Popüler Yayınlar

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Nisan 2013 Cumartesi

İmam-hatip okulları tartışmasına destursuz girmek

5 Temmuz 2012


Zaman gazetesinde Prof. Mümtaz'er Türköne 26 Haziran tarihinde "İmam-hatip okulları misyonlarını tamamladı mı?" başlıklı ilginç bir yazı yayımladı; daha sonra da, yine Türköne, 28 Haziran'da "İmam-hatip mi, din eğitimi mi?", 1 Temmuz'da da "İmam-hatipler için bir gelecek inşa etmek" başlıklı iki yazı daha yayımladı.

Yeni Şafak gazetesinde ise Prof. Hayrettin Karaman 29 Haziran ve 1 Temmuz günlerinde imam-hatiplerin misyonu I ve II başlıklı iki yazı yayımladı; Prof. Karaman'ın yazıları Prof. Türköne'nin imam-hatiplere ilişkin önerilerine cevap niteliğinde idiler.

Tartışma bu iki mümtaz öğretim üyesi ve köşe yazarı arasında belki de ve umarım devam eder zira konu çok önemli, mutlaka tüm detaylarıyla toplum önünde teşrih masasına yatırılmalı.

İmam-hatip okulları tartışması özünde bir eğitim-öğretim tartışması değil, bu anlamda imam-hatip okulları sadece imam-hatip okulları değiller, topluma, eğitim-öğretime, gelecek tasavvurumuza, yurttaş-devlet, toplum-devlet ilişkilerine yönelik çok önemli bir anlama kılavuzu niteliğindeler.

Türkiye'nin genel siyasal durumunu, Türkiye'de yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak siyasal gelişmeleri, yurttaş-devlet ilişkilerinin serencamını imam-hatip okullarının üzerinden okumak, anlamak mümkündür kanısındayım.

Bendeniz de bugünkü Yorum yazımda bu tartışmaya ilişkin görüşlerimi belirtmek istiyorum; yazımın başlığında kullandığım davetsiz, "İmam-hatip okulları tartışmasına destursuz girmekten" muradım da bu.

Tartışmanın tarafları, hem Sayın Karaman hem Sayın Türköne tanıdığım insanlar, dolayısıyla yorumlarımda olabildiğince tarafsız kalmaya çalışacağım ama yine de açık, dürüst olmak ve Sayın Türköne'nin itirazlarına, önerilerine daha yakın durduğumu da itiraf etmek zorundayım.

İmam-hatip okulları, Diyanet İşleri Başkanlığı, okullarda okutulan zorunlu din dersleri konuları aslında, özünde aynı meselenin farklı yüzleri kanımca. Tüm bu konuları söz konusu hizmetleri kim üretiyor sorunsalından ayrı ele aldığınız zaman mesele çok farklılaşıyor, çok farklı yerlere gidebiliyor.

İmam-hatip liselerinden örnek vererek konuya çok doğrudan bir giriş yapabiliriz. Sayın Türköne yazısının bir yerinde aşağıdaki ifadeyi kullanıyor: "İmam-hatiplerin artık misyonunu tamamladığını ve bu okullar üzerine inşa edilecek din eğitiminin ve doğrudan genel eğitimin gelecekte büyük sorunlara yol açacağını düşünüyorum. (Prof. Türköne)"

Prof. Türköne'nin değerlendirmeleri arasında yöntemsel açıdan katılamayacağım tek cümle galiba yukarıya aldığım cümlesi, açmaya çalışacağım.

İmam-hatip okulları, şu ya da bu nedenden, meselenin bu boyutunun beni ve başkalarını ilgilendirmesi gerekmiyor, bunu sorgulamanın anlamını görmüyorum, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının azımsanmayacak bir bölümünün çocukları için tercih ettikleri bir öğretim kurumu tipi.

Benim kişisel kanım da imam-hatip okullarının belirli bir süredir din eğitimi destekli bir genel öğretim kurumları, ortaöğretim ve liseler oldukları. Ailelerin çok büyük bölümü çocuklarını bu kurumlara imam olsunlar diye göndermiyorlar, amaç çocukların klasik bir lise öğretimi ile birlikte yoğun bir İslami terbiyeden de geçmesi; toplumumuzda böyle büyük bir talep var, bunu görmezden gelmek mümkün değil, bu konuyu da misyonu sonlanan bir süreç (M.T.) olarak değerlendirmenin çok özgürlükçü bir bakış açısı olmadığını düşünüyorum.

Kurumların, bunlara şu ya da bu tür okullar da dahil, demokratik toplumlarda misyonlarının sonunu sadece ve sadece bu kurumlara olan toplumsal talep belirler kanısındayım ve bu talep bugün hâlâ çok canlı bir biçimde sürüyor.

Türköne'nin aşağıdaki ifadelerine ise tümüyle katıldığımı belirtmek isterim: "Önce imam-hatip okullarının, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na dayandığını hatırlatalım. Bu okullar, eğitimde devlet tekelinin eseri. Müslüman halk, devletle kavga etmeden din eğitimi ihtiyacını karşılamak için bu kapıyı zorladı. Daha ötesi din eğitimi ihtiyacını hep devlet iktidarının sınırları içine hapseder (Prof. Türköne)."

DİN EĞİTİMİ KAMU HİZMETİNE GİRER Mİ? 

Bu aşamada galiba meselenin tam da özüne geliyoruz; imam-hatip okullarına hâlâ güçlü bir toplumsal talep mevcut, sistem bu toplumsal talebin arzını yaratmak zorunda, özgürlük kanalları sonuna kadar açık tutulursa toplum bu arzı bir biçimde yaratır.

Ancak yukarıdaki cümlemde özenle söz konusu toplumsal talebi devletin değil sistemin, toplumun karşılayacağının, arzı toplumun gerçekleştireceğinin altını çizmek istiyorum.

Düşünce silsilemizi bir aşama daha ileri taşırsak, konu geliyor, laik bir devlet yapısında, din öğretiminin, din sosyolojisi, din felsefesi, din tarihi gibi alanları kastetmiyorum, bir kamu hizmeti niteliği taşıyıp taşımadığı noktasında düğümleniyor.

Şayet din öğretimini klasik bir kamu hizmeti gibi görüyorsak, bu alana yönelik toplumsal talebi devletin karşılaması doğal ve anlamlı ama şayet din öğretimi standart kamu hizmeti özelliklerini haiz değilse bu talep karşısında devletin genel bütçeden yapılacak harcamalarla bu hizmeti finanse etmesi büyük sorunlar içerir.

Geçerken, Sayın Türköne'nin de kanımca meselenin özü olan kamu hizmeti sorunsalına girmediğini belirtelim. Bendenizin kişisel görüşü din öğretiminin standart kamu hizmeti özellikleri taşımadığı, bu nedenle bu hizmetin kamusal kaynaklarla finansmanının sorunlu olduğu yönünde.

Özel kesimin, sivil toplumun kamu hizmeti özellikleri taşımayan bir hizmeti üstlenmesinin kuramsal açıdan çok daha doğru, anlamlı, etkin ve hakkaniyete uygun olduğu görüşümü bu vesileyle bir kez daha arz etmek istiyorum.

Kamu hizmeti, ihtimaliyat teorisi çerçevesinde, eksiksiz her yurttaşa ulaşabilme potansiyeli taşıyan bir hizmet demek; oysa, imam-hatip okullarının ürettiği çok önemli, talebi çok yüksek hizmet türü, yine ihtimaliyat kuramı çerçevesinde, azımsanmayacak sayıda vatandaşa kapalı, bazı vatandaşa ulaşma ihtimali sıfır olan bir hizmet türü ve bu tür hizmet türlerinin kamu hizmeti olarak değerlendirilmesi vergi gelirlerinin hakkaniyetli kullanımı ilkesine aykırı.

Bir hizmete olan toplumsal talebin çok canlı olması bu hizmete kamu hizmeti niteliği kazandırmaz ve buna bağlı olarak da bu canlı talebin arzının devlet tarafından gerçekleştirilmesini gerektirmez.

İmam-hatip liselerinin, daha genel olarak din öğretiminin devlet tekelinde olmasının getirdiği başka sakıncaları Prof. Türköne çok güzel özetlemiş: "İmam-hatipleri merkeze almak, devletin din eğitimi üzerindeki tekelini olduğu gibi kabul edip sürdürmek anlamına geliyor.

Benim çocuğumun alacağı din eğitiminin içeriğini, süresini ve yöntemini neden sadece devlet belirliyor? Bu soru afakî değil. Çoğu kimse imam-hatiplerin Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun amir hükmüyle kurulduğunu bile bilmiyor. İmam-Hatip Liseleri Yönetmeliği'nin 6. maddesine göz atanlar, bu devlet tekelinin ne anlama geldiğini görecektir. İmam-hatiplerde Atatürk ilke ve inkılaplarına ve Atatürk milliyetçiliğine bağlı öğrenci yetiştirmek size ne kadar sahici geliyor?

İmam-hatipleri de ihata eden Millî Eğitim Kanunu'nun 10. maddesine uymaya kalkıp imam-hatiplerdeki fıkıh ve hadis derslerinin içeriğini Atatürk ilkelerini ve Atatürk milliyetçiliğini temel alarak belirlemeyi deneyin. Kanundaki ve yönetmelikteki bu garabetle nasıl tatmin edici ve kalıcı bir çözüm bulabilirsiniz?

Dindar nesli devlet yetiştirecekse, gelecekten mutlaka endişe etmeniz gerekir. Çünkü devlet, öğrettiği her şeyi sevimsiz hale getirir (Prof. Türköne)."

Prof. Karaman'ın görüşlerinde katılamadığım temel konu bu hizmeti kimin, yani devletin mi, sivil toplumun mu üretmesinin daha hakkaniyetli ve etkin olacağı konusuna hiç girilmiyor olması.

Mesela din dersi konusu, bu hizmeti kimin ürettiğinden bağımsız tartışılırsa sorunsuz bir alan gibi gözükür, aklı başında birinin kendi başına din dersi hizmeti üretimine karşı çıkması beklenemez ama mesele bu hizmeti kimin üreteceği noktasına geldiğinde sorun farklılaşmaktadır.

Sayın Prof. Karaman ile bu konuyu yüz yüze tartışma olanağımız olsa meselenin çok önemli ve toplumsal talep düzeyi çok yüksek din öğretimi hizmetinin bir kamu hizmeti olup olmadığı noktasında düğümleneceğini de sezer gibi oluyorum.

Sayın Karaman ve Sayın Türköne bu çok önemli konuyu çok düzeyli bir tartışma ile bir kez daha gündeme getirdikleri için büyük bir hizmet ürettiler; bendeniz de bağa, pardon konuya destursuz, izinsiz girdim, beni bağışlasınlar.


26 Nisan 2013 Cuma

Dershaneler ve Diyanet İşleri Başkanlığı [Yorum - Eser Karakaş]

13 Eylül 2012

Başlığı okuyanlar bugünkü yorum yazımda iki farklı konuyu işleyeceğimi düşünebilirler ama öyle olmayacak, birbirleriyle kurumsal, işlevsel ilişkileri yok gibi duran iki kurumun yani dershanecilik kurumu ile Anayasa'nın 136. maddesinde ifadesini bulan Diyanet İşleri Başkanlığı kurumu arasındaki benim çok önemli bulduğum benzerliği, devletin bu iki çok farklı kuruma bakışındaki aynılığı ortaya koymaya gayret edeceğim.

Konuya dershaneler meselesinden başlamak istiyorum; Sayın Başbakan Erdoğan'ın üniversite giriş sınavlarını iki sene içinde kaldırma ve dolayısıyla dershaneleri kapatma kararı basında, kamuoyunda tartışılıyor. Dershanelerin kapatılmasının lehinde ve aleyhinde görüşler seslendiriliyor, sıcak tartışmalar yapılıyor ama kanımca, birazdan açmaya gayret edeceğim işin özüne asla gelinmiyor.

Senelerdir faaliyette bulunan dershaneler lehine söylenecekler aşağıdaki gibi özetlenebilir;

Birinci konu: Üniversite genel kontenjanları ile toplam talep arasında, toplam talep lehine bir dengesizlik vardır, bu durumda bir seleksiyon mekanizması, bir sınav kaçınılmaz olmaktadır ve bu tür seleksiyon mekanizmalarının zorunlu olarak devreye girdiği, tayınlamanın zorunlu olduğu ortamlarda yurttaşların bir bölümü söz konusu rekabet ortamında kendilerini daha avantajlı, daha rekabetçi kılacak yöntemlere başvurmaktadırlar, bu engellenemez, bu konuda da bu yöntemlerin başında dershaneler gelmektedir.

Siyasi otorite ya da üniversite sisteminin bizatihi kendisi toplam arz ile toplam talep arasındaki makası olabildiğince kapatsa bile, günümüzde böyle bir süreç işlemektedir, çok sayıda bölümün kontenjanları dolmamaktadır, ancak belirli fakülteler için de çok sert bir rekabet, seleksiyon süreci hâlâ işlemektedir ve daha uzun bir süre işleyecektir; daha mikro bir ölçekte rekabet de artarak sürecektir ve bu ortamlarda devreye dershaneler benzeri kurumların girmesi kaçınılmazdır.

Boğaziçi Üniversitesi, ODTÜ, İTÜ gibi üniversitelerin sınırlı kontenjan arzı ile bu kurumlara yönelik çok yüksek, arzın kat ve kat üzerindeki talep arasında bir tayınlama ihtiyacı her zaman olacaktır ve bu tayınlama süreci de, adına ne derseniz deyin, dershaneler, özel ders mekanizmaları türü kurumları gerektirecektir.

Dershaneler için söylenebilecek ikinci olumlu konu, bu kurumların, başlangıç koşulları eşit olmayan gençleri üniversite sınavları karşısında daha kabul edilebilir bir eşitlikçi çizgiye çektikleri gerçeğidir; Alman Lisesi'nden, Galatasaray Lisesi'nden mezun bir çocuk ile Doğu'dan, Güneydoğu'dan, Orta Anadolu'dan gelen çocuklar arasındaki fırsat eşitliği uçurumunu üniversite arz-talep tayınlaması sürecinde dershaneler bir ölçüde kabul edilebilir çizgilere çekebilmişlerdir.

Dershaneler aleyhine ileri sürülebilecek en önemli argüman ise bu rekabet süreçlerinde öğrencilerin öğretim süreçlerinin en önemli aşamalarından lise aşamasını, yani klasik öğretim alma süreçlerini, klasik Türk ve dünya edebiyatını, kitap okuma keyfini, felsefeyi, iyi matematiği ıskalar duruma düşmeleridir; bu süreçten de dershanelerin ne kadar sorumlu olduğu doğrusu belli değildir.

Yukarıda belirttiğim gibi dershanelerin eğitim-öğretim süreçlerinde üstlendikleri rollere ilişkin olumlu, olumsuz çok şey söylenebilir, bu söylenenlerin tümünde de gerçeklik payı vardır, tartışma önemli bir tartışmadır, net bir sonuca varmak kolay değildir.

MESELENİN BU BOYUTU TARTIŞILMIYOR 

Ancak, bu tartışmadan tamamen bağımsız olarak dershanelerin kapatılması konusunun hiç tartışılmayan ve çok önemli bulduğum başka bir boyutu daha var. Dershaneler, yaptıkları üretim, verdikleri hizmetin niteliği açısından klasik bir kamu hizmeti üreticisi değillerdir; bu kurumlar, piyasada, başka bir alanda gerçekleşen arz-talep dengesizliğinde, ücret karşılığında, bir tür özel hizmet üretmektedirler.

Yurttaşların bu hizmeti tüketmesi zorunlu değildir. Dershanecilik hizmetinin piyasa koşullarında üretilen bir özel hizmet olmasına rağmen her dershanenin kapısında "Türkiye Cumhuriyeti-Milli Eğitim Bakanlığı-X Dershanesi" yazmasının demokratik bir ülkede, piyasa ekonomisi koşullarında bir anlamı, artık tümüyle boğucu, sınırlayıcı bir işlevi olan tevhid-i tedrisat ilkesi (!) dışında, yoktur.

Dershaneler piyasa ortamında bir destek, bir tür güçlendirme hizmeti veren kurumlar olduğuna göre, siyasi otoritenin bu kurumların kapanması konusunda bir inisiyatif kullanmasının, dershanelerin gerekliliği üzerine bir tartışma açmasının anlamı nedir?

Siyasi otoritenin yapacağı düzenlemeler, alacağı önlemler sonucunda her aşamada arz-talep denkliği sağlanır ise, bu kurumlar da, dershaneler, piyasa koşullarının bir gereği olarak kendilerini, bugünkü yapılanmaları veri iken, tasfiye ederler ya da başka bir yapılanmaya adım atarlar, özel okul statüsünü tercih edebilirler, yabancı dil dershaneleri olabilirler, gitar, piyano ya da Kur'an kurslarına vs. dönüşürler, bu kursların kapısına da "T.C. M.E.B." tabelası asmak hiç gerekmez ama bu kurumların kapanıp kapanmayacağına piyasa ortamında siyasi otorite karar veremez, vermemelidir.

Meselenin bu boyutu nedense hiç tartışılmamaktadır; herkes Sayın Başbakan'ın dershanelerin kapanması yönündeki ifadesini veri almakta, bu görüşün yanında ya da karşısında fikirler üretmektedirler ama kimse siyasi otorite bu özel kurumların kapanması konusuna neden ve nasıl müdahale eder diye sormamaktadır. Tevhid-i tedrisat cenderesi özel dershanelere, kurslara dahi karışıyor ise bu alanda da gerekli düzenlemeyi yapmanın vakti çoktan gelmiştir hatta geçmektedir.

Bir ihtimal de devletçilik virüsünün bizleri öylesine esir aldığıdır ki, piyasa ortamında faaliyet gösteren bu özel kurumlar ile devletin ne alakası vardır diye kimse soru soramamaktadır. Siyasi otorite yükseköğretimde arz fazlası, yirmi tane Boğaziçi Üniversitesi, on tane ODTÜ, otuz tane de İTÜ yaratabilir ise zaten dershanecilik sürecini piyasanın kendisi ortadan kaldırır, mesele bu kadar basittir.

Bu konunun Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilişkisi nedir? Diyanet İşleri Başkanlığı'nın üstlendiği fonksiyonlara, ürettiği hizmete de toplumda çok büyük ölçekte talep vardır ama bir hizmete toplumsal talebin çok yüksek olması bu hizmetin illa ki devlet tarafından üretilmesinin, vatandaşa sunulmasının gerekçesi olamaz.

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ürettiği hizmetlere, aynen bugünkü koşullarda dershanelerin ürettiği hizmetlere olduğu gibi, yüksek bir toplumsal talep mevcuttur ama her iki hizmet türünün de klasik kamu hizmeti tanımına tam uymamaları bu hizmetlerin piyasa ya da özellikle, öncelikle din hizmetleri için, sivil toplum tarafından karşılanmasının, üretilmesinin demokratik hukuk devleti gereklerine daha uygun olduğu, olacağı mutlaka bugün olduğundan daha yoğun tartışılmasını gerektirmektedir.

Dershane hizmetinin üretilmesi önemlidir, din hizmeti üretimi çok daha önemlidir ama her önemli hizmetin üretimiyle devlet kavramının bir araya getirilmesi bu önemli hizmetlerin özüne uygun olmayabilir.

Sadece dershanelerde değil, öğretim süreçlerinin her aşamasında öğretim görevlilerinin, din hizmeti üretiminde de din görevlilerinin statü, zihniyet, hukuksal/kurumsal bağlantılar açısından memurlaşmalarının eğitim-öğretim ve din hizmeti üretimi süreçlerine orta ve uzun vadede ne kadar yarar getireceğini sağduyuları çok yüksek okurların takdirine bırakmak isterim.