikisiydi. Şimdiki garp
medeniyet-i zâlime-i hâzırası, su-i istimâlât ve israfat ve hevesatı tehyiç ve
havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik
cihetiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi
şeye bu zamanda muhtaç oluyor.
O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda tedarik
edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek,
bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri
zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş.
Biçare avâm ve havas tabakasını daima
mübarezeye teşvik etmiş. Kur'ân'ın kanun-u esasîsi olan "vücub-u zekât,
hurmet-i riba" vasıtasıyla avâmın havassa karşı itaatini ve havassın avâma
karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları
isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti.[41]
Adalet Hikmet İlişkisi
Gerek Kur’an’da, gerek hadislerde hikmete büyük
anlamlar yüklenmiş olasından olacak ki, Üstad da hikmet kavramına çok önem
vermiş, onu adaletten ve rahmetten ayrı tutmamıştır. İşte kendi ifadelerinden
adalet ve hikmetin birlikte işlenişi:
“Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar
cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla Rububiyetin saltanatını
gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet
ve adalete iman ve ubudiyetle tevfik-i hareket eden mü'minleri taltif etmesin?
Ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edepsizleri tedip
etmesin?
Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri,
insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan,
ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir
Mahkeme-i Kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.
Evet, görünüyor ki, şu âlemde tasarruf eden Zat,
nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona burhan mı istersin? Her şeyde maslahat
ve faydalara riayet etmesidir.
Görmüyor musun ki, insanda bütün âzâ, kemikler
ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyrâtında, her yerinde, her cüz'ünde faydalar
ve hikmetlerin gözetilmesi; hattâ bazı âzası, bir ağacın ne kadar meyveleri
varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki, nihayetsiz
bir hikmet eliyle iş görülüyor.
Hem herşeyin hilkatinde gayet derecede hüsn-ü san'at
bulunması, nihayet derecede Hakîm bir Sâniin nakşı olduğunu gösterir. Evet, şu
küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazâin-i
rahmetin anahtarlarını, bütün esmâlarının aynalarını derc etmek, nihayet
derecede bir hüsn-ü san'at içinde bir hikmeti gösterir.
Şimdi, hiç mümkün müdür ki, şöyle icraat-ı Rububiyette
hâkim bir hikmet, o Rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat
edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin?
Hem adalet ve mizanla iş görüldüğüne burhan mı
istersin? Herşeye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücut vermek, suret
giydirmek, yerli yerine koymak, nihayetsiz bir adalet ve mizan ile iş
görüldüğünü gösterir.
Hem her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkını
vermek, yani vücudunun bütün levâzımâtını, bekasının bütün cihâzâtını en
münasip bir tarzda vermek, nihayetsiz bir adalet elini gösterir.
Hem istidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla,
ıztırar lisanıyla sual edilen ve istenilen herşeye daimî cevap vermek, nihayet
derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.
Şimdi, hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir
mahlûkun en küçük bir hâcâtının imdadına koşan bir adalet ve hikmet, insan gibi
en büyük bir mahlûkun beka gibi en büyük bir hacetini mühmel bıraksın? En büyük
istimdadını ve en büyük sualini cevapsız bıraksın? Rububiyetin haşmetini,
ibâdının hukukunu muhafaza etmekle, muhafaza etmesin?
Halbuki, şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan,
öyle bir adaletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Belki, bir Mahkeme-i
Kübrâya bırakılıyor. Zira, hakikî adalet ister ki, şu küçücük insan, şu
küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti
ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücazat görsün. Madem şu fâni,
geçici dünya, ebed için halk olunan insan hususunda öyle bir adalet ve hikmete
mazhariyetten çok uzaktır. Elbette, Âdil olan o Zât-ı Celîl-i Zülcemâlin ve
Hakîm olan o Zât-ı Cemîl-i Zülcelâlin daimî bir Cehennemi ve ebedî bir Cenneti
bulunacaktır.[42]
Adalet Eşitlik İlişkisi
Üstad, adaletle eşitlik arasında sıkı bir irtibat
oluğunu şiddetle savunmaktadır. Ona göre musavatsız adalet, adalet değildir.
İnsanlar arasında eşitliği tesis etmeden huzur ve güven ortamının sağlanması,
adaletin ayakta tutulması mümkün değildir:
“İçtimaî heyette düsturları istersen: müsâvatsız
adalet, önce adalet değildir.[43]Müsavatsız
adalet, adalet değildir.”[44]
Eşitlikle adaletin birlikte uygulanmasından doğan
müsbet sonuçlara Üstad, Hz. Peygamber (s.a.v.) dönemindeki uygulamaları
göstermektedir.
Gerçekten Saadet Asrı denilen o dönemde köle ile efendisi,
siyah ile beyaz, zengin ile fakir, güçlü ile zayıf gerçek anlamda ve hiç şüphe
götürmeyecek bir şekilde eşit muameleye tabi tutulmuştur.
Hz. Ömer (r.a.)’ın
kölesiyle beraber Kudüs’ün fethinde nöbetleşe deveye binmesi, şehre girerken de
sıranın köleye gelmesi üzerine halkın köleyi halife, emirul müminini de köle
sanmaları tarihin bir benzerini tekrar yazmadığı ender uygulamalardandır:
“Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet
ve müsavatı, bahusus o zamanda delil-i kat'îdir ki, şeriat-ı garrâ müsavatı ve
adaleti ve hakikî hürriyeti cemî revabıt ve levazımatıyla câmidir. İmam-ı Ömer
(r.a.), İmam-ı Ali (r.a.) ve Salâhaddin-i Eyyubî â'sârı bu müddeâya delil-i
alenîdir.”[45]
Adalet Denge İlişkisi
Üstad, kainattaki denge ile adalet arasında sıkı bir
ilişki olduğunu ileri sürer. Eşya arasındaki denge bozulduğunda, kainatın tüm
düzeni alt üst olacağı gibi, sosyal hayatta insanlar arasındaki adalet ölçüsü
bozulduğunda da tüm sosyal ilişkiler temelinden sarsılır:
Hem her şeyin san'atında nihayet derecede intizam
bulunması gösterir ki, nihayetsiz bir hikmetle iş görülüyor. Evet, güzel bir
çiçeğin dakik programını küçücük bir tohumunda derc etmek, büyük bir ağacın
sahife-i a'mâlini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihâzâtını küçücük bir
çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak, nihayetsiz bir hikmet kalemi
işlediğini gösterir.[46]
"İsm-i Adlin cilve-i âzamından gelen kâinattaki
adalet-i tâmme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti
emrediyor. Sûre-i Rahmân'da, "Gökyüzünü yükseltip nizam ve ölçü verdi. Tâ
ki ölçüde sınırı aşmayın.
Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin ve
âhiretteki mizanınızı ziyana düşürmeyin."[47]âyetindeki,
dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden, dört defa mizan zikretmesi,
kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde, pek büyük ehemmiyetini
gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî
zulüm ve mizansızlık yoktur.”[48]
Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte
şununla görünür meydandaki âsârı. Zemindeki mevâzin, mizanıdır şeriat.
Şeriatteki rahmet, semâ-i Kur'ân'dandır. Medeniyet-i
Kur'ân esasları müsbettir. Beş müsbet esas üzere döner çarh-ı saadet.
Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır. Hakkın daim
şe'nidir adalet ve tevazün. Bundan çıkar selâmet, zâil olur şekavet.
Hedefinde menfaat yerine fazilettir. Faziletin
şe'nidir muhabbet ve tecazüb. Bundan çıkar saadet; zâil olur adâvet.[49]
Medeniyet-i hazıra, beş menfi esas üzerine teessüs
etmiştir:
1. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe'ni
tecavüzdür.
2. Hedef-i kastı menfaattir. O ise, şe'ni tezâhumdur.
3. Hayatta düsturu cidaldir. O ise, şe'ni tenâzudur.
4. Kitleler mâbeynindeki rabıtası, âhari yutmakla
beslenen unsuriyet ve menfi milliyettir. O ise, şe'ni müthiş tesâdümdür.
5. Cazibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve
arzularını tatmindir. O hevâ ise, insanın mesh-i mânevîsine sebeptir.
Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve
emrettiği medeniyet ise:
Nokta-i istinadı, kuvvete bedel, haktır ki,
şe'ni adalet ve tevâzündür.
Hedefi de, menfaat yerine fazilettir ki, şe'ni
muhabbet ve tecâzüptür.
Cihetü'l-vahdet de, unsuriyet ve milliyet yerine,
rabıta-i dinî ve vatanî ve sınıfîdir ki, şe'ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve
haricin tecavüzüne karşı yalnız tedâfüdür.
Hayatta, düstur-u cidal yerine düstur-u teâvündür ki,
şe'ni ittihad ve tesanüttür.
Hevâ yerine hüdâdır ki, şe'ni insaniyeten terakki ve
ruhen tekâmüldür.
Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme,
dört elle sarıl. Yoksa mahvolursun.[50]
Sonuç
Risale-i Nur Külliyatında Üstad Bediüzzaman Said Nursi,
“adalet” kavramına farklı açılımlar kazandırmış, adaleti on üç farklı
terkiple farklı anlamlarda kullanmıştır.
Onun adalet anlayışı temelde Kur’an’a ve onun
uygulaması olan Asr-ı saadetteki fiili tatbikata dayanır. İslam’ın getirdiği
adalet sisteminin yaşanabilir olduğunu ısrarla savunmuş; Hz. Peygamber
(s.a.v.) ve O’nun Raşid Halifeleri dönemindeki uygulamaları bu tezine canlı
birer örnek ve delil göstermiştir.
Kendilerini medeni (!) olarak tanımlayan hukuk
anlayışlarının, onun savunduğu hukuk anlayışının çok gerisinde kaldığını
örnekleriyle göstermiştir.
O her zaman hakkın mukaddes olduğunu savunmuş,
hakkın büyüğü- küçüğü, azı- çoğu olamayacağını vurgulamıştır.
Ne toplum için fert, ne de fert için toplumun feda
edilemeyeceğini otaya koymuştur.
Üstadın özellikle üzerinde durduğu bir husus da,
suçların ferdiliği prensibidir. Hayatı boyunca bunun çarpık uygulamalarını
görmüş ve bu haksızlıkların hep karşısında olmuştur. “Hiçbir kimse bir
diğerinin suçunun cezasını çekmez” mealindeki “ve la teziru vaziratün vizra
uhra” ayetini külliyatında on üç – on dört yerde hayatından örneklerle
zikretmiştir. Kendisine isnat edilen suçlardan (!) dolayı nice masum insanın
takibata uğramasını bir türlü kabul edememiştir.
Hülasa, Üstadın eserlerinde ortaya koyduğu adalet
anlayış ve prensipleri toplumsal hayatta uygulama alanı bulduğu takdirde dünya
daha bir yaşanılacak yer olacaktır.
[5]Ömer bin Abdülaziz'e ait bir söz.
Şa'ranî, El-Yevâkit ve'l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, Şerhü Cevheretü't-Tevhid, 334.
[7]Ömer bin Abdülaziz'e ait bir söz.
(Şa'ranî, El-Yevâkit ve'l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, Şerhü
Cevheretü't-Tevhid, 334.)
[11]Ömer bin Abdülaziz'e ait bir söz.
Şa'ranî, El-Yevâkit ve'l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, Şerhü Cevheretü't-Tevhid,
334.
Makale
Yazarı:
Doç. Dr.
Mehmet Faik YILMAZ
http://www.bediuzzamansaidnursi.org/icerik/bedi%C3%BCzzaman%E2%80%99-adalet-kavramina-getirdi%C4%9Fi-a%C3%A7ilimlar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder