“Adalet" insanoğlunun Hz. Adem’den beri ısrarla
aradığı ve semavi kitapların da özellikle vurguladığı bir kavramdır. Risale-i
Nur’da belirtildiği üzere Kur'an'ın dört esasından biri de "adalet” tir.
Adalet sözlükte şöyle ifade edilmektedir: Zulüm
etmemek, Hak sahibine hakkını vermek ve haksızları terbiye etmek gibi manalara
gelmektedir[1].
Esas adalet şöyle ifade edilmektedir: "Adalet-i
mahza" yı ifade eden "Birisinin hatası ile başkası
cezalandırılamaz", "Hak haktır, büyüğüne küçüğüne bakılmaz. Bir fert,
umumun selameti için dahi feda edilmez. Toplumun selameti için ferdin hayatı veya
hakkı feda edilemez.
Hem bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal
edilmez." şeklindeki Kur'anî yaklaşım insanı merkeze almıştır. Bütün
semavi kitapların konusu budur ve aynı şeyi tasdik etmişler ve işlemişlerdir.
Tarihsel planda otoriter, totaliter yapıların kendi
varlıklarını devam ettirebilmek adına, meşruluklarını hukukla bağdaştırarak
adaleti kendi çizdikleri sınırlar içine hapsetmelerinin o sınırlar içinde
sıkışmış "sosyal yapı"nın aradığı adaletle veya ideal adalet
anlayışıyla nasıl örtüşeceği de cevap bekleyen sorulardandır.
"Adalet" kavramı, siyaset bilimi, tarih
felsefesi ve hukuk dışında, İslam düşünce sisteminde; ahlak, fıkıh, hadis ve
ontoloji alanlarında da birbirine yakın anlamlarda kullanılmış bir terim olarak
da incelenmelidir. Zira, Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerde genellikle düzen,
denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yola iletme, takvaya
yönelme, dürüstlük, tarafsızlık gibi anlamlarda kullanılan "adalet"
kavramı, "İsm-i Adl"in bir cilvesi olarak yaradılışta da insanın
fizyonomik yapısı ve kainattaki uyumu, ahengi ve estetik görünüşü ifade
etmektedir.
Biz de bunları göz önüne alarak bu tebliğimizin
konusunu "Risale-i Nurda Adalet" olarak belirledik.
Tebliğimizde "Adalet nedir, hukuk düşüncesinin tarihi gelişimi içinde,
İslam'ın hukuk anlayışını evrensel adalet yaklaşımı içinde nasıl
değerlendirebiliriz, Adalet-i Mahza ve Adalet-i İzafiye nedir, bu kavramları
etik değerler ve sosyal realite açısından nasıl açıklayabiliriz, hukukla ilgili
uygulamaların toplumdan topluma farklılıklar göstermesini nasıl değerlendirmek
gerekir, bu durumda adalet ölçüsü nedir, hak-adalet ilişkisi nedir, genel
hatlarıyla Bediüzzaman'ın hukuk anlayışı nasıldır, cumhuriyet, demokrasi,
adalet ilişkisi nasıldır, Bediüzzaman'ın 'Cumhuriyet ki adalet, meşveret ve kanunda
inhisar-ı kuvvetten ibarettir.' sözünü adalet açısından nasıl
değerlendirebiliriz, genel olarak Kur'an'ın ortaya koyduğu adalet
düşüncenin modern hukuktaki yeri nedir, Hz. Ömer adaletini günümüz adalet
sistemine ve anlayışına nasıl uyarlayabiliriz, Hz. Ömer'in 'Adalet mülkün
temelidir' sözünün, 'adalet' açısından, kapsamını nasıl belirlemek gerekir,
İslam felsefesi açısından ontolojik olarak 'adalet'i nasıl değerlendirebiliriz,
Adalet-Rububiyet ilişkisi nedir, İslam filozofları meseleyi nasıl ele almışlardır?"
gibi sorulara cevaplar aradık.
Risale-i Nurda "Adalet-i mahzâ" kavramı
inceleniyor. "Bir fert, umumun selameti için dahi feda edilmez. Toplumun
selameti için ferdin hayatı veya hakkı feda edilemez" şeklinde ifade
edilen bu Kur'ânî ölçü sayesinde İslâm tarihinin bir adalet ve itidal tarihi
olageldiği vurgulanıyor[2].
Bediüzzaman, Risale-i Nurda bazı büyük zatların hayat
hikâyelerini anlatmak suretiyle Kur’an’ın dört esasından biri olan adalete
insanları sevk ediyor. Bu hikâyeler vasıtasıyla insanlara adaletli olma
duygusunu adeta vicdanına nakşediyor. Hikâyelerden birkaçını örnek olması
hasebiyle aşağıda zikredeceğiz.
Şimdiki dünyaya adalet dersi veren müstebit devletler,
tarihlerindeki engizisyonlarına yakışır biçimde mazlum ve masum milletleri
fesada ve ateşe verirken; Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘İşarat-ül İcaz’ adlı
eserinde Müslümanların adalet nurunu, biçare beşerin kara sahifesine nasıl
haşmetle aksettirdiğini görelim:
Meşhur İslam Seyyahı ve tarihçisi Evliya
Celebi, Seyahatnamesinde diyor ki: İlk İstanbul Kadısı (hakimi) olan Hızır Bey
Çelebi’nin huzurunda, Haşmetli Padişah Fatih ile bir Rum mimarı arasında şöyle
bir muhakeme cereyan eder:
Büyük bir abidenin inşasında kullanılacak iki mermer
sütunu Fatih bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da, Fatih’in arzusunun
hilafına olarak, bu sütunları üçer arşın kestirip kısaltır. Fatih, ceza olarak,
Rum mimarının elini kestirir.
Rum mimarı da, Fatih aleyhine dava açar. Bunun
üzerine mahkemeye celp edilen Büyük Padişah, başköşeye geçmek istemiş. Birden
bire, hâkimin şu ihtarı ile karşılaşmış: oturma Beyim! Hasmınla mürafaa-i Şer’i
olacaksın; ayakta beraber dur.
Hızır Bey Çelebi; bu koca Şanlı Padişah-ı
maznuna haksız el kestirdiği için, kendisinin de kısasa tabi olduğu ve elinin
kesileceğini bildirir. Fakat mimar kısası istemediği için, Büyük Fatih, günde
on altın tazminata mahkûm olur ve hatta kısastan kurtulduğu için, bu tazminatı
kendiliğinden yirmi altına çıkarır.” Elbette bütün insanlık âlemine devirlerin,
asırların akışı boyunca adalet dersini tazeleyen bu ve benzeri canlı misaller,
Osmanlı’da en haşmetli hükümdarla en aciz ferdlerin adalet mizanında nasıl denk
olduklarını gösteriyor[3].
Bir başka olay, İnsan َالْبُغْضُ فِى اللّهِ *وَالْحُكْمُ لِلّهِ demezse, o
düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder. Cây-ı ibret bir
hâdise: Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, bir kâfiri yere atmış. Kılıncını
çekip keseceği zaman, o kâfir ona tükürmüş. O kâfiri bırakmış, kesmemiş. O
kâfir, ona demiş ki: "Neden beni kesmedin?" Dedi: "Seni Allah
için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi
karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim." O kâfir ona
dedi: "Amacım beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti.
Mâdem
dininiz bu derece sâfi ve hâlistir, o din haktır." dedi. Hem medar-ı dikkat
bir vakıa: Bir zaman bir hâkim, bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet
gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünkü
şeriat namına, kanun-u İlâhî hesabına kesse idi, nefsi ona acıyacak idi. Ve
kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek
nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir[4].
İşte risale-i nurda bahsedilen ibret verici olaylar
vasıtasıyla anlıyoruz ki; İslamiyet adaleti hislere kadar indirgemiştir.
Hâkimin hislerine kapılarak verdiği karar adaletli olmamış oluyor. Bir hâkim
karar verirken o kadar hassas olması gerekiyor ki adaletli karar verebilsin
aksi takdirde zulmetmiş oluyor.
Risale-i Nur birbirine tezat kavramları örnek
göstererek, insanlara adaleti ispat etmek suretiyle insanı terbiye etmektedir.
Zulüm, bir hakkın kaybolması, çiğnenmesi ya da yok edilmesidir. Zulüm ile
adalet kavramı tam bir tezat içindedir. Gece ve gündüz gibi birbirine zıttır.
Nasıl ki gece var iken, gündüz olmaz; gündüz güneşinin olduğu bir günde de
gecenin karanlığı olmaz. Adalet varsa zulüm yoktur, zulüm varsa adalet yoktur.
Adalet ile zulüm kavramları bir arada bulunamazlar.
Mesela Maide suresinde geçen "Kim bir cana
kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları
öldürmüş gibidir. Kim de birisini diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi
olur." (Mâide Sûresi, 5:32.) Ayete göre, haksız yere birini öldüren kişi,
velev ki bunu bütün insanlık adına işlesin, bu bir zulümdür.
Ayette geçen ‘her
kim’ ifadesi, Müslim olsun gayr-i Müslim olsun herkesi kapsamaktadır. Öyle ise,
bir Müslüman, hiçbir masumu öldüremez, hiçbir iktidar uğruna, hiçbir devlet
uğruna, hiçbir amaç uğruna masum bir kişinin kanını dökemez. Bu, apaçık bir
zulümdür.
Öyle ise, fesat çıkarmamış masumları, hiçbir gerekçe
yok iken öldüren, -velev ki öldürülen kâfir, öldüren de Müslüman olsun fark
etmez zalimdir. Haksız yere adam öldürmek zulmün sadece bir şeklidir, tek şekli
değildir. İşkence, bir kişinin hakkının toplum yararına bile olsa feda
edilmesi, cemaatin selameti için ferdin feda edilmesi, devletin selameti için
kişilerin feda edilmesi gibi örnekler de zulmün bir başka şeklidir[5].
Bediüzzaman, adaleti sadece insanla sınırlamayıp
hayvan ve bitkilere kadar indirgemiştir. Talebelerinin ikrarıyla Üstad yaş
ağacın dallarını dahi kopartmazmış. Ağacın yaprakları cenab-ı Allahın ismini
zikrettiği için yaş ağaçların dallarına müdahale ettirmezmiş.
Risale-i Nurda buluğ çağına ermemiş çocuklar ve
hayvanlarla ilgili olan adalet-i ilahiye şöyle ifade ediliyor:
“Masum bir insana veya insanlara gelen felaketlerde,
musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı esbap ve hikmetler vardır.
Yalnız, meşiheti İlahiyenin düsturlarını havi şeriatı fıtriye ahkamı, aklın
vücuduna tabi değildir ki, aklı olmayan bir şeye tatbik edilmesin. O şeriatın
hikmetleri kalp, his, istidada bakar. Bunlardan husule gelen fiillere, o
şeriatın hükümleri tatbik ile tecziye edilir. Mesala:
Bir çocuk, eline aldığı
bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriatı fıtriyenin ahkâmından olan hissi şefkate
muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten dolayı, düşüp başı kırılırsa
müstahak olur. Çünkü, bu musibet o muhalefetin cezasıdır.
Veya dişi bir kaplan,
öz evlatlarına olan şiddeti şefkat ve himayeyi nazara almayarak, zavallı
ceylanın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızk yapar. Sonra, bir avcı
tarafından öldürülür. İşte hiss-i şefkat ve himayeye muhalefet ettiğinden,
ceylana yaptığı musibete maruz kalır[6].
Risale-i Nur, adaletsizliğin neticesinin ne olacağını
çeşitli delillerle izah etmek suretiyle insanı adalete boyun eğdiriyor. Haşir
risalesinde şöyle ifade edilmektedir. “Bak, ne kadar âli bir hikmet, bir
intizamla işler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muameleler
görülüyor. Halbuki, hikmet-i hükûmet ise, saltanatın cenah-ı himayesine iltica
eden mültecilerin taltifini ister.
Adalet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını
ister. Ta hükümetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin. Halbuki, şu
yerlerde o hikmete, o adalete lâyık binden biri icra edilmiyor. Senin gibi
sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor. Risale-i
Nur’da dünyadaki cereyan eden olaylar bahsedilmek suretiyle insanoğlunu
adaletli olmaya sevk ediyor. Ne yaparsa yapsın bu dünyada olmaz ise öbür
dünyada ceza çekeceğini belirtmek suretiyle insanoğlunu adalete başını
eğdiriyor. Risale-i Nur adaletsizliğin içinde insana adaleti göstermek suretiyle
insanı terbiye etmektedir.
Risale-i Nurda peygamberlerin teknik ve teknolojiye
işaret eden mucizeleri bahsedilirken adalet meselesine de değinilmeden
geçilmemiştir.
Meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın bir
mu'cizesi olarak teshir-i havayı Beyân eden: رٌلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ
غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْ âyeti; «Hazret-i Süleyman, bir günde havada
tayeran ile iki aylık bir mesâfeyi kat'etmiştir» der. İşte bunda işaret ediyor
ki:
Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesâfeyi kat'etsin. Öyle ise ey
beşer! Mâdem sana yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş. Cenâb-ı Hak, şu
âyetin lisanıyla mânen diyor: «Ey insan! Bir abdim, hevâ-i nefsini terk ettiği
için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bâzı kavânîn-i
âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz...»
Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm taht-ı Belkîs'i yanına
celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: «Gözünüzü açıp
kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hâzır ederim» olan hâdise-i hârikaya
delâlet eden şu âyet: قَالَ الَّذِى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ اْلكِتَابِ اَنَا
اَتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاَهُ
مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ ilâ âhir...
İşaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı
aynen veya sûreten ihzâr etmek mümkündür. Hem vâkidir ki; Risâletiyle beraber
saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem mâsûmiyetine, hem
de adâletine medâr olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzât
zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek;
bir mu'cize sûretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir.
Demek, Cenâb-ı Hakka itimad
edip Süleyman Aleyhisselâm'ın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı
istidadıyla Cenâb-ı Hak'tan istese ve kavanin-i âdetine ve inâyetine tevfîk-i
hareket etse; ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir.
Demek taht-ı Belkıs
Yemen'de iken, Şam'da aynıyla veyahut sûretiyle hâzır olmuştur, görülmüştür.
Elbette taht etrafındaki adamların Sûretleri ile beraber sesleri de
işitilmiştir. İşte uzak mesâfede, celb-i sûrete ve savta haşmetli bir sûrette
işaret ediyor ve mânen diyor:
«Ey ehl-i saltanat! Adâlet -i tâmme yapmak isterseniz;
Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü bir
hâkim-i adâlet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktâr-ı memleketine, her
istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes'uliyet-i mânevîyeden
kurtulur veya tam adâlet yapabilir.» Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle
mânen diyor ki:
«Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş
mülkünde adâlet -i tâmme yapmak için; ahvâl ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla
veriyorum ve mâdem her bir insana fıtraten, zemine bir halife olmak
kabiliyetini vermişim.
Elbette o kabiliyete göre ruy-i zemini görecek ve
bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden
vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev’an yetişebilir. Maddeten
erişemezse de ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise; şu azim
nimetten istifade edebilirsiniz.
Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi
unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, ruy-i zemini, her tarafı her birinize
görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.
هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ
ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ
النُّشُورُ deki ferman-ı Rahmani’yi dinleyiniz.”[7]
Risale-i Nur'da ispat edilmiş ki, insanların ayn-ı
zulümleri içinde kader-i İlâhî adalet eder. Yani, insanlar bazı sebeple haksız
zulmeder, birisini hapse atar. Fakat kader-i İlâhî aynı hapiste başka sebebe
binaen adalet ediyor ki, hakikî bir suça binaen o hapisle onu mahkûm ediyor.
İşte, şimdi bu hakikati gösteren, başıma gelen acip
bir misali şudur: Yirmi sekiz senedir müteaddit vilâyetlerde ve mahkemelerde
benim mes'uliyetime ve mahkûmiyetime ve mahpusiyetim gibi zâlimâne işkence ve
cezalarına gösterdikleri sebep, hiçbir emaresini bulmadıkları mevhum bir suçum
şudur:
Diyorlar: "Said, dini siyasete âlet yapmak ister
ve yapıyor." Halbuki bu dâvâlarına otuz senelik musibetli yeni hayatımda
ve otuz büyük mecmualarımda bu suça müsbet bir delil bulamadılar. Halbuki böyle
meselelerde bir mahkeme madem bulmadı ve mes'ul edemedi.
Başka mahkemelerin
musırrâne aynı meseleyi esas tutmaları, bütün bütün kanuna ve akla ve âdete
muhalif bir hâlettir. Belki siyaseti dinsizliğe âlet edenler kısmı, kendilerine
bir perde olarak bu ithamı bizlere ediyorlar[8].
Risale-i Nur bize kurani adaletin nasıl olması
gerektiğini, büyük insanların hayat hikâyeleri, ahiretin varlığı (bu dünyadaki
adaletsizliğin neticesinin bize ispat etmek suretiyle insanları adalete başını
eğdiriyor) vasıtasıyla, hayvanlar arası adaletin nasıl tecelli ettiğini
göstermek suretiyle ve peygamberlerin mucizelerinden bahsetmekle insanoğlunu
adalete başını eğdiriyor.
Dünyada esas adaletin nasıl olacağını Hz.
Süleyman(AS) mucizesini örnek göstererek öğretiyor. Teknik ve teknolojiden
faydalanarak bütün dünyayı görecek ve anlayacak istidadı Allah insanlara
vermiş. Hakiki adalet yapmak isteyen bu istidadını geliştirmek suretiyle bütün
dünyayı görmek suretiyle adalet yapabilir. Dünyada hakiki adalet ancak böyle
sağlanabilir.
Makale Yazarı:
Abdüşşükür
Narmatov, Hazreti Ömer İslam Enstütüsü Rektörü.
http://www.bediuzzamansaidnursi.org/icerik/risale-i-nur%E2%80%99da-adalet-kavrami internet sayfasından alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder