Genç adam, ofisinde masanın tam karşısındaki duvarda asılı, Orta Asya ülkelerini gösteren haritaya dalmıştı yine. Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan... On sene evveline kadar buraların adını bile bilmezdi. Zihninde, liseden kalma “Türkler, Anadolu’ya Orta Asya’dan göçmüştür” cümlesi vardı sadece. Uçsuz bucaksız o coğrafya, kendisi ve kendisi gibi bir çokları için, pek de iyi şeyler çağrıştırmayan dört harften ibaretti: SSCB
Genç adam, Anadolu ile Orta Asya’nın, kalpten kalbe
bir yol ve Anadolu insanıyla Orta Asya halklarının aynı anneden süt
emmiş çocuklar olduğunun.. insanımız için vazgeçilmez fevkalâde önemli
bazı duygu, düşünce ve değerleri bu topraklardan damıttığımızın...
bunlarla hayatımızı ve kültürümüzü farklılaştırıp,
zenginleştirdiğimizin... şimdi hürriyetlerine kavuşan bu ülkelere,
kırlangıçlar gibi uçup, kardeşliğimizin ve vefa duygumuzun tezahürü
olarak, ne pahasına olursa olsun hizmet etmemiz gereğinin ve
gerçeğinin... kardeşlik ve vefa endeksli bu hizmetin de bir yürek ve
sevgi işi olduğunun künhüne ve idrakine, Kırık Mızrab’ın içli, dertli,
ızdırap dolu nağmeleriyle varmıştı. Kaderinin yoluna su serptiği
talihlilerden biri olarak da, şimdi bu ülkelerden birinde, Kazakistan’da
yaşıyordu.
Ne ilginç bir tevafuktu ki yolu, Kazakistan’a
gitmeden birkaç ay önce, okuduğu bir kitapta bu vefa ve sevgi
kahramanlarından Atravlı Yasin’e rastladı. İçi yandı. Günlerce aklından
çıkmadı Yasin. Oturduğu, kalktığı her yerde onu anlattı.
Kazakistan’a geldiğinde de ilk onu sordu. Hikâyesini, Almatı’yı tepeden seyreden mezarının başında anlattılar:
Kazakistan’a geldiğinde de ilk onu sordu. Hikâyesini, Almatı’yı tepeden seyreden mezarının başında anlattılar:
Ata
topraklarında okulların açılması, onun liseyi bitirdiği yıllara denk
gelmişti. Ateş parçası Yasin’in de yüreğine buraların ateşi düşmüştü.
Sonunda o da yüzlercesi gibi dünyasını bir bavula sığdırıp Yesevî
ülkesine kanatlanmıştı.
Bir taraftan üniversitede okumaya diğer yandan da Atrav Kazak–Türk Lisesi’nde rehberlik yapmaya başladı. Okulu ve öğrencileri Yasin’in dünyası ve hulyası olmuştu artık. Varsa yoksa onlardı. O taptâze dimağlara Anadolu kültürünün mayasını çalıyor, iki ülkenin ebedî kardeşliği, mutlu ve aydınlık geleceği için çalışıyordu. Delikanlı damarlarında vatanı ve bayrağı için bir şeyler yapmaya çabalamanın hazzı ve heyecanı çağlıyordu. Bu beklentisiz duygularla öğrencileriyle kaynaşan Yasin onların sevgilisi ve “Yasin ağabeyi” olmuştu. Şimdi Atrav’lı balalar, yardan, anadan, serden geçmiş, destanı ezberden okunacak yiğitlerin türküsünü söylüyordu.
Atrav 94 yılının Ağustos'unu yaşıyordu...
Akjayık ırmağının kenarında Yasin, arkadaşları ve öğrencileriyle piknik yapıyordu...
Her şey o kadar güzeldi ki...
Ne olduysa topun ırmağa kaçmasıyla oldu. Önce öğrencisi Nursultan koştu topun peşine. Bir an evvel topu yakalamak kaygısıyla kulaçlıyordu suları. Aniden suda çırpınmaya, batıp çıkmaya, çığlık atmaya başladı. Yasin, öğrencisinin canhıraş feryatlarıyla irkildi. Nursultan’dan başka herşeyi, bir anda yok oldu gözünden. Ve tereddütsüz atladı ırmağa.
Akjayık ırmağının kenarında Yasin, arkadaşları ve öğrencileriyle piknik yapıyordu...
Her şey o kadar güzeldi ki...
Ne olduysa topun ırmağa kaçmasıyla oldu. Önce öğrencisi Nursultan koştu topun peşine. Bir an evvel topu yakalamak kaygısıyla kulaçlıyordu suları. Aniden suda çırpınmaya, batıp çıkmaya, çığlık atmaya başladı. Yasin, öğrencisinin canhıraş feryatlarıyla irkildi. Nursultan’dan başka herşeyi, bir anda yok oldu gözünden. Ve tereddütsüz atladı ırmağa.
Can havliyle uzandı Nursultan’a... Tuttu, kucakladı, sırtına aldı... Dermanı tükeninceye kadar çırpındı, çırpındı. Başardı sonunda. Nursultan kurtuldu... Ama Yasin kayboldu suda. Kaderi beklentisizlerin, gariblerin kaderiyle buluştu... Garip Yunus,
“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garib bencileyin”le sanki Yasin’i anlatıyordu.
Yasin hayatının baharında, bütün baharlarını, yüreğini ve ruhunu, hazansız baharlar yaşaması için bu topraklara vermişti... Vücudu bir tohum gibi Kazakistan’ın bağrına düşerken binlerce Yasin’in umudunu ve müjdesini veriyordu sevenlerine.
Müdürü, Yasin’in acı haberini Türkiye’de öğrendi. Bir çocuk bekliyordu o günlerde. Yasin’in toprağa düştüğü gün bir kınalı koçu oldu. Kucağına aldı, öptü, kokladı onu... Belletmenini, Yasin’ini öper, koklar gibi, “kınalı koçum!” dedi, hıçkırarak. Adın Yasin senin! Şimdi genç adam ne zaman bir fatiha için Yasin’in mezarına gitse toprağından,
“Eğil de kulak ver bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.”
mısralarının yükseldiğini duyar...
Ve Almatı’yı tepeden seyreden mezarın başında geleceğe umutla bakar.
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/adin-yasin-senin.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder