Popüler Yayınlar

30 Nisan 2013 Salı

Bâbıtelli’nin hasar raporu

 
4 Şubat 2013 / ZAFER ÖZCAN
 
Medya–siyaset ve ticaret ilişkilerindeki çürümenin tavan yaptığı ve basın patronlarının tam 10 banka batırdığı İkitelli dönemi, Hürriyet Medya Towers’ın yıkılışıyla sona erdi. İşte 90’lar medyası ve Bâbıtelli’nin hasar raporu…
 
Basın sektörü ‘medya’ olmadan önce, gazetecilerin ve gazetelerin merkezidir Bâbıâli yokuşu. Cağaloğlu’nun buram buram tarih kokan dar sokaklarında yetişti, hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminin kalemşorları.

Gazete patronlarının meslekten gazeteci olduğu, basına dışarıdan sermaye girişinin henüz yaşanmadığı, gazetecilerin vapura, tramvaya bindiği, klasik deyimle ‘toplumdan kopulmamış’ zamandan söz ediyoruz.

Necip Fazıl’lar, Peyami Safa’lar, Bedii Faik’ler, Ali Naci Karacan’lar, Kemal Ilıcak’lar, Abdi İpekçi’ler hatta Simaviler ve Ahmet Emin Yalman’lar dönemi.

En sert polemiklerin yaşandığı, muharrirlerin kalemlerini âdeta silah gibi kullandığı yıllarda, muhalefet Bâbıâli’den yükselirdi.

İnternet ve televizyonun olmadığı vakitlerde, gazetecilerin kıvrak üslubu ve pervasız kalemleri, gündemi belirlerdi. Gazetecilikte üslubun âdeta sanat kabul edildiği günlerdi, Bâbıâli yılları…

Üstad Necip Fazıl, ‘Bâbıâli’ adını verdiği otobiyografisine başlarken, bahsedilenin sadece bir semt adı olmadığını anlatıyor: “Bütün yollar Roma’ya çıkar. Cihana hâkim bir imparatorluk nizamının tarihte mihrak noktasıdır çünkü Roma…

Bizde de bütün yollar Bâbıâli’den geçer. Fikir, sanat, ilim, politika, pafta pafta, bu memlekette duygu ve düşünce kıvranışı belirten kim varsa çarşısını, pazar yerini Bâbıâli’de bulur zira… Bu kabil insanlar nerede ve neyle uğraşmakta olursa olsunlar, Bâbıâli’den sayılabilirler…”

‘Bu kabil insanlar’ Bâbıâli’den sayılmıyorlar artık. Köprünün altından çok sular aktı. Bâbıâli defterini kapatanlar, ikame ettikleri İkitelli’den de çabuk vazgeçti.

20 sene önce tasını tarağını toplayarak İkitelli’deki plazalara taşınan ve basından medyaya inkılap eden sektör, artık yeni sulara yelken açtı.

Bâbıtelli diye de anılan İkitelli medyasının son temsilcisi Hürriyet Grubu ve onun ‘Hürriyet Medya Towers’ diye anılan meşhur binası da inşaat sektörünün çarkları arasında eridi gitti.

Nurol Gayrimenkul’ün 127,5 milyon dolara Doğan ailesinden aldığı binanın yerine iş merkezi ve rezidans inşa edilecek.

Nurol firmasının kepçeleri aslında farkında olmadan medya için bir dönemin daha kapandığını ilan ediyor…

 

Plaza gazeteciliği

 

Bâbıtelli’yi ilk terk eden Sabah ve atv’nin yeni mekânı Beşiktaş Barbaros Bulvarı oldu. İkitelli’deki bina bir süre İş Bankası’na ev sahipliği yaptıktan sonra ilaç firması Deva Holding’e satıldı.

Uzanların meşhur binası da önce bir GSM şirketinin merkezi oldu, ardından sahibi değişen Star gazetesi ile Kanal 24 televizyonu buraya taşındı.

Binayı Defacto isimli tekstil şirketiyle paylaşıyorlar. İkitelli ve Türkiye’nin ilk özel televizyonu Star, artık Doğuş Grubu bünyesinde ve Maslak’ta yayına devam ediyor.

Hürriyet gazetesi ise Bağcılar’daki Doğan Medya Center’a taşındı. Milliyet ve Doğan Grubu’nun diğer yayınlarına ev sahipliği yapan binada artık Kanal D, CNNTÜRK kanalları ile Hürriyet, Posta ve Radikal gazeteleri de bulunuyor.

Doğan’ın diğer gazeteleri Milliyet ve Vatan ise Demirören Grubu’na satıldı. Rüzgâr gibi geçen ve hem ülkenin hem sektörün dengelerini altüst eden Bâbıtelli yılları nasıl geçti ve arkasında nasıl bir iz bıraktı? Bir hasar tespiti yapmakta fayda var.

Bâbıâli’nin önemini yitirmesiyle memleketin dışa açılması paralel giden süreçler. 12 Eylül darbesinden sonra tek başına iktidara gelen Turgut Özal’ın dışa açılma hamlesi ve iş dünyasındaki hızlı gelişmelerden basın sektörü de nasibini alacaktır.

İş adamlarının gazetecilik ‘işi’ne ilgi duymaya başlamasıyla, bugün konuştuğumuz pek çok sorunun temeli atılmış olur. O güne kadar mesleği gazetecilik olan patronların elindeki basın sektöründe artık iş adamlarının da gözü vardır.

Nitekim ilk adım Aydın Doğan’dan gelir. Otomobil, ticari araç ve inşaat gibi sektörlerde faaliyet gösteren, Koç Grubu şirketlerinin bayiliğini yapan Gümüşhane Kelkitli Aydın Doğan, 1979’da Milliyet gazetesini alarak sektöre girer.

İkinci büyük hamlesi ise 1994’te, Simavi ailesinden Hürriyet’i almaktır. İzmirli gazete (Yeni Asır) patronu Dinç Bilgin’in ulusal bir gazete (Sabah) çıkarmak için 1985’te gelişinden sonra Hürriyet’in Doğan’a satılması, Bâbıâli’nin Bâbıtelli’ye dönüşümünün en önemli kilometre taşları olur.



Babıâli dönemini bitirerek Bâbıtelli günlerini ilk başlatan Sabah Grubu’dur. Dinç Bilgin, kendi açısından sonun başlangıcı denebilecek serüvene hayli şaşaalı başlar.

İkitelli Basın Ekspres Yolu üzerinde ve tam da Ayamama Deresi kenarına inşa edilen ‘akıllı’ Sabah-atv binası, dönemin teknoloji harikasıdır.

Kısa süre sonra, Türk medyasındaki değişim ve negatif dönüşümün de simgesi olacaktır bu bina. Gazeteciliği halktan koparan, toplumdan uzaklaştıran, medyayı kendi sektörü dışındaki işlere bulaştıran, bankacılığa sokan, toplum mühendisliği operasyonlarının aracı hâline getiren sembollerden biri, belki de en önemlisidir İkitelli’deki ünlü yapı.

Yeni Asır’ın kurucusu, bütün hayatı gazetecilikle geçmiş bir aileyi yoldan çıkaran sürecin temelleri de o binada atılmıştır.

Bâbıâli’nin, Bâbıtelli’ye dönüşümünü simgeleyen ‘plaza gazeteciliği’ Türkiye’nin en kritik yılları denebilecek 90’ların kilit aktörüdür.

Dinç Bilgin’e sadece gazeteciliği değil, neredeyse her şeyini kaybettiren bir dönem olur Bâbıtelli yılları. Nitekim kendisi yıllar sonra verdiği röportajlarda yaptığı yanlışları, askerî vesayetin nasıl dümen suyuda girdiklerini ve gazetecilik dışı işlere bulaşarak yaptıkları vahim hataları tek tek itiraf edecektir.


 

Medya, siyaset, vesayet!


Basın sektörünün Bâbıâli yılları Osmanlı’nın son dönemlerinde başlıyor. Sultan 2. Mahmut döneminde, o zaman devletin de merkezi konumundaki Bâbıâli’de ilk gazete yayına başlar.

Takvim-i Vekayi adı verilen ‘resmî’ yayın organının amacı, devletin reformlarını halka daha iyi anlatmaktır. Bu gazetenin yayın tarihi 1831’i dikkate alacak olursak, sektörün Babıâli geçmişi 1990’lara kadar yaklaşık 160 yıl devam ediyor.

Buna karşılık sadece 20 yıl devam eden İkitelli dönemi, sektörde uzun yıllar tedavi edilemeyecek yaralar açmış ve derin izler bırakmıştır.

Bunun birkaç sebebi var. Birincisinin basın dışından sermayenin sektöre girmesi olduğunu belirtmiştik. İkinci önemli sebep İkitelli dönemiyle özel televizyonların devreye girmesi.

Bu aynı zamanda basının medyaya dönüşümünün başlangıcıdır. İkitelli’deki Sabah Plaza atv’ye, Hürriyet Medya Towers Show TV’ye, Uzanların Star gazetesi Star TV’ye ev sahipliği yapmaktadır.



Televizyonun etkisini de arkasına alan basın grupları güçlerinin zirvesindedir artık. Bu gücün kontrolden çıkmasına zemin hazırlayansa özel televizyonlarla birlikte İkitelli yıllarına rastlayan ‘koalisyonlar’ dönemidir.

Basın dışından sermayeye ek olarak, reklam pastasının büyümesiyle bir anda maddi gücünü katlayan, televizyonların devreye girmesiyle ulaştığı kitleleri hızla büyüten medya sektörü bir de karşısında zayıf koalisyon hükümetlerini bulacaktır.

Tam bir güç zehirlenmesi vakası. Birkaç milletvekili transferiyle düşürülebilen zayıf hükümetlere karşı diğer güç odağı askerle iş tutmanın dayanılmaz cazibesini de bu dönemde keşfedecektir medya patronları ve elbette yöneticileri.

İkitelli yıllarının çok sorunlu geçmesinde, medyanın ilişkilerdeki dozu ayarlayamaması, daha doğrusu ayarlamak istememesi temel etkendi denebilir.

Medya-siyaset, medya-ticaret ve medya-asker ilişkilerinden bahsediyoruz. 1991-2002 arasındaki koalisyonlar döneminde gerek ekonomi gerekse demokraside yaşanan gerilemelerde, medyanın kurduğu sorunlu ilişkiler başroldeydi.

İşini büyütmek için medyanın gücünü keşfeden sermaye sahipleri ve benzer amaçlarla medyayı kullanmaya hevesli siyasetçilerin ortaya çıkardığı vahim sonuçlar dönemidir 90’lar…

Aradan geçen kısa sürede adını unuttuğumuz birçok yeni yetme ‘basın patronu’ türemiş, ülke normalleşmeye başladıktan sonra da bunların çoğu silinip gitmiştir.

Sürecin en dikkat çekici özelliği, diğer sektör yatırımlarında kâra odaklanan patronların, konu medya olunca kârlılığı ikinci plana atmasıdır.

Çünkü medya, holding menfaatlerinin taşıyıcısı hâline gelmiştir. Nitekim, 2000 yılında Türkiye’de medyanın yüzde 60’ını elinde bulunduran Doğan Holding’in gazetecilik faaliyetlerinden elde ettiği kârın grup şirketleri içindeki payı, kendi internet sitesindeki verilere göre, sadece yüzde 4’tür.

 Buna karşılık o tarihe kadar medya yatırımlarının toplam grup cirosundaki payı yüzde 40’a ulaşmaktadır. Bu örnek bile plazalar döneminde gazeteciliğin hangi anlayışla yapıldığını anlatmaya yetiyor.



Aydın Doğan, Milliyet’i Karacanlardan aldığı 1979 yılından beri 34 yıldır medya sektöründe. Onun için, ‘medya sektörüne dışarıdan giren en akıllı patron’ demek yanlış olmaz.

Benzer durumdaki onlarca patron silinip giderken, o bütün çalkantılı dönemlerde ayakta kalmayı başardı. Peki, plaza gazeteciliğinin kurbanı patronlar kimlerdi?

Doğan’dan sonra medya sektörüne 1982 yılında Güneş gazetesini kuran Kozanoğlu-Çavuşoğlu Grubu girer. Yurtdışında müteahhitlik yaparak ciddi sermaye birikimi oluşturan iki ortak, Hisarbank ve Odibank’ın hisselerini alarak finans sektöründe de etkin hâle gelir.

Nitekim medya ve finans, o tarihten 2001 krizine kadar memleketin en dikkat çeken ikilisi olacaktır. Güneş gazetesini daha sonra, Trabzonlu girişimci Mehmet Ali Yılmaz alır.

Gazetenin son sahibi ise Polly Peck Grubu’nun sahibi Kıbrıslı girişimci Asil Nadir olur. Nadir, Güneş dışında Günaydın gazetesi ve Gelişim Grubu’nu da alarak medyadaki etkinliğini artıracak; ancak bu etkinlik uzun sürmeyecektir.


 

Medya patronları 10 banka batırdı

 

90’ların başlarında medyada Uzanlar rüzgârı esmeye başlar. Kemal Uzan ve oğulları Cem ile Hakan Uzan, 1991’de, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal ile ortaklık kurarak ülkenin ilk özel televizyonu Star1’i (İnter Star’ı) faaliyete geçirir.

Uzanlar ayrıca Adabank ve İmar Bankası ile finans sektöründe etkilidir. Aile daha sonra özelleştirme ihalelerine girerek aldığı çimento ve elektrik şirketleriyle hızla büyüyecektir. Uzanlar, basını silah gibi kullanarak her alanda etkin olmak isteyen patronlara en önemli örnektir.

Hatta bu gücü parti kurarak siyasette aktör olma noktasına kadar vardıran aile, 2002 seçimlerine katıldıkları Genç Parti ile yüzde 7,5 oranında oy almayı başarır.

Uzan ailesinin sonunu getiren de bankacılık sektöründe yaşadıkları sıkıntı ve tabii Başbakan Tayyip Erdoğan ile girdikleri ‘savaş’ olacaktır.

O dönem televizyonculuğa ilgi duyan bir başka patron, önce Show TV’ye ortak olan, daha sonra Cine 5’i kuran Erol Aksoy’dur. Mehmet Emin Karamehmet de 90’larda medya sektörüne girenlerden.

Önce Mehmet Ali Ilıcak’tan Akşam gazetesini, daha sonra Erol Aksoy’dan Show TV’yi alan Karamehmet, kısa süre elinde tutabildiği Sabah gazetesiye birlikte bir anda 90’ların en dikkat çekici medya patronu hâline gelir.

Sabah’ı bir gece operasyonu ile tekrar Dinç Bilgin’e kaptırmasına rağmen Digitürk hamlesiyle yeni medya alanında kendini ispatlayan Karamehmet’in medya merakı, ona Pamukbank ve Yapı Kredi’yi kaybettirecektir.

Buna rağmen Turkcell gibi çok değerli bir şirket sayesinde ayakta kalmayı başarır bu sessiz patron ve daha sonra ve SkyTürk haber kanalını hayata geçirir.



Basın sektörüne hızlı girip aynı hızla sektörden çıkan ve banka işinden ağzı yanan patronlardan diğeri elbette Bursalı Cavit Çağlar’dı.

Onun başını yakan da, 1996’da Karamehmet’ten aldığı ve 1999’da Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun el koyduğu İnterbank olur.

Süleyman Demirel döneminin devlet bakanı ve ‘aile fotoğrafı’ üyelerinden Çağlar, kurucusu olduğu NTV’yi Doğuş Grubu’na satmak zorunda kalır.

NTV’yi alarak sektöre giren Doğuş Grubu, bugün ülkedeki etkili medya gruplarından birinin sahibi. Demirel’in aile fotoğrafından diğer medya patronu Kamuran Çörtük’ü de unutmamak lazım.

BRT televizyonu ile sektöre giren Çörtük’ün medyada ipini çeken yine bankacılık sektörü olacaktır. Sahibi olduğu Bayındırbank’ın 2001’de Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilmesiyle, onun için de çöküş süreci başlar.

90’lardaki ‘yeni medya patronu’ portrelerinden en ilginci kuşkusuz Korkmaz Yiğit’tir. 1998’e kadar iki banka, üç televizyon ve iki gazeteye sahip bir patrondur Yiğit.

Ekim 1998’de patlayan Türkbank skandalı üzerine, 9 Kasım 1998’de gözaltına alınır. Bu süreçte banka, televizyon ve gazetelerini kaybeder.

Yiğit ayrıca televizyonda yayımladığı konuşmasıyla Mesut Yılmaz hükümetini düşüren patron olacaktır. Onun medyaya girişi 90’ların en dikkat çeken hadiselerindendir.

Medyadaki yükselişi Bank Ekspres’i almasından sonra başlar. Yiğit, önce Kanal 6, Kanal E ve Genç TV’yi alır, devamında ise Yeni Yüzyıl ve Milliyet gazetelerini bünyesine katar.

Özellikle Milliyet’i Doğan’dan alması medya çevreleri kadar, askerî cenahta da epey gürültü koparacaktır. O dönem askerlerin Milliyet’in satılmasına karşı çıktığı biliniyor.

Nitekim gazete daha sonra tekrar Doğan’a geçer. Yiğit’in başını yakan, Bank Ekspres’ten hemen önce hisselerini ihaleyle aldığı Türk Bank olacaktır.

Mafya babası Alaattin Çakıcı’nın ihale sürecinde Yiğit lehine devreye girdiği ses kayıtları ile ortaya çıkınca, ihale iptal edilir ve bu, yeni basın patronu için sonun başlangıcı olur.

Doğan Grubu da bankacılık hevesinden kendini alamadı ancak diğer örneklerin aksine kâr ederek defteri kapadı.

Görüldüğü gibi, İkitelli döneminin en önemli belirleyicisi medya patronlarının bankacılık merakı, hızlı yükselme iştahı ve yükselirken de medyayı basamak olarak kullanma stratejileridir.

Patronlar, basın gücünü çıkarlarını korumak ve kamu ihalesi almak için silah gibi kullanırken diğer yandan bankalarından grup şirketlerine para aktarıyorlardı.

Halktan yüksek faizle topladıkları mevduatlar da bu doyma bilmez iştihaya kurban veriliyordu. Bedelini hem onlar hem de batan bankalar kanalıyla bizzat toplum ödedi.

‘Sonradan görme medya patronları’ bunlara ilaveten bir de ‘devlet teşvikleriyle’ güçlerine güç kattı. Nitekim 90’lı yıllarda hortumlanan, içleri boşaltılan ve fona devredilen 25 özel bankanın 10’unun sahibi medya patronlarıdır.

Burada vurgulanması gereken bir husus daha var; medya patronlarının bankacılık meraklarına emekli generallerin verdikleri destek.

Nitekim 28 Şubat sürecinde batan bankaların neredeyse tamamının yönetim kurullarında emekli askerler, özellikle de generaller görev yapmıştı.

Medya patronları için asker kökenli yönetim kurulu üyeleri bir tür kendilerini garantiye alma aracıydı. Olay sadece bankalarla sınırlı kalmadı, askerin ülkedeki gücünden etkilenen pek çok holding, yönetim kurullarına emekli askerleri almakta gecikmedi.

Nitekim 2002’de göreve gelen ve bu alandaki çürümenin farkına varan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, bir genelge yayımlayarak emekli generallerin banka ve şirketlerin yönetim kurullarında yer almasını yasakladı.

O dönemin meşhur paşalarından eski Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhittin Fisunoğlu, Hayyam Garipoğlu’nun sahibi olduğu Sümerbank’ta; eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Vural Bayazıt, Dinç Bilgin’e ait Etibank’ta ve eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman da Cavit Çağlar’ın İnterbank’ında yönetim kurulu üyeliği yapmıştı.

Boyalı basın dönemi

 

90’larda medya-siyaset-ticaret ve asker ilişkilerindeki çürümenin yayıncıları ve elbette haber içeriklerini de doğrudan etkilediğinin altını çizmek gerekiyor.

Ticari çıkarları için Ankara’nın önemini bilen medya grupları, ‘Ankara temsilciliği’ makamını medyada yükselmenin aracı hâline getirmekte gecikmedi.

Birçok genel yayın yönetmeninin geçmişinde Ankara temsilciliği görevi bulunması elbette tesadüf değil. Ankara’nın öneminin artması, medyada sarkacın ağırlığının muhabirden-haberciden yazar ve temsilciye kaymasına sebep olacaktır.

Yazarlar ve temsilcilerin siyaseti yönetenlerle kuracağı ikili ilişkiler artık medya patronları için hayati önemdedir.

Nitekim Bâbıâli döneminde basının yıldızı ‘muhabir-muharrir’ iken, Bâbıtelli döneminde bu yayın yönetmeni ve temsilciye evrilmiştir, üstelik bu yaklaşım hâlen sürmektedir.

Yine bu anlayışın diğer sonucu, medyadaki magazinleşmenin artmasıdır. 80 darbesinden sonra nasıl siyasi haber yazmanın zorlukları ‘ekonomi haberciliği’nin yıldızını parlatmışsa, 90’larda da magazin gazeteciliği ve ‘televole’ tarzı görsel yayıncılık öne çıkmıştır.

Kısacası 90’lar ‘boyalı basın’ ve ‘üçüncü sayfa haberciliği’ anlayışının da zirve yılları ve sektöre bıraktığı hastalıklı miraslardandır.

Kısaca böyle özetlenebilir, basın sektörünün medyaya dönüşümü ve Bâbıtelli yıllarının bilançosu. Bugün Bâbıtelli’den geriye, elden çıkarılan veya yıkılan plazalardan başka bir şey kalmasa da, medyanın burada geçirdiği 20 yıl, ileride gazeteciliğin nasıl yapılmaması gerektiği konusunda ders yapılabilecek kadar malzeme barındırıyor. Bu malzemeyi işlemek de, 90’lar medyasını tez konusu yapacak gelecek nesillere düşüyor.

 

İki medya grubuna verilen teşvik: 625 milyon dolar

 

90’ların medya hikâyeleri yazmakla bitmez. Bunlardan biri de, görkemli plazaların inşa edilmesi ve basının son teknoloji ürünleri kullanmasındaki para gücünün kaynağını oluşturan, devlet teşvikleridir.

Dönemin medya-siyaset ilişkisinin belirleyicilerinden biridir söz konusu teşvikler. Bu konudaki resmî bilgileri açıklayan isim koalisyonlar döneminin meşhur devlet bakanlarından Güneş Taner olur.

Ertuğrul Özkök ile yaptığı bol küfürlü ve pazarlıklı telefon konuşmaları ile de gündeme gelen Taner, Erzincan Milletvekili Tevhit Karakaya’nın soru önergesine, 31 Aralık 1997’de verdiği cevapta, aslında farkında olmadan medya-siyaset-ticaret üçgenindeki kirli ilişkileri deşifre etmiş oluyordu.

Taner’in verdiği bilgilere göre 1983-97 arasında medyaya verilen teşviklerin yüzde 90’ı sadece iki gruba gitmişti.

O yıllar arasında Sabah Grubu ve Doğan Holding’e verilen devlet desteğinin miktarı, Taner’in açıkladığı verilere göre 625 milyon dolar.

Başka bir ifadeyle Doğan Grubu’nun 626,3 milyon dolarlık yatırımının 406,7 milyon dolarını, Sabah Grubu’nun 292,1 milyon dolarlık yatırımının 194,9 milyon dolarını devlet ödemişti.

Tabii bu açıklama Taner’in başını epey ağrıtır. İlgili grupların gazeteleri olayın üstüne gidince, Taner kendisini bürokratların yanılttığını söyleyerek özür dilemek zorunda kalır.

Ancak ok yaydan çıkmıştır artık. Bu hadise, 90’larda medya-siyaset ilişkilerindeki çürümenin en önemli belgelerinden biri olarak Meclis arşivindeki yerini alacaktır.

Nitekim 10 Mayıs 1997’de İstanbul Sultanahmet’te bir miting düzenleyen Başbakan Tansu Çiller, medya gruplarına verilen teşvikleri açıklayarak, bunları kaldırdığı için kartel medyasının hedefi olduğunu söyleyecektir.

Bu arada teşvikler meselesini kapatmadan, en çok teşvik alan iki grubun 90’larda imza attığı ve Türkiye basın tarihi açısından ‘yüz karası’ denebilecek bir anlaşmaya da değinmek gerekiyor.

O dönem basının iki büyük grubu Doğan ve Sabah arasında yazılı olmayan bir ‘centilmenlik anlaşması’ bulunuyordu. Yani bir grubun işten attığı gazeteciyi, diğeri centilmenlik anlaşmasına uyarak almıyordu.

Adı centilmenlik denen utanç uygulaması aslında 90’larda medya emekçileri açısından da nasıl bir çalışma ortamı bulunduğunun en iyi örneği denebilir.

Gazetecilik her zaman halktan kopuktu

Medyadaki dejenerasyon fiziki mekânlarla ne kadar ilişkili? Medya eleştirmeni, gazeteci-yazar Alper Görmüş, gazetelerin Bâbıâli’yi terk edip ‘Plazalar’a taşınmasının her şeyi berbat ettiğine dair giderek büyüyen kanaate katılmıyor.

Görmüş’e göre, gazetecilikte plazacılığın bazı olumsuz sonuçlar doğurduğu muhakkak. Ama sonuçlar üzerinde düşünmek ve odaklanmak, asıl meseleyi gözden kaçırmaya sebep olabilir.

Görmüş, “Bence asıl soru şudur: Gazetecilikte plazacılık hangi koşullarda doğdu?” diyor ve şu cevabı veriyor: “Türkiye’de gazetecilik, devletle kurduğu problemli ilişkinin belirli bir aşamasında şımardı ve bütün şımarıkların içine girdiği psikolojiyle ‘büyüklüğünü’ toplumun gözüne sokmak istedi.”

Peki, bu özgün durumu üreten şartlar nelerdi? Bunun, ekonomik ve siyasal olmak üzere iki ayağının olduğunu düşünüyor Görmüş:

Ekonomik ayak: 1980’lerden sonra Türkiye ekonomisinin liberalleşmesiyle birlikte basın sektörü de büyümeye başladı. Fakat daha da büyüyebilmek için gözünü devlete dikmeye başladı. Bunu da ‘siyasal ayak’ üzerinden başardı.

Siyasal ayak: Medya güçlenirken siyasal iktidarlar güç kaybediyordu. 1990’larda, medya iktidarları doğrudan etkileyecek ölçüde güçlendi.

Medya patronları banka sahibi oldu ve bu kaynakları gayrimeşru yollarla kullandılar; devlet de olan bitene ses çıkaramadı. Plaza düzeninin 90’larda yükselmesi tesadüf değil. Haydan gelen paralar huya gitti.

Gazeteciliğin günümüzdeki ahlaki sorunlarının oluşmasında plazalaşma sürecinin elbette payı olduğuna ancak bunun küçük bir pay olduğuna işaret eden Görmüş, “20 yıllık plazalar dönemi yaşanmasaydı da aynı problemler oluşacaktı.” kanaatinde.

Gazetecilerin ‘halktan kopması’ meselesinin de mekânlarla değil, ideolojiyle ilgili olduğunu vurgulayarak çarpıcı bir tespit yapıyor: “Türkiye’de gazetecilik her zaman halktan kopuk oldu, çünkü bu meslek hiçbir zaman ‘toplum odaklı’ yürütülmedi.”

İktidar odaklarıyla göbek bağı kesilmeli

Gazeteci Yavuz Baydar ‘plaza gazeteciliğinin’ ülkenin demokratikleşmesinden yana tavır koyamamasını birkaç gerekçeyle açıklıyor.

Öncelikle, gazetecilerin ezici çoğunluğunun mesleki cehalet veya deformasyon içinde olması.

Baydar’a göre çoğunluk için, devletin yüce çıkarları her zaman önde geldi. Bunu içselleştirilmiş milliyetçilik ve katı bir Kemalizm sürekli besledi.

Militarizm hep bir gölge gibi yazı işlerine hükmetti. Baydar, medyadaki zihniyeti şöyle anlatıyor: “Hep bir gözü darbede, darbecilerde oldu bir kısım kilit pozisyondaki gazetecinin.

Demokrasiyi küçümsediler. Darbecilerin önünde kuyruk olup ellerini öptüler. Elitten geldikleri için halka tepeden baktılar. Halkın bitkisel hayatta kalması için çaba sarf ettiler. Tabuları yıkmak bir yana, sürekli canlı tuttular.”

İşin zihniyet boyutunun yanına, plazalar dönemiyle birlikte ciddi bir para ve maddi çıkarlar boyutunun da eklendiğinden bahsetmiştik.

Baydar, “1980’ler ortasında başlayan medya liberalizasyonunun iyi yanları çoktu, ama sektör aktörlerinin mesleği sakınmadığı ve açgözlülük uğruna gazeteciliği beş paralık ettiği dönemin de önü alınamadı.” diyerek, sektörün mafyatik yapılanmalara karşı kırılgan hâle getirildiğinin altını çiziyor.

Medya sermayesinin, kurulan büyük saadet düzenini, banka ve ihaleler aracılığıyla sürdürmek istediğini vurgulayan Baydar, üretilen sahte cenneti şöyle tanımlıyor:

“İç yapılanmalar bu düzene uygun kuruldu; editörler muazzam maaşlarla sınıf atladı, lüks plazalarda, iyi altyapı eşittir iyi gazetecilik gibi yalan bir dünya oluşturuldu. Halk, ezilenler, sessizler, mağdurlar bu dönemde asla görülmedi, görülürmüş gibi yapıldı.”

Peki, medyada son yıllarda sermaye açısından çoğulcu bir yapıya doğru gidilmesi, plazalar dönemi sorunlarına çözüm olabilir mi? Baydar bu konuda ihtiyatlı iyimser.

Henüz önemli bir dönüşüm görmediğinin altını çiziyor. Buna karşılık eski düzenin aktörlerinin zayıfladığı tespitini yapıyor.

Sektörde kurallı, ilkeli, sağlıklı bir yapı, çeşitlilik, dağılım ve kalite olmadığını belirterek özellikli insan kaynağı ve çalışanların hakları ekseninde ciddi problemlerin devam ettiğini düşünüyor.

Baydar, esas kaygı verici noktaya da işaret ediyor: “Eski düzene yerleşiklik kazandırıp medyada kangren yaratan, para ve mali-siyasi çıkar eksenli, al gülüm-ver gülüm esaslı ilişkilerin devam ediyor olması.

Eski veya yeni patronaj aktörleri hâlâ sıkı fıkı ilişkiler aracılığıyla Ankara’dan medet umuyor, yamanmaya ve talep etmeye devam ediyor. Bu yapı kırılmazsa ülkede ne bağımsız gazetecilik olur ne de özgür habercilik. Medya ile iktidar odakları arasındaki para eksenli göbek bağının kesilmesi gerekir.”

Bâbıâli de ak kaşık değildi!
 
Gazeteci Fuat Uğur Bâbıâli zamanında etik sorunların daha az yaşandığını belirtmekle birlikte, o dönemin de basın açısından tamamen sorunsuz olmadığına işaret ediyor.

İkitelli döneminde siyasi süreçlerin sertleşmesiyle birlikte alttan yürütülen kavgaların daha görünür olmaya başladığını belirten Uğur, şu yorumu yapıyor:

“Kavgada yumruğun hesabı sorulmaz mantığıyla etik, gazetecilik meslek ilkeleri, ahlak tamamen bir kenara bırakıldı. 1990-2010 arasında medya patronları ve onların güdümündeki genel yayın yönetmenleri, yetkili yöneticileri, gazeteciliğin infisah ettiği bir dönemin sorumlusudur. Kısaca Bâbıâli’de de zihniyet aynıydı ama yukarıda saydığım sebeplerle görünür ve güçlü değildi.”

Uğur, son yıllarda medyadaki sahiplik yapısının çeşitlenmesini büyük fırsat olarak görüyor. Buna rağmen basın ve ifade özgürlüğü açısından hâlâ sıkıntılar olduğunu, Türk Ceza Kanunu’nun fikir özgürlüğü açısından sınırlamalarının ve Terörle Mücadele Kanunu’nun değiştirilmemiş olmasının endişe verici olduğunu belirterek, “Ancak hükümete eleştiri ya da benzeri konularda ‘Bugün istediğimizi yazamıyoruz, söyleyemiyoruz’ diyenlerin çoğu ikiyüzlü.

İsteyen istediğini söylüyor, söyleyebilir. Hakaret etmeye yönelik yasal yaptırımları engel ya da sansür olarak niteleyemezsiniz.” diyor.

Uğur da Baydar gibi son tahlilde asıl meselenin medya patronlarının devletle bağlarını kesmeleri olduğunu vurguluyor:

“Patronlar devletten sürekli ihale bekledikleri sürece kendi yazarlarının, yayın yönetmenlerinin sesini bizzat kendileri kısacaktır ki zaten bunu yapıyorlar. Medya-siyaset-ticaret ilişkileri ‘bağımlılık’ ilişkisinden çıktığı takdirde özgürleşme de kendiliğinden gelecektir.”

Bir çürük elma bütün sepeti bozar!
 
Eskişehir Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Basın Yayın Bölümü Başkanı Prof. Dr. Erkan Yüksel, Bâbıtelli dönemini ‘Türkiye’nin yaşadığı değişim ve dönüşüm sürecinin basındaki yansıması’ diye değerlendiriyor.

Yüksel, medyanın sermaye ile entegrasyon sürecinin hâlâ devam ettiği görüşünde. Medyadaki değişimin, ülkedeki ve toplumdaki dönüşümden farklı olmadığının altını çizen Yüksel, “Medyanın genel alışkanlığı, gücün yanında yer almaktır. Hepsi olmasa bile önemli bölümü için durum böyledir.” diyor.

Medya yapısının gerek siyasal gerek ekonomik gerekse toplumsal yapıdan ayrı değerlendirilemeyeceğini söyleyen Yüksel, bu alanlarda sıkıntı varsa, medyada da olmasının kaçınılmazlığını vurguluyor.

Siyaset, toplum, ekonomik düzen, diğer aktörler ve medyayı aynı sepetin içindeki elmalara benzeten Yüksel, içerideki bir çürük elmanın bütün ürünü etkileyeceğine işaret ediyor.

“Medyayı tek başına suçlamak sorunu çözmez. Çözüm için uzun yıllar gerekir ama tek başına medyayı düzeltmekle de sorunları çözemezsiniz.” tespitini yapıyor.

Son dönemde medyadaki sahiplik yapısının çeşitlenmesini önemli ancak yetersiz buluyor Prof. Yüksel. Medyadaki sermaye sahiplerinin çeşitlenmesi kadar, yerel basının da güçlenmesi gerektiğini hatırlatıyor.

Türkiye’nin bilgi ihtiyacının sadece İstanbul’dan çıkan gazetelerle karşılanamayacağı tespitini yaparak şöyle devam ediyor:

 “Türkiye’de medya siyaset gündemine hâkimdir ama kamuoyu gündemi ile medyanın arası aynı oranda iyi değildir. Medya, toplumun sorunlarını ve ihtiyaçlarını dile getirme yerine siyasetin peşine takılıyor. Bu anlamda hem yerel basının güçlenmesini hem de sahiplik yapısındaki çeşitlenmeyi önemli buluyorum.”

Bâbıtelli’de gazeteler promosyonu kadar konuşurdu!  

Gerek Bâbıâli gerekse Bâbıtelli dönemlerini içeriden yaşayan ve uzun yıllar medya eleştirileri yapan Zaman Okur Editörü, gazeteci Hasan Sutay, 90’larda gazetelerin promosyon iştahına vurgu yaparak bu sürecin hem basın sektörünü hem de okuru yaraladığını söylüyor.

O dönem İstanbul’un bazı semtlerinde kupon pazarları bile kurulduğunu hatırlatan Sutay, ilginç tespitler yapıyor:

“Sabah Grubu’nun İzmir’den İstanbul’a gelişini Hürriyet bir türlü kabullenemedi. 90’larda ve öncesinde şimdi hiçbir gazetede olmayan bir gelir kapısı vardı: gazino reklamları. Bu bile çekişme konusu olmuştu.”

Sutay, gazino reklamları kavgasının bitmesinin ardından başlayan ikinci bir kavgaya dikkat çekiyor, o da promosyon savaşları ya da daha yaygın adıyla ansiklopedi savaşları.

Ansiklopediyle başlayan promosyonda daha sonra tabak çanaklar devreye girmişti. Sutay’a göre çanak-tabak türü promosyon malzemeleri sadece medyanın değil, okuyucunun da kimyasını bozdu.

Gazeteler verilen ürünlerin yanında promosyon gibi kalmaya başlamıştı. Gazetelerin verdiği tencere ve tavalar, televizyon programlarının tartışma konusu hâline gelmişti.

Ürünlerin kalitesizliğini göstermek isteyen programcılar elleriyle bunları yırtıyordu. Hasan Sutay, promosyon meselesinde diğer bir tuhaflığı da şöyle anlatıyor:

“Akşam gazetesi, kupon biriktiren herkese televizyon verecekti. Gazetenin tirajı bir milyonu aşmıştı. Ne var ki, kuponların tamamlanacağı vakit piyasada gazete bulunmuyordu. Çünkü baskıyı düşürmüşlerdi. Bu yüzden ilk defa kupon pazarı açıldı. Kuponzedeler diye bir kavram bile oluştu. En sonunda konuya devlet el attı ve promosyon yasasıyla bir düzenleme yapılmak zorunda kalındı.”

http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-34757-b%C3%A2bitellinin-hasar-raporu.html
 

Gözaltına alınan tek gazeteci bendim

29 Nisan 2013 / İDRİS GÜRSOY
Komisyonun dinlediği gazetecilerden Kurtul Altuğ, kendisine ‘Kulak gazetesi’ ile ilgili sorular sorulduğunu söylüyor. “Çok dürüst davrandılar.” ve “Gözaltına alınan tek gazeteci bendim.” diyor.
'Tahkikat Komisyonu’nun gözaltına aldığı tek gazeteci bendim.” Bu sözler Tahkikat Komisyonu’nun ifadeye çağırdığı gazetecilerden Kurtul Altuğ’a ait. 27 Mayıs’la ilgili anılarını daha önce ‘Bir Numaralı Tanık’ kitabında toplayan Altuğ, Tahkikat Komisyonları ile ilgili sorularımızı cevaplarken birbirinden ilginç açıklamalarda bulundu. Komisyonun sorgulama yetkisi almasının anayasaya aykırı olduğunu iddia eden Altuğ, üyelerin ‘kulak gazetesi’ ile ilgili kendisine sorular sorduğunu söyledi. Akis’te yalan haber yayımlamadıklarını belirtti. Altuğ, “Orhan Birgit ve Altan Öymen gibi bazı gazeteciler olayın içindeydi.” dedi. Altuğ’un sorularımıza verdiği cevaplar şöyle:

-Akis’e 23 yaşında yazı işleri müdürü oluyorsunuz. Hemen hapse atılıyorsunuz. Sebebi neydi?

Muammer Aksoy’un gönderdiği bir tekzibi Akis yayımlamamış. Mahkemeye çağırdılar. Çok yeni ve gençtim o zaman. Hukuk tahsil ediyordum, insan öyle olunca kendini hukukçu sanıyor. Mahkemeye dedim ki ‘Sayın hâkim, savcı aklını kaçırsa ve tekzip gönderse yayımlamak zorunda mıyız? Mahkeme bir dakika durdu, aralarında konuştular. Hâkim, “Cezanız 15 gündü fakat mahkemeye karşı mütecafir, yani tecavüzkâr tavır takındığınız için 1 aya çıkarıyoruz.” dedi. Bir ay gittim, yattım.

-Tahkikat Komisyonu ne zaman sizi çağırdı?

O ayrı. O 28 Nisan’da oldu. Uzun bir sorguydu. İki komisyon vardı. Biri beni, biri Cemal Yıldırım’ı dinliyordu.

-Nasıl çağrıldınız?

Ankara’daydım. Komisyon üyesi bir milletvekili beni aradı telefonla. Şaka sandım. Demokrat Partililer çok dürüst davrandılar, açık söyleyeyim. Ben ‘Yazılı emir verin’ dedim. Yazılı emirle, bir polis alıp götürdü, hemen de komisyon toplantısına soktular.

-Komisyonun başkanı Ahmet Hamdi Sancar. Onun, komisyona çağrılanlara ve size karşı muamelesi nasıldı? Kendisi saygın bir hukukçu aynı zamanda.

Çok... Bakın ben size anlatayım. Beni sorguya çektikten sonra bir odaya kapattılar. Beş-altı saat de orada bekledim. Sonra Ahmet Hamdi Sancar’ın başkanlık ettiği 15 kişilik komisyonun önüne çıktık. Sancar, çok kibar adamdı, çok nazik davrandı.

-Kahve ikram etmişler.

Hayır, kahve falan yok. Bahadır Dülger bir koltukta oturuyordu. ‘Seni kurtaralım, gel bize alalım’ diye laflar etti.

-Çoğu hukukçu değil miydi?

Çoğu hukukçu, sadece biri sanıyorum değildi. Sancar çok kıymetli bir adamdı, Tercüman’da çalışırken buluşur ahbaplık ederdik, kahve lafı oradan çıkmıştır.

-Komisyonun çağırdığı başka gazeteciler var mı?

Bedii Faik var.

-Gözaltına alınan onlarca gazeteciden söz ediliyor.

Yok efendim, onlarca gazeteci yok. Bir tek ben varım, ötekiler ifadeye çağrılmış.

-Akis’i neden kapattılar?

Kapakta Cemal Yıldırım’ın kocaman bir fotoğrafı var, altında ‘kulak gazetesi’ yazıyor. Onu da Egemen Bostancı İstanbul’dan göndermiş, biz koymuşuz, onu soruşturuyorlar.

-Nasıl?

Tahkikat Komisyonu, sorgu hâkimi yetkisi aldı kendisine. O yetki olmasa kimseyi tutuklayamıyor. Hukuka aykırı. Meclis’teki komisyonlara sorgu yetkisi verilemez, hukuka müdahale olur, oldu da zaten. O yüzden Yassıada’ya gittim, ifade verdim.

-Kulak gazetesi yalan haber mi üretiyordu?

Yok, hayır. Gazetelere sansür konuyor, ‘Biz de parti içinde bir kulak gazetesi kuralım, haberleri kulaktan kulağa yayalım, birbirimizle haberleşelim’ diyor adamlar.

-Cemal Yıldırım’ın bu kulak gazetesi ile ilgili görevi var mı?

İl başkanı İstanbul’da Yıldırım. Olay İstanbul’da oluyor.

-Cezaevine götürürken diyorsunuz ki ‘Bir kâğıt verdiler, bu da onların idamı oldu.’

İdamı değil, mahkûm edilmelerinde etkisi oldu. Sorgu yargıcı yetkisini Meclis’e vermek anayasaya aykırı. Hiçbir Meclis üyesi mahkeme yetkisi alamaz, bu yetkiyi verdiğiniz zaman bunun bir belgesi olur, o belge de bana verdikleri gözaltına alındığıma dair belgeydi.

-Ne diyor o belgede?

Hâlâ saklarım. “Tahkikat Komisyonu’na yardımcı olmadığı için, şahitlikten çekildiği için tutuklanmasına karar verilmiştir.” diyor. Tahkikat Komisyonu başkanı onun altına imza atmıştır. Hukukta böyle bir kural yok.

-Ama Prof. Ali Fuat Başgil gibi bazı hukukçular da “Meclis yetki verdiği için anayasaya aykırılık yoktur.” diyor.

Başgil, başka şeyler de diyor. 27 Mayıs öncesi yapılan bazı hatalarla ilgili uyarılarda bulunuyor.

-Tahkikat Komisyonu yalan haberlerin nerede üretildiği ve nasıl yayıldığını araştırıyor. ‘Türk kızları Amerikalılara peşkeş çekildi’ haberlerinin kaynağı neydi?

Akis’te böyle bir haber çıkmaz.

-Ama başka gazetelerde var.

Onu bilmiyorum, onu o gazetecilere soracaksınız. Böyle bir haberi biz koyamayız, İsmet Paşa’dan, onlarla ilgili bir haberi teyit etmeden koyamazdık. Böyle bir haberi yayımlamak Akis’ten atılmak demekti.

-Bizim Radyo’nun yayınları...

Bizimle arakası yok. Bizde aşırı solcu tek kişi vardı, Hasan Hüseyin Korkmazgil, o da benim redaktörümdü, yazıları düzeltirdi.

-“Kıyma makinaları” haberleri Cumhuriyet, Milliyet gibi gazetelerde yayımlanıyor.

Yalan onlar, doğru değil. Biz onları yayımlamadık. Yayımlayan vardır.

-Orhan Birgit bu haberlerin kaynağı Genelkurmay’dı dedi bana.

27 Mayıs’tan sonra gelen haberler vardı. Suzan Sözen’in Adnan Menderes’le ilişkisine dair haber Genelkurmay’dan geldi, biz de yayımladık onu. Genel Sekreterlik (o zaman Orhan Erkanlı) yazıp gönderiyordu.

-Beyhan Cenkçi, hapishanede 27 Mayıs’ı önceden haber alıyor. Cenkçi ile birlikte hapiste yatan bir CHP’li söylemişti bana.

Hapishaneye haber geldi. Bana da haber geldi. Ağabeyim ziyaretimde “Halk Partisi’ne ziyaretler olmuş, darbe lafları geçiyor.” dedi.

-Cuntaların çalışmaları ne zaman başlıyor?

1955’ten itibaren var. Adamlarla konuşarak bunları yazdık. ‘ABD’nin haberi var’ denir, teker teker sordum, hayır haberi yok ama Devlet Planlama Teşkilatı’nda bulunan birtakım Amerikalı uzmanların haberi varmış. Onu da kitapta yazdım.

-CHP, İstanbul ve Ankara olaylarını organize ediyor mu? Orhan Birgit, ‘Ben organize ettim’ dedi?

Onlar ederler, Orhan Birgit o zaman genç bir adamdı. Kıbrıs, 6-7 Eylül olaylarında da onun rolü vardır. Birgit’i ben, Meclis’e geldikten sonra tanıdım. Ankara’da böyle bir şey yoktu. İstanbul’da yapmış, etmişler.

-Ama Tahkikat Komisyonu raporunda, “Turhan Feyzioğlu ve bazı CHP’li milletvekillerinin öğrenci yurtlarını gezdiğini tesbit ettik.” deniyor?

Sanmıyorum, Feyzioğlu akıllı bir adamdı. O günkü isimlerin hepsi çok deneyimliydi. DP’liler de öyle. Samet Ağaoğlu vardı, konuşurken Meclis’te kalemleri bırakırdık. Gazeteciler de öyle. Akis’in bütün çalışanları önemli yerlere geldi. Deniz Baykal, Coşkun Kırca, Haluk Ulman, İlhan Selçuk, Altan Öymen...

-555 K formülü nerede üretildi?

Sokakta.

-Altan Öymen’in yazı dizisinde sanıyorum, “Milliyet’in bürosunda üretildi.” diye yazıyor.
 
Altan içindeydi olayın. Olabilir. Orada toplanırlar, yaparlar. Bu işlerin içinde en genç bendim o zaman, biz yoktuk. Biz gazetecilik yaptık. Altan Öymen, sonradan Halk Partisi’ne ve Ulus’a geçti.

-Darbeye Tahkikat Komisyonları’ndan önce mi karar veriliyor?

Karar vermişler, 9 Subay olayı ve başka bir sürü hadise var ondan önce.

-Tahkikat Komisyonları darbeye gerekçe yapılıyor ama.

Tahkikat Komisyonları yanlıştı. Kuvvetler ayrılığı prensibine göre yasama ve yargı ayrı ayrı bir kuvvettir. Meclis’e yargı yetkisi verilemez.

-Darbe gerekçesi olur mu bu?

Sadece bu değil ki. Adamlar memleketi kurtardık dediler, getirdikleri anayasa da CHP’nin ilk haklar beyannamesinden alınmadır.

 

“Bizim çocuklar’ müdahale edecek diyordum”

 

Tahkikat Komisyonu’nun sorulara cevap vermediği için tazyik amaçlı gözetim altına aldığı diğer kişi emekli Albay Cemal Yıldırım’dı. Adı hep cuntalarla anıldı. CHP’li Yıldırım, 1957’deki 9 Subay olayında tutuklananlar arasındaydı.

Avukatlığını gazeteci Orhan Birgit yaptı. Yıldırım, basın bürosunun başındayken pek çok gazeteciyi tanımıştı. CHP’ye girdikten sonra Genel Merkez’de oluşturulan ‘kulak gazetesi’nin başına getirildi.

Cuntalarla CHP arasında irtibat sağlıyordu. Tahkikat Komisyonu üyeleri tam da Yıldırım’a bunları sordular ancak konuşmadı. 27 Mayıs sabahı cezaevinden zafer kazanmış komutan gibi çıktı.

Kurtul Altuğ, bu durumu şöyle anlatıyor: “Cemal Yıldırım, darbe olduğunda giyinmiş, tıraş olmuş, kravatını takmış, merasim için bekler gibiydi.

Albay o boğuk ve güçlü sesiyle ‘Sana diyordum, herkese diyordum; ama inanmıyorlardı. Bu iş böyle gitmez. Bizim çocuklar buna er geç müdahale edecekler diyordum.’ diyordu.

Merasim kıtası değil ama hapishane avlusuna bir binbaşı girdi ve Albay Yıldırım hemen dışarıya çıktı. Binbaşı Yıldırım’a doğru koştu, esas duruşa geçti ve ‘Komutanım emrinizdeyim. Sizi almaya geldim.’ dedi ve belinden çıkardığı tabancasını benim kader arkadaşım Yıldırım’a uzattı. (…)

Kapının önünde Beyhan’ı (Cenkçi, Ulus Gazetesi Yazı İşleri Müdürü, o da darbe olacağını önceden haber alıp koğuşundakilere söylemişti.) gördüm. Cemal Yıldırım ve binbaşı önde; ben, Beyhan ve polis Muzaffer arkada avluya geçtik. (…)

Yıldırım, cezaevi defterine şunları yazdı:

Menderes’in mel’un ve gayri meşru Tahkikat Komisyonu tarafından tevkif edilen emekli Kurmay Albay Cemal Yıldırım ve arkadaşları TSK tarafından hürriyetine kavuşturulmuştur.

Tarih: 27 Mayıs 1960. İmza: Emekli Albay Cemal Yıldırım.”

TAHKİKAT'IN HAKİKATİ

29 Nisan 2013 / İDRİS GÜRSOY
27 Nisan 1960’ta Tahkikat Komisyonu’na yetki veren yasa kabul edildi. Bir gün sonra İstanbul’da, iki gün sonra Ankara’da öğrenciler sokağa döküldü. 
Darbeye kadar olaylar tırmandırıldı. İşte yeni belgeler, tanıklar ve Başkan Ahmet Hamdi Sancar’ın yaşadıkları ışığında Tahkikat Komisyonları gerçeği…
İdam mahkûmu babamdan, torununun fotoğrafını bile aldılar. Bir yıl sonra ziyaretine gittiğimde tanıyamadım. Bir insan ancak ameliyatla bu kadar değişebilir. O kadar işkence yapmışlardı.”

Bu sözler, 27 Mayıs’ta idama mahkûm edilen Demokrat Parti (DP) Denizli Milletvekili ve Tahkikat Komisyonları Başkanı Ahmet Hamdi Sancar’ın kızına ait.

DP’lilerin önergesiyle “Ana muhalefet partisi CHP ile bir kısım basının yeraltı faaliyetlerini araştırmak üzere” Meclis’te bir Tahkikat Komisyonu kuruldu. Başkanlığa Denizli milletvekili, hukukçu Ahmet Hamdi Sancar seçildi.

Basınla ilgili alt komisyonun başına da Bahadır Dülger getirildi. Komisyonlar büyük tartışmalara sebep oldu. CHP ve cuntacıların bugün bile dile getirdikleri iddialara göre; Menderes, komisyonları kurdurmakla anayasayı çiğnemişti.

CHP’yi kapatmak, basını susturmak istiyordu. İnönü de kürsüye çıktı ve “Bu yolda devam ederseniz ben dahi sizi kurtaramam. Biliniz ki Türk milleti Kore milletinden daha aşağı bir millet değildir. Şartlar tamam olunca ihtilal vacip olur.” dedi.



A. Hamdi Sancar, idamlıklarla İmralı’da, tek kişilik hücrede.

Darbeden önceki nisan, en hareketli ay olarak tarihe geçti. 27 Nisan’da Tahkikat Komisyonlarına yetki veren yasa (7468 sayılı) kabul edildi. 28 Nisan’da İstanbul’da, 29 Nisan’da Ankara’da öğrenciler sokağa döküldü. Sıkıyönetime rağmen darbeye kadar da olaylar tırmandırıldı.

Peki, Tahkikat Komisyonları nasıl çalıştı? Muhalefeti ve basını susturmak için onlarca gazeteciyi tutuklatıp CHP’liler hakkında soruşturma açtırdı mı? Kamuoyuna açıklanmayan raporlarında neler vardı? DP’nin Denizli Milletvekili Ahmet Hamdi Sancar’ın hüzünlü hikâyesinde bu soruların cevapları bulunuyordu.

Sancar’ın, ilk kez okuyacağınız el yazısı notları ve savunmasına göre;

“Encümen, anayasa ve kanunlara göre kurulmuş, yargı ve yürütme gibi yetkileri üzerinde toplamamıştı. Milli Emniyet gibi hiçbir kişi ve kuruma dinleme emri verilmemişti. Bir tek CHP’li vekil sorgu için çağrılmamıştı.”

Basın Alt Komisyonu Başkanı Bahadır Dülger de 1950-60 arası tutuklu gazeteci sayısını 26 olarak veriyor ve bunlardan 12’sini CHP’nin mahkûm ettirdiğini açıklıyordu.

İşte yeni belgeler, tanıklar, fotoğraflar ve Ahmet Hamdi Sancar’ın yaşadıkları ışığında Tahkikat Komisyonları gerçeği…

İnönü’den darağaçlı tehdit!
 
Denizli şehir merkezinde bir apartmanın 5. katına çıkıyoruz. Kapıda güler yüzlü bir hanımefendi karşılıyor bizi. İçeride duvarları süsleyen tarihî fotoğrafların önünde sohbet başlıyor.

27 Mayıs öncesinde kurulan Tahkikat Komisyonlarının Başkanı, eski Denizli Milletvekili Ahmet Hamdi Sancar’ın kızı Şule Sancar var karşımızda.

DP’li 15 vekilden oluşan komisyon üyelerinin çoğu hukukçuydu. Sancar; müfettişlik, hâkimlik ve cumhuriyet başsavcılığı görevlerinde bulunduktan sonra 1954 seçimlerinde milletvekili seçilmişti. CHP’den teklif almış, ancak o DP’yi tercih etmişti.

1960’ta Ankara’da siyasi gerilim iyice yükseliyordu. Başta CHP ve medyanın bir bölümünün hedefi hâline gelmişti DP. Askerler ve bazı akademisyenler arasında da rahatsızlık hissediliyordu.

Sokak gösterileri, üniversite öğrenci hareketleri giderek yoğunlaşmıştı. İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edilmesine rağmen olaylar durulmayınca Menderes hükümeti milletvekillerinden oluşan bir komisyonla olayları incelemeye karar verdi.

Tarihe ‘Tahkikat Komisyonları’ olarak geçen komisyonun başkanı Ahmet Hamdi Sancar’a hem babasından hem de İsmet İnönü’den iki uyarı geldi.

Hafız Ali Sancar, oğluna mektup yazarak komisyon başkanlığından ayrılmasını önerdi. “Türkiye’de temiz ve tarafsız siyaset yapmanın sonu hüsrandır, darağacıdır.” diye bitiyordu mektup.

İkinci ve tehdit gibi uyarı İnönü’dendi. Darbeden 12 gün önce, 15 Mayıs 1960’ta Sancar’ın Ankara Hukuk Fakültesi’nde hocalığını yapmış CHP Milletvekili Prof. Dr. Hamdullah Suphi Tanrıöver ziyaretine geldi.

İnönü’den mesaj getirmişti:

 “Hamdi Bey oğlum, talebeliğinden beri seni tanır ve başarılarına tanıklık ederim. Komisyon başkanı olarak seçilince İsmet Paşa seni bana sordu.

Hiçbir endişe duymamasını, keza senin çok başarılı bir hukukçu ve dengeli bir siyasetçi olduğunu etraflıca anlattım. Ancak tam tatmin olmamış olmalı ki ‘Git yüz yüze görüş ve endişemi anlat’ dediği için geldim.”

Hamdi Sancar, hakkındaki sözler için teşekkür etti ve “Hiç endişe duymasın. Kimseye zarar gelmeden huzur sağlanacaktır. Bayar ve Menderes de benimle aynı görüştedir.” dedi.

Üç gün sonra Tanrıöver, Sancar’ın yanına tekrar geldi. Tanrıöver’in ziyareti üç kez tekrarlandı. Üçüncüde İsmet Paşa’nın tehdit mesajlarını getiriyordu.

Bir yanlışlık olursa Ulus’tan Çankaya’ya kadar darağaçlarının dikilebileceğini ima ediyordu. Sancar çok üzüldü ve artık dayanamadı: “Hocam, ben söylediklerimin arkasındayım.

Ancak görüyorum ki sizi ve paşayı tatmin edemedim. İsmet Paşa’ya olan saygım giderek sarsılmaya başlıyor. Lütfen kendilerine söyleyin: Benim boyum 1.90’dır.

Darağacını ona göre ayarlarsa isabetli olur!” Sancar, bu arada fırsatını bulup Bursa’daki hafız babasını ziyaret edip duasını almıştı. Fakat başkentte işler iyi gitmiyordu.

TBMM Tahkikat Komisyonu’na çıkarılan yetki yasası, hükümet karşıtı kişi ve kurumları iyice tahrik etmişti. Gerilim büsbütün tırmandırıldı.

Sancar’ın iki yardımcısı vardı. Siyasi partilerin faaliyetlerini incelemekle görevli bölümden sorumlu Sakarya Milletvekili Nusret Kirişçioğlu ve basın kuruluşlarının faaliyetlerini incelemekle görevli bölümden sorumlu Gaziantep Milletvekili Bahadır Dülger...


Tahkikat Komisyonu Raportörü Nusret Kirişçioğlu

Amaç, ‘huzur ve güven ortamını yeniden hayata geçirmek’ olarak açıklanmıştı. Birkaçı dışındaki DP milletvekilleri, Celal Bayar ve Adnan Menderes de aynı düşüncedeydi.

Komisyon, Ankara ve İstanbul’da çalışıp bir ön rapor hazırladı. Menderes, Eskişehir’de erken seçim kararıyla birlikte komisyonun da görevini bitirdiğini açıkladı.

Ancak Türkiye, 27 Mayıs 1960 sabahı Albay Alparslan Türkeş’in “Kardeş kavgasına son vermek, ülkede huzuru sağlamak için Türk Silahlı Kuvvetleri idareye el koymuştur.” anonsuyla uyandı.

Sancar’ın da aralarında olduğu DP’li vekiller Harp Okulu’nda gözaltına alındı. Sancar, komisyon çalışmaları sırasında ülkenin nereye götürüldüğünü görmüş, 24 Mayıs’ta ailesini apar topar Denizli’ye göndermişti.

Demokrasi rafa kaldırılmış, iktidardaki DP’nin başına bir balyoz inmişti. Yassıada’da çadır tiyatrosu kurulmuştu.

Ahmet Hamdi Sancar’ın eşi Hüsnüye Sancar ve çocukları, Denizli’de büyük enişteleri Dr. Rahmi Bamyacı’nın himayesine girmişti. Yüksek paralar ödeyip avukatlar tutmaya güçleri yoktu. Buna rağmen 6 lira yolsuzlukla suçlanmalarını anlatırken kızı Şule Sancar Bamyacı gözyaşlarını zor tutuyordu.

Darbeden iki gün sonra Hamdi Sancar’dan ancak haber alabildiler. Kendi el yazısıyla yazılmış kısa mektup ulaştı aileye: “Bizleri emin bir vaziyette bulundurmak maksadıyle Harp Okulu’na getirdiler.

Sıhhatimiz rahat ve huzurumuz yerindedir. Beni merak etmeyin.” Sancar iyi bir hukukçuydu. Mesleki hayatı başarı ve ödüllerle doluydu ancak aile yine de bir avukat arıyordu.

Tam bu sırada oğlunun hayatından endişe duyan Hafız Ali Sancar’a iki kişi avukatlığını üstlenmek istediklerini bildirdiler.

Hiçbir ücret talep etmeksizin bu görevi onurla yerine getireceklerini beyan eden avukatlar CHP’liydi: Sırrı Köprülü ve Şinasi Beken. İkisi de Sancar’ın Bursa Erkek Lisesi’nden yakın arkadaşıydı.

Hamdi Sancar’ın eşi Hüsniye Hanım, oğlu Ali ile birlikte, damatları Dr. Rahmi Bamyacı’nın (kızı Şule’nin eşi) yanında Denizli’de yaşıyordu.

Bamyacı, yıllarca rencide etmeden aileye kol kanat gerdi. Şule Bamyacı, “Eğer evli olmasaydım herhâlde sokakta kalmıştık.” diyor.

Yassıada’da savunma arası işkence! 

Ahmet Hamdi Sancar, tam 18 ay ailesini göremedi. Kızı, babasının ziyareti istemediğini söylüyor. Duruşmalar başladığında DP’lilere yapılan işkenceler ortaya çıkacaktı.

Hukukun askıya alınması ve işkenceler hiçbir yayın organının gündemine gelmedi. Aksine ‘Yassıada Saati’ gibi programları gazeteciler hazırladı. Darbenin sivil ayakları, Yassıada’yı sonuna kadar destekledi, meşrulaştırmaya çalıştı.

Yassıada duruşmaları 14 Ekim 1960’ta başladı. Sancar ailesinden sadece Mustafa Sıtkı sanık yakını olarak duruşmaları izlemek için müracaat etti. Engelleri aşarak 40 kişilik kontenjana girebildi.

Oysa duruşmaların yapılacağı spor salonunun kapasitesi bin kişilikti. Salonun en geniş bölümleri üniversite mensuplarına, asker yakınlarına, darbe yanlısı basın mensuplarına ayrılmıştı.
 
Mahkeme saati yaklaştıkça merak ve heyecan doruğa ulaşmıştı. Ve sanıklar kapıdan tek sıra hâlinde öndeki subayı takip ederek içeriye girmeye başladı. İlk sırada Celal Bayar vardı.

Onu Adnan Menderes takip ediyordu. Çökmüş, hırpalanmıştı. İşkenceler bir başbakanı tanınmaz hâle getirmişti. Sırada Hamdi Sancar vardı.

İçeri girer girmez Mustafa Sıtkı Sancar kendini daha fazla tutamadı ve her şeyi göze alarak ayağa fırladı, sessiz bir şekilde elini salladı.

Amacına ulaşmıştı. Hamdi Sancar kardeşini gördü. Arkadan bir subayın elini omzuna vurmasıyla yerine oturdu. ‘Yüksek Adalet Divanı’ olarak anılan mahkeme heyeti de yerini aldı.

Salim Başol mahkeme başkanı olarak duruşmayı açtı. “Ülke elden gidiyor!” sloganıyla darbe yapanların ilk davası, ‘Köpek Davası’ydı. Onu ‘Bebek Davası’ izledi.

6 aylık bebeğe de bilet  

Kasımda yakınlarına ilk defa ziyaret izni verildi. Mustafa Sıtkı Sancar hemen Dolmabahçe’deki Yassıada irtibat bürosuna başvurdu.

Bu büroda 28 Şubat’ın genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı da görev yapıyordu. Sancar, iki aya yakın bir sürede kendisinden istenen tüm belgeleri büroya teslim etti. 45 kişilik ilk kafileye girmeyi başardı.

14 Ocak 1961’de sabah erken saatlerde Dolmabahçe’deydi. İrtibat bürosu önünde toplandılar. Herkeste bir gerginlik vardı. Önce bilet gişesi önünde sıraya dizildiler.

Milli Birlik Komitesi, Yassıada’ya yapılacak vapur seferlerinde İstanbul-Yalova tarifesinin uygulanacağını açıklamıştı.

Sıra Mustafa Sıtkı Sancar’a geldiğinde üniversite kimliğiyle birlikte 6 lirayı gişenin camından ilgiliye uzattı. Ancak içerideki görevli deniz subayı “Bugün vapur sadece sizin için adaya gideceğinden 24’er lira ödeyeceksiniz.” dedi.

Sancar, cebindeki bütün parayı bilet için verip güvenlik kontrolü için kuyruğa geçti.

Sancar’dan sonra bilet alma sırası, kucağında 6 aylık bebek taşıyan bir hanımefendiye gelmişti. Deniz subayı onun da parasını geri çevirip “Siz iki kişilik bilet alacaksınız. Bebek de bilete tabidir.” dedi.

Hanımefendi boynunu büktü: “Çocuğum henüz 6 aylık. Babasını ilk defa görecek. Üzerimde de o kadar para yok.” Denizci subay bu sözleri umursamadı. Hanımefendi yıkılmış bir şekilde kuyruktan çıktı. Bu hazin tabloyu seyreden arkadaki bir sanık yakını hanımefendiyi kibarca ve ısrarla ikna edip biletlerini aldı.

Adaya varınca teneke barakalara alındılar. Masaların üzerine ziyaretçisi gelecek sanıkların adları yazılmıştı. 5 dakika sonra DP’liler içeri alındı. Baraka bir anda bayram yerine döndü. Gözyaşları sel oldu.

Subaylar hemen müdahale edip hepsini yerlerine oturttu. Heyecandan titriyorlardı, oturdukları yerde de birbirlerine sarıldılar. Her masada birer subay, dinleyici ve gözlemci olarak görevlendirilmişti. Hamdi Sancar da görüşme boyunca birkaç defa, âdeta ezberletilmiş gibi,

“Biz burada iyiyiz. Bize çok iyi bakıyorlar. Mahkemede adaletin tam tecelli edeceğine güveniyoruz. Bizi merak etmeyin.” demişti. Buna ne söyleyenin ne de dinleyenin inanması imkânsızdı.

Önce yardımını istedi, sonra idamını 

Bayar ve Menderes’in asılacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Üçüncü sırada ise Ahmet Hamdi Sancar vardı. Çünkü darbeyi gerçekleştiren cuntacılar, DP hükümetinin anayasayı defalarca çiğnediğini, son olarak da Tahkikat Komisyonu’nu kurmakla anayasayı tümden ihlal ettiğini öne sürüyordu.

Komisyon Başkanı Sancar’ın şansı yok görünüyordu. Başsavcı Altay Ömer Egesel’in iddianamesinde Sancar’la ilgili suçlama şöyleydi: “Ahmet Hamdi Sancar’ı lise ve üniversite yıllarından beri tanırım.

O kötü ruhlu ve gaddar bir insandı. 1954’te Meclis’e girdiğini öğrendiğimde Türk yargı sistemi adına büyük mutluluk duymuştum.

Türk adliyesi artık Sancar gibi gaddar ve başarısız bir hukukçudan kurtulmuştu. Vatanperver ordumuz idareye el koymasaydı TBMM üstü yetkilerle donatılmış olan Tahkikat Komisyonu reisi olarak ülkemizi uçuruma atmaktan başka bir şey yapmazdı.

Anayasayı ihlal suçundan ötürü 146-1 maddesi gereği idam edilmesi…” Oysa Egesel, Sancar’ı yakından tanıyordu. Bursa Erkek Lisesi’nden beri arkadaşlıkları vardı. “Darbeden önce Yargıtay üyesi olabilmek için defalarca evi aramış ancak babamı bulamamıştı.” diyor Şule Sancar Bamyacı.

11 Mayıs 1961’de Sancar’ın savunma sırası gelmişti. Bu mesnetsiz iddialara cevabı bizzat vermek istiyordu. Ancak mahkemede hukuk dışı uygulamalardan biri daha yaşanacaktı.

Gönüllü avukatları Sırrı Köprülü ve Şinasi Beken, o günü daha sonra aileye şöyle anlatıyordu:

“Sabah duruşmaya getirildiğinde görüntüsü ve yüz ifadesi çok iyiydi. Vardığımız mutabakata göre önce bizzat savunmasını yapacak, bizler daha sonra farklı açılardan detaylı savunma yapacaktık.

Çok etkileyici ve içerikli konuşuyordu. Bir ara fark ettik ki salonda çıt çıkmıyordu. Mahkeme üyeleri ve aleyhteki basın mensupları bile hipnozite olmuş dinliyorlardı.

Bir ara önündeki bardaktaki suyun bitmiş olduğu gerekçesiyle Divan Başkanı’ndan su rica etti. O da divanın hemen yanında devamlı oturup duruşmaları izleyen Yassıada Komutanı Yarbay Tarık Güryay’a talimat vererek gereğini yaptırdı ki daha önceki duruşmalarda tanık olmadığımız tablo idi.

Öğle paydosu için ara verildiğinde Sancar’ın sözlü savunması daha bitmemişti ve öğleden sonra devam edeceği söylenerek duruşması kapatıldı.

Avukatları olmamıza rağmen müvekkilimizle görüşebilme şansımız yoktu. Öğleden sonraki duruşmada tam tersi ve kahredici bir tabloya tanık olduk.

Salona getirilen Sancar’ın yüz ifadesi allak bullak olmuştu, yürümeye mecali yoktu. Savunmasına devam etmesi için mikrofona zorla ulaştı ve titreyen bir ses tonuyla ‘Savunmamın geri kalan kısmını yazılı olarak takdim edeceğim.

Ancak son söz olarak iddia makamının iddianame metninde şahsım için yaptığı tesbit ve önerilerini tümüyle reddediyorum.’ diyebildi.”

27 Mayıs 1960’ta 19 yaşında olan Şule Sancar Bamyalı, babasının o gün öğle paydosunda neler yaşadığını, ne tür işkencelere maruz kaldığını hiç anlatmadığını söylüyor.

Ancak Yassıada’dan Kayseri’ye nakledildiğinde ilk kez ziyaret ettiği babasını tanıyamadığını ise şöyle anlatıyor:

 “Babama müebbet hapis verildi. Kayseri’ye geldi. Hücreye atmışlar. Ziyarete gittik. Babamın bir rahatsızlığı olmuş, hastaneye kaldırmışlar. Göreceğiz diye koştuk hastaneye.

Karşıdan biri bize el sallıyor. Ben bakıyorum ve içimden bu adamcağız birine el sallıyor ama gören yok diye üzülüyorum. O el sallayan benim babammış meğer.”

-Değişmiş mi? Neden tanıyamadınız? 

Ne değişme! 27 Mayıs 1960’tan Eylül 1961’e kadar Yassıada’da kaldılar. 46 yaşında falan o sıralar. Bir buçuk sene sonra babamı hastanede gördüğümde karşımda 70-80 yaşında bir adam var gibiydi. Yani bir insanı ancak ameliyatla böyle değiştirebilirsiniz. Yüz, göz, saçlar gitmiş, bitmişti. Çok işkence görmüş.

-Ne tür işkenceler yapılmış? 

Zindanlarda oturtuyorlar, tepeden tın tın su veriyorlar. Hanım vekillerin, çok affedersiniz, tuvalette kapılarını kapattırmıyorlarmış. Çoğu tanıdığım insanlardı. Sigara söndürmeler, başbakanı tokatlamalar. Düşman yapmaz bunları…

-Onu etkileyen başka bir olay var mıydı? 

6 liralık bir servet çıkardılar. Babam onu kabullenemedi. Nereden çıkardılar, ne yapmışız diye… Ben evli olmasaydım sokakta kalmıştım. Bir lira parası yoktu. Bir de yolsuzluk çıkarıyorlar! İnsan bunu nasıl kabul eder? Korkunç günler geçirdik? ‘Davul çalacağız, teneke çalacağız kapınızda’ diyorlardı.

“Allah hepinizi kahretsin!”

Sözlü ve yazılı savunmaların hiçbir işe yaramadığı, 15 Eylül 1961’de acı bir şekilde anlaşıldı. Yüksek Adalet Divanı, dördü oy birliği, on biri oy çokluğu ile olmak üzere 15 sanık hakkında idam kararı verdi. Sancar da 15 kişiden biriydi.

Üçü dışında idamların müebbede çevrildiği gün Bursa ve Denizli’de olağanüstü ve geçmeyen dakikalar yaşanmıştı. Kararların açıklandığı gün ve gecesini Bursa’daki tüm aile bireyleri baba Hafız Ali Sancar’ın öncülüğünde Allah’a dua ve yakarışlarla geçirdi.

Aynı saatlerde Denizli’de de heyecan vardı. Anne Sancar ve kızı Şule evlerinin kapı ve pencerelerini kapatmış, âdeta sabah ışıklarını görmek istemiyordu. Gece yarısı telefon çaldı. Kimse ahizeye gitmek istemiyordu. O anda Şule fırladı ve telefonu eline aldı.

-İdam kararlarının verildiği gece neler yaşadınız? 

02.30’da telefonumuz çalmaya başladı. Kimse telefona gitmiyor. Ağlayanlar, sızlayanlar, o anı anlatamam.

Şimdi bile tüylerim diken diken oluyor. Ben telefona gittim. Ne diyecekler? “Babanızı astık, gözünüz aydın!” diyecekler. Telefondaki ses: “Hamdi, müebbet hapse döndü.” “Allah kahretsin sizi!” dedim. “Asıldıktan sonra bir de alay mı ediyorsunuz?” diye bağırdım.

Biz böyle telefonları çok aldık. “İşte siz göreceksiniz, sizi şöyle yapacağız!” Ben yine böyle bir telefon sanıyorum, o sinirle ağzıma geleni söylüyorum. Bir yandan da telefondaki kişi “Şule, kızım!” diyor. Dayımmış.

“Şule bir kere de beni dinle.” diyor. Durdum. “Şule, ben Şadan.” dedi. “Ne oldu dayı? Astılar değil mi?” dedim. “Hayır, hayır, müebbet hapse döndü. Maalesef üç kişi asılacak, bizimkiler kurtuldu.” dedi. Millet bayıldı. Haberi de bu şekilde aldık.”

 
İdamlıklar İmralı’ya götürülürken üzerlerindeki her şeyi istiyorlar. Ahmet Hamdi Sancar, “Torunumun fotoğrafı yanımda kalsın. Son gecemi onunla geçireyim.” diyor. Onu bile alıyorlar.

Peki, Ahmet Hamdi Sancar ve arkadaşları idamdan nasıl kurtulmuştu? İnfaz öncesi son isteği, torununun fotoğrafıyla birlikte kalmaktı. Onu bile elinden almışlardı. İdam kararı verildikten sonra infazların gerçekleştirilmesi için yakındaki İmralı Adası’na götürüldüler.

İdamlık ilk beşin (Bayar, Menderes, Zorlu, Polatkan ve Sancar) dördü, ilk hücumbotta ölüm seyahatine çıktılar. Menderes hasta olduğu gerekçesiyle ne duruşmaya getirilmiş ne de İmralı’ya götürülmüştü. Biriktirdiği ilaçları içerek intihar ettiği ileri sürülmüştü.

Dört Demokrat’ın elleri arkadan kelepçelenmişti. Bütün evrensel hukuk kuralları askıya alınmıştı ama nedense devlet protokolü burada geçerliydi. İlk hücumbotun ilk yolcusu Celal Bayar oldu.

Sonra sırasıyla Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve Ahmet Hamdi Sancar bindiler. Sancar, yolculuk sırasında yaşananları şöyle anlatıyordu: “İmralı’ya indirildik ve ellerimiz arkadan bağlı olarak ayrı ayrı hücrelere konulduk.

Ölümden korkmuyordum ancak eşim, çocuklarım, yaşlı babam ve annem ile yakınlarıma dağlar gibi ızdırap bırakarak bu fâni dünyadan göçmek beni kahrediyordu.

Bu karmaşık atmosferden, birkaç hücre ileride olduğunu zannettiğim Agah Erozan’ın (Bursa Milletvekili ve TBMM Başkan Yardımcısı) yüksek sesle okuduğu Kuran-ı Kerim ile uzaklaşıyor ve rahatlıyordum.



Bursa Milletvekili ve TBMM Başkan Yardımcısı Agah Erozan

Sabaha karşı nöbetçi askerlerden birinin gelip ellerimi çözmesi, ‘Kurtuldun, cezan müebbede döndü’ demesi bile sevindirmedi ilk etapta, keza ölüme çok hazırlamıştım kendimi.”

Sancar’ın unutamadığı ve gözyaşları içinde anlattığı bir hadise de torununun fotoğrafının üzerinden alınmasıydı. Kızı, elinde fotoğrafla o anı yeniden yaşıyor gibiydi:

“İdam kararları verilmiş. İdamlıklar hücumbotlara bindirilerek İmralı’ya gelirlerken, üzerlerindeki kemer gibi her şeylerini istiyorlar, oğlumun bir resmini göndermiştik, bir tek o fotoğraf yanında kalsın istiyor, ‘Son gecemi onunla geçireyim’ diyor. Onu bile alıyorlar. Resim, kesici bir alet değil. Hücreye götürüyorlar. Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ı sırayla götürüp idam ediyorlar. Sonra babamın kapısı açılıyor. Teğmen diyor ki ‘Müebbet hapse döndünüz.’ Babam cevap bile vermiyor. Bir salona toplanıyorlar, eşyaları geri veriliyor. Çocuğumun resmi de geliyor. Bayar, ‘Hamdi, nedir bu elindeki resim?’ diyor. ‘Torunumun resmi.’ diyor. Hepsi toplanıyorlar ve o resmin üzerine imza atıyorlar.”

 
Kayseri Milletvekili ve TBMM Başkanvekili İbrahim Kirazoğlu.

Sonra Demokratlar Kayseri’ye nakledildi. İdamlıklar burada hücreye kondu. Üç yıl sonra çıkarılan bir af yasasıyla salıverildiler. Tedbirler Kanunu ile Yassıada’nın üzerine bir şal örtüldü. 27 Mayıs bayram ilan edildi. DP’liler suskun kaldı. Yassıada’yı 27 Mayısçılardan öğrendi toplum. Hâlâ 27 Mayıs’ı savunan asker ve sivil kişiler, Tahkikat Komisyonlarını darbeye gerekçe göstermeye devam ediyorlar.

Peki, komisyon nasıl çalışmıştı? İfadelerine başvuranlara nasıl muamele yapıldı? Diktatörce davranıldı mı? Ahmet Hamdi Sancar’ın tuttuğu notlar arasında buna ilişkin ipuçları da vardı. Şule Sancar, bu konuda ilk defa sessizliğini bozuyor.

-Tahkikat Komisyonları darbeyi önlemek amacı ile mi kuruluyor?

Evet ama başaramıyorlar. Böyle de bilinmiyor.

-Çağrılanlar arasında gazeteci Kurtul Altuğ gibi isimler var. Altuğ bu olayı ‘Diktatörlüğe gidiyorlardı, beni tutukladılar’ diye anlatıyor. 

Şimdi de var komisyonlar, önce de vardı. Bu tamamen İsmet Paşa’nın ve basının uydurmasıyla yapılan propaganda.

-Komisyonun amacı ne? 

27 Mayıs öncesi halkı yalan yanlış haberlerle yanıltıyorlardı. Fısıltı gazetesi vardı. 27 Mayıs’tan hemen sonra da bu gazete faaliyetteydi. Manşetlerine göre, kaldırımların altı talebelerin cesetleriyle doluydu. Nerede talebeler? Tahkikat Komisyonu bu haberlerin kaynağını araştırıyordu.

“Bırakın İnönü’yü, bir CHP’li bile sorgulanmadı” 

 27 Mayısçılar darbeyi haklı gösterebilmek için Tahkikat Komisyonu’nu peşinen suçlu ilan ettiler. Ahmet Hamdi Sancar ve diğer üyelerin seslerini kıstılar. İddiaya göre, Tahkikat Komisyonu’nun amacı CHP’yi kapatmaktı. İnönü bir suçlu gibi takip ettirilmişti.

Komisyon, kendisini mahkeme ve icra organı yerine koyuyordu. Ahmet Hamdi Sancar bu iddialara tek tek cevap verdi. Komisyonunun hangi ihtiyaca binaen kurulduğunu açıkladı. İşte yıllar sonra Tahkikat Komisyonu ile ilgili gerçekler:

    “CHP liderinin nümayiş hareketlerine sebep ve merkez teşkil etmiş olması, vatandaşı Meclis kararına karşı itaatsizliğe teşvik edeceğini söylemesi, meydanlarda ve Meclis kürsüsünde cereyan etmiş birer maddi vakıadır.

Suçlu olarak takip her şeyden evvel alakalının bu sıfatla sorguya çekilmesi ile başlar ve ancak bu yolla tekevvün eder. Encümenin ise CHP liderini şöyle dursun, bir mebusunu, hatta bir mensubunu dahi suçlu sıfatı ile sorguya çekmemiş olduğu malum bulunduğuna göre böyle bir isnat ve ithama maruz bırakılmamız haksız ve insafsızdır.”

    “Encümenimiz neyi düşünmüş ve neleri kararlaştırmak istemiş ise onu tebliğleri ile kararları ile açıklamış bulunmaktadır. Şahıslarımıza ait kitap, vesika, evrak da dahil olmak üzere bütün arşivimiz olduğu gibi ele geçmiştir.

Bütün bunların en hurda teferruatına kadar tetkikinden de anlaşılacaktır ki CHP’nin kapatılmasını hedef tutmak şöyle dursun, böyle bir mevzudan bahis açılmış olduğuna dalalet edecek edna bir delil yoktur.

Çünkü böyle bir şey düşünülmemiştir. Bütün encümen mensupları 27 Mayıs sabahı evlerinden alınmış olup hiçbirisinin çalışma yerine gitmesi mümkün olmadığına göre herhangi bir delilin yok edilmesi ihtimalinden bahis olunamaz.”

    “Bazı CHP merkezlerinin aranması ve mühürlenmesi isnadı yalandır. Böyle bir kararı vermek şöyle dursun, tahayyül ve tasavvur dahi etmedik. Diğer taraftan encümenimizin aramaya karar vermek selahiyeti mevcuttur.

Netekim encümenimiz bu selahiyetini Akis dergisi idarehanesinde bir arama yapılması için kullanmış ve usulü dairesinde infaz olunmuştur.

Bu itibarla bir arama kararının verilmiş olduğu iddiasından tehaşi ederek kaçınmaklığımızı gerektirecek hukuki ve makul bir sebep yoktur. Binnetice encümenimizin CHP’yi kapatmağa müteveccih ve hem de peşin bir hükme sahip olduğu iddiası mesnetsizdir.”

     “Bazı telefon muhaberelerinin gizlice dinlenerek zapt olunduğu isnadı tamamen yersiz ve haksızdır. Hakikat-ı hal şudur.

Encümen çalışmaya başladıktan bir müddet sonra Milli Emniyet’e mensup olduğunu söyleyen bir memur bu muhabere evrakını getirerek imza mukabilinde teslim etmiştir.

Encümen olarak bizim ne Milli Emniyet’e ve ne de herhangi bir başka makam veya şahsa böyle bir talep ve teklifimiz olmamıştır…”

İŞTE SIR GİBİ SAKLANAN O RAPOR

29 Nisan 2013 / İDRİS GÜRSOY
27 Mayıs 1960’ta darbecilerin en önemli gerekçelerinden biri olan Tahkikat Komisyonu raporu bugüne kadar hep sır olarak kaldı. Menderes’in avukatı Burhan Apaydın’ın ölmeden önceki son arzusu, komisyon raporunun açıklanmasıydı. 180 sayfalık o rapora Aksiyon ulaştı.
Tahkikat Komisyonları kurulduğu andan başlayarak günümüze kadar tartışma konusu oldu. Yassıada’da üyelerin idamla yargılanma sebebi bu komisyonlardı.

Ancak Demokrat Partililerin defalarca ön raporun aynen okunması talebi Mahkeme Başkanı Salim Başol tarafından reddedildi.

Adnan Menderes ve Demokrat Partililerle birlikte Tahkikat Komisyonu Başkanı Ahmet Hamdi Sancar ve üyelerden bazılarını idamla yargılatan o rapor ve yazışmalar, Meclis’e gönderilen gizli 27 Mayıs belgeleri arasındaydı.

Aksiyon’un ulaştığı raporda, CHP ve basının halkı, öğrencileri ve orduyu tahrik ederek darbeye zemin hazırladığı öne sürülüyordu.

Raporun teklifler bölümünde, hükümet ve Meclis’in gerekli tedbirleri alması isteniyordu. “Polis güçlendirilmeli, yalan haber üreten merkezler bitirilmelidir.” deniyordu.

Önceki cumartesi 89 yaşında vefat eden Menderes’in avukatı Burhan Apaydın’ın da son arzusu raporun açıklanmasıydı.

Ölümünden birkaç gün önce Meclis Başkanı Cemil Çiçek’e bir mektup yazarak bunu talep etmişti: “27 Mayıs hükümeti tarafından TBMM’de ‘Tahkikat Komisyonu’ adı ile geniş yetkilere sahip bir kuruluş meydana getirilmesi, Adnan Menderes’in Anayasa’yı çiğnediği ve vatan hainliği olarak tanımlanmıştır.

Hâlbuki ‘Tahkikat Komisyonu’, darbeden önce Meclis Başkanı’na rapor vererek olayların Demokrat Parti ve CHP tarafından değil, dış etkilerle hazırlandığını, ülkenin karışıklığa götürülmek istendiğini tespit etmiştir.

27 Mayıs’tan önce Meclis’e verildiği hâlde darbeciler bu raporu milletten gizlemişler ve komisyonu Menderes’in hürriyeti kısıtlayıcı bir girişimi olarak tanımlamışlardır.

Böylece 27 Mayıs darbesinin, hakikatleri ortaya koyucu değil de hakikatleri gizleyici bir yol izleyerek Türk milletini yanılgıya sürüklemek suretiyle yapıldığı ortaya çıkmıştır.

Bu rapor hâlen TBMM Başkanlık Arşivi’nde bulunmaktadır. İşbu dilekçemle birlikte bu raporun derhâl Türk milletine açıklanması gerekmektedir.” Peki, 180 sayfalık bu raporda neler vardı?

Raporun ilk bölümünde, 1946’dan itibaren CHP ve lideri İsmet İnönü’nün muhalefet usulleri, detaylı bir şekilde anlatılıyor.

CHP’nin Meclis’in meşruiyetini tartışmaya açtığı, hükümet otoritesini tahrip için çalıştığı örneklerle belirtiliyor. 1957 seçimlerinden sonra ana muhalefet partisinin sandıksız iktidara gelme yolları aradığı vurgulanıyor.

“Hükümet otoritesini ne surette olursa olsun sarsmak teşebbüsleri memleketin atisi bakımından büyük tehlikeler arz etmektedir fakat maatteessüf içleri iktidar hırsı ile yanmakta olan bir avuç insan her çareye başvuruyorlar.” deniyor.

Zile, Geyikli, Ankara ve Uşak’ta yıkıcı usuller kullanılarak, halkın kanunları çiğnemeye, polisle çatışmaya zorlandığı ifade ediliyor.

İsmet İnönü’nün daha 4 Aralık 1957’de “Bir memlekette ihtilal nasıl olur?” diyerek darbe felsefesini propaganda sahasına sürdüğü belirtilen raporda “CHP’nin iktidara gelmesinin yegâne çaresi memlekette bir karışıklık çıkmasıdır.” deniyor.

İnönü’nün konuşmalarından örnekler verilerek orduyu darbeye teşvik etmesi eleştiriliyor: “CHP başlıca iki yol tutmuştur. Birincisi, halkın hissiyatını tahrik.

İkincisi, yalan haberler uydurmak.” Yalan haberlerin amacı halkın hükümete teveccühünü önlemek ve hükümete husumeti artırmaktır.

Bir merkezden üretilen ve yayılan kışkırtıcı yalanlardan bazıları şöyle: “Hükümet, Amerikan yardımı alabilmek için Türk kızlarını Amerikalılara peşkeş çekiyor.”, “Hükümet, Amerikalılardan kan alarak milletin kanına zerk edip Amerikalılaştırıyor.”, “Hükümet memleketin en güzel yerlerini Amerikalılara satıyor.”…

“Talebeler tahrik edilmiştir”

Yalan haberlerin nasıl yayıldığı da şöyle anlatılıyor:

“1-Parti liderlerinin konuşmalarıyla.

2- Tebliğ, bildiri ve broşürlerle.

3- CHP’li gazetelerle.

4- Kulak gazetesi adı altında kurulmuş hususi ve gizli teşkilatla.

Kulak gazetesi, sadece İstanbul’da değil vilayetlerde de yapılanmış bir hücre teşkilatıdır. Gizli ve derin usullerle çalışmaktadır. Toplanan deliller yalan haberlerin bir merkezden çıkarıldığını açıkça ortaya koymaktadır.”

Komisyon üyeleri, İstanbul ve Ankara’da tanık ifadelerine başvurmuş, darbeye ortam hazırlamak için psikolojik savaş yürüten merkezin başında olduğu iddia edilen CHP’li emekli Albay Cemal Yıldırım’a da sorular sormuştu. Raporda, Cemal Yıldırım’ın egzantirik ve orijinal fikirlerinin ne olduğunun öğrenilemediğinin altı çiziliyor.

Tahkikat Komisyonu’nun raporu, yalan haberlerle ilgili örneklerle ihtilal şartlarının oluşturulduğunu açıkça ortaya koyuyor. Hiçbir ülkenin bu yıkıcı faaliyetlerden zarar görmeden kurtulmasının mümkün olmadığı dile getiriliyor. İnönü’nün beklediği ihtilalin bugüne kadar olmaması, halkın Demokrat Parti’ye olan güveni ile açıklanıyor.

Raporda, 1957’den 27 Mayıs 1960’a kadar meydana gelen Gaziantep, Kayseri Yeşilhisar, Ankara ve İstanbul olaylarının perde arkası da anlatılıyor.

CHP’lilerin halkı güvenlik güçlerine karşı kışkırttıkları öne sürülüyor, bunu teyit eder nitelikte tanık ifadelerine yer veriliyor.

İstanbul ve Ankara’da öğrencilerin, bazı hocalar ve CHP’liler tarafından yönlendirildiği ifade ediliyor:

“İstanbul’da kanın gövdeyi götürdüğü, yüzlerce ölü ve yaralının olduğu şeklindeki haberlerin arkasında da yine aynı merkez var.

Çok evvelden ve CHP mensupları tarafından yurtlar gezilmek sureti ile esasen alınmış olan ayaklanma tertipleri, bu yalan haberler sayesinde büsbütün genişlemiş ve bu defa Ankara’da ayaklanmalar görülmüştür.

Bazı CHP mensuplarının talebe arasında bulundukları ve talebeyi tahrik ettikleri tespit edilmiştir. Bunlar Ordu mebusu Ferda Güley, Ankara mebusu Ahmet Üstün, Adana mebusu Melih Küçüktepepınar, Ahmet Fırat, Maslahattin Yılmaztepe’dir. CHP milletvekili Turhan Feyzioğlu’nun ise bir gece önce talebe yurtlarını bir arkadaşı ile dolaştığı tespit edilmiştir.”

“İhtilal bir gün vuku bulacak!”

Raporda aynı yalan haberlerle ve yöntemlerle Harp Okulu öğrencilerinin de sokağa döküldüğü ve gösterilerin, aynı yerlerde ve saatlerde yapılmasının dikkat çekici olduğu belirtiliyor.

“Tertipçiler kim?” sorusuna şu cevap veriliyor:

“Tahkikatımızda ayaklanma hareketlerinin tertipçilerinin CHP idarecileri olduğunu gösteren delil ve emareler bulunmuştur.

Bütün bu hareketler, hükümet darbesi ve siyasi suikast teşebbüsleridir. Bu teşebbüsler tam teşebbüs denilen irca-ı safhaya kadar getirilmiştir.

CHP liderleri bir ihtilal çıkması için ellerinden geleni yapmışlar, her çareye başvurmuşlardır. İnönü, ‘şartlar tamam olunca ihtilalin vuku bulacağını’ Meclis kürsüsünden ilan etmiştir.

Bildirilen neticenin istihsali için CHP Genel Merkezi ve teşkilatı, talebeyi, halkı ve orduyu tahrik suretiyle şartları hazırlamaya çalışmışlardır.”

15 kişiden oluşan komisyonun raporunun sonunda, darbenin önlenebilmesi için bazı öneriler ise şöyle sıralanıyor:

“Ankara ve İstanbul’daki olaylar derhal durdurulmalıdır. Askerlerin siyasetle iştigali caiz değildir. Harp Okulu öğrencilerinin yürüyüşü tehlikeli bir teşebbüstür. Milli Emniyet Teşkilatı güçlendirilmeli, yalan haber yuvaları bulunup bertaraf edilmelidir.

Zabıta kuvvetleri takviye edilmelidir. Yıkıcı neşriyatı takip için bir hukuk heyeti kurulmalıdır. Devlet ve amme müesseselerinin daha tesirli çalışması için tedbirler alınmalıdır.

Basın yolu ile yalan haberlerin yayılması cezayi müeyyide altına alınmalı, cezalar artırılmalıdır. TBMM dahili nizamnamesinde değişiklik yapılarak gündem dışı söz talebi sağlam esaslara bağlanmalıdır.

Ordunun siyasete alet edilmesine dalalet edecek neşriyat ve teşebbüsler ve hareketler sıkı müeyyide altına alınmalıdır.”





29 Nisan 2013 Pazartesi

13 Haziran’da darbeyi yazan gazeteler çöpe gitti

 
25 Şubat 2013 / CEMAL A. KALYONCU
28 Şubat’ı Başbakanlık’ta yaşayan Mehmet Bican, fiili darbeyi Amerikalılarla görüşen Tansu Çiller’in önlediğini ileri sürüyor. Darbe olacakmış gibi hazırlanan gazetelerin çöpe gittiği de rivayetler arasında.
 
‘Gazeteler manşetlerine atacak başlıkları, yazarlar köşelerinde savunacakları görüşleri telefonla Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Çevik Bir’e sormayı âdet edinecek, medya patronları istifa ettirmek için bakanların peşlerinde koşacak, büyük sermayenin sahipleri partilerinden ayrılmaları için milletvekillerine ikna turları düzenleyeceklerdir. Başta yargı olmak üzere her kesimden temsilciler, Genelkurmay’da düzenlenen irticayla ilgili brifingleri veren paşaları ayakta karşılayarak, gelecekte adına ‘postmodern darbe’ denilecek girişime alkış tutacaklardır.’

Böyle anlatıyor, 28 Şubat sürecinde medyayı, 1963’te, Akşam, Vatan ve Son Baskı gazeteleri ile gazetecilik mesleğine başlayan Mehmet Bican. Ki Bican, 1993’ten beri, Tansu Çiller DYP lideri ve başbakan olduktan iki ay sonra, onun basın müşaviri olarak yakınında bulunan bir isimdi.

Mehmet Bican, aslında, 2007 yılında, Başbakanlık Halkla İlişkiler Başkanlığı’ndan emekli olduğunda yayına hazır olmasına rağmen, zemini ve zamanı gelmediği için bekletip geçen yıl temmuz ayında, “28 Şubat’ta Devrilmek” kitabını çıkarmıştı. Kitap, o süreçte basının sadece askerlerin emrinde olmadığını da yoğun bir şekilde gözler önüne seriyordu. Bican ile medyanın 28 Şubat’taki sınavını konuştuk. Ve öğrendik ki Bican 12 Eylül darbesini Türkiye’de en erken öğrenenlerden biriydi.

-28 Şubat’ta Devrilmek kitabınızda askerlerle birlikte siyasilerin de yoğun bir şekilde medyayı kullandığını hissediyoruz. Kullanılmaya hazır bir medya var sanki. Medya bu noktaya nasıl geldi?

Refahyol iktidarını götüren kişiler, gruplar, olayların başında o dönemde medya da vardı. Türkiye’de medya bir iktidarı iktidar yaptığı gibi, götürmesini de bilir. Bunu geçmişteki tecrübelerinden Türk halkı biliyor. Biz de gazeteciler olarak biliyoruz.

Ancak 28 Şubat döneminde medyanın çok önemli bir konumu vardı. Bir tezgâhın, komplonun içinde buldu medya kendisini o tarihte. Neydi o komplo? Birtakım iç ve dış güçler, Tansu Çiller’i ve Necmettin Erbakan’ı iktidardan götürme planlamasını yapmışlardı. Bu planlama içinde medya da görevini ziyadesi ile yerine getirdi.

-Nasıl getirdi mesela?

Medyaya yardımcı olan unsurlar o tarihte harekette idi. Bunların en başında Doğu Perinçek, İşçi Partisi lideri olarak geliyordu. Onun yanında DYP’li muhalifler, milletvekilleri, üçüncüsü, bir türlü iktidar olmayı beceremeyen, ancak başbakanlık koltuğuna oturmak için büyük heves duyan Mesut Yılmaz ve onun ANAP adlı siyasi örgütü medyaya yardımcı oldular.

Örnek olarak veriyorum, İP lideri Refahyol iktidarı sürerken hiç yoktan, palavradan haberlerle ortaya çıkmasını çok iyi bildi. İşte ‘Tansu Çiller 500 milyar lirayı örtülü ödenekten götürdü’ falan diye. Kocasının uyuşturucu madde kaçakçısı olduğunu iddia etti. Çiller yalanladı bunları. Ama haberler yabancı basında yer aldı.

-Peki Perinçek bunu niye yaptı?

Perinçek oyunun bir parçasında rol alan kahramanlardan biri idi. Başka kahramanlar da vardı. Sabah’ın patronu, Milliyet’in patronu. Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne ve AB’ye girmesini istemeyen büyük patronlar vardı. Bunlar hiç üretmeden paralarını bankalara yatırıp faiz gelirleri ile geçinen insanlar. İsterler mi Avrupa’nın ileri teknolojisi ile yarışmayı? O tarihte istemiyorlardı.

-Medya bu hâle nasıl geldi peki?

O tarihe kadar karşılıksız teşvik uygulamaları vardı medyada. Çiller Sultanahmet Meydanı’nda düzenlediği mitingde kimlerin ne kadar aldığını açıklamıştı. Ve korkunç tepki aldı. Orada Sabah Grubu’nun, Milliyet Grubu’nun, büyük patronların -onlar da var-, karşılıksız teşviklerden nasıl yararlandıklarını anlattı. Özal zamanında kurulmuş, devam ediyordu o düzen. Bu muslukları kapatan Çiller’dir.

-Medya üzerine üzerine gelince o da muslukları mı kapattı?

Yok, hayır. Çiller’in kafasındaki planlamada vardı bu husus. Çünkü devlet, terörle mücadele dolayısıyla korkunç para kayıplarına uğramış. Onu bir şekilde karşılaması lazım. Onlardan biri idi bu. Bir de dünyanın neresinde var, her sene on milyonlarca doların belli kişilere peşkeş çekilmesi?

-90’lı yıllardaki gibi bir süreç medyada yaşanmış mıydı daha önce?

Böyle bir düzen sadece 28 Şubat döneminde yaşandı. Ankara temsilcilerinin Genelkurmay Başkanlığı’na telefon ederek ertesi günkü manşeti görüştüklerini ben açıklamadım, Sabah Grubu’nun patronu bizzat kendisi açıklamıştır.

-Medya patronları bakanların peşinden koşuyordu da diyorsunuz…

Tabii. Mesela DYP’li bakanlardan birkaçının Doğan Grubu tarafından istifaya zorlandığını, istifa ettirildiğini… Refahyol hükümeti kurulurken, ‘bu hükümette görev almayın’ falan diye… Benim duyumlarımdır onlar.

-Büyük sermaye sahipleri partilerinden ayrılmaları için milletvekili ikna turları yapıyor demişsiniz yine.

Evet. Tabii DYP’den 20 milletvekili gitti. Kaynakları bunların şu anda açıklanamaz ama bu, Türkiye’nin gerçeği ve bilinen bir şey. O dönemde bunlar oldu. Cumhurbaşkanı DYP’li milletvekillerini, bakanları çağırarak ‘Ayrılın, ihtilal geliyor!’ dedi.

Salim Ensarioğlu, dönemin DYP’li Bakanı, TV’de ‘13 Haziran gecesi ihtilal olacağını bana bizzat Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel söylemiştir’ diyor. Bu sadece bir itiraf. Benim bildiğim olaylar var. Başkanlık divanında konuşuluyor, grupta konuşuluyor. GİK toplantısında konuşuluyor. Ee, biz kendi aramızda konuşuyoruz, ihtilal olacak diye. Herkes 13 Haziran’da (1997) ihtilali bekliyor Türkiye’de.

-Hatta 13 Haziran, cuma gününe denk geliyor. Onun için inandırıcı bir tarih!

İhtilal olacak diye herkes panik içinde. O tarihte bir rahatsızlık geçirmiştim. Doktor tavsiyesi üzerine her akşam bir saat yürüyordum Çankaya’da. O akşam bir polis arkadaşla karşılaştım. ‘Sen ne arıyorsun burada? Herkes masalarını boşaltıyor başbakanlıkta.’ dedi. 13-14 Haziran gecesi ihtilalinden söz ediyorum. Öyle bir ihtilal havası estirilmişti ki…

-Siz pek inanmıyorsunuz. Blöf müydü onlar yani?

Darbeyi yapacak insanlar belli. Topu ile tüfeği ile silahlı kuvvetler yapacak. Ama çok iyi biliyorum ki darbeden yana değil o tarihte silahlı kuvvetler.

-Nereden bu kadar emin olabiliyorsunuz?

Çok eminim, çünkü (İsmail Hakkı) Karadayı’nın, Çevik Bir’in bu konudaki görüşlerini biliyorum. Yani bunlar benim dostum, yakınlarım falan değil ama aynı mahalde görev yapmamız dolayısıyla, ben Başbakanlık’tayım onlar karşı binada, işte gelip gidiyorlar. Çiller’le görüşüyorlar, Başbakan Erbakan’la konuşuyorlar falan. O konuşmalardan bize sızan bilgiler var.

-O ikisi yapmasa da darbeye hevesli olan başkaları var…

O konuda bir yorum yapacak durumda değilim. O günü anlatayım size. Çiller’in özel kalem müdürü Akın İstanbullu ertesi gün bana dedi ki ‘Akşam darbe olacakmış. Gazeteler de manşetlerine darbeyi koymuşlar ancak darbe olmadığı için on binlerce gazete çöpe gitmiş.’ Şimdi bu bir espri ile söylenen bir laf da olabilir. Ama içinde gerçeği ifade eden unsurlar da taşıyabilir.

Ben bunu Tansu Çiller’e sordum. ‘Efendim akşam darbe olacaktı, neden olmadı?’ diye. Tansu Çiller bu olaydan benim haberdar olmama biraz şaşırdı ve itiraf etti. ‘Darbeyi ben durdurdum’ dedi. ‘Birkaç günden beri bu darbe lafı Türkiye’de ciddi şekilde dolaşıyordu.

Ben Amerikalı yetkililerle konuştum, mesajlar gönderdim.’ Çevik Bir o tarihte biliyorsunuz Amerika’da idi. ‘Onlar Türkiye’ye yönelik mesajlar verdiler, TV’lere çıktılar. Türkiye’de demokrasinin yıkılmaması gerektiğini, parlamenter rejimin devam etmesi gerektiğini vurguladılar.

Darbe yok kardeşim’ dedi Çiller. ‘Darbe olursa da ben bunu önlemeye muktedirim. Tankın üzerine de çıkarım, önüne de yatarım’ diyordu Çiller. Karadayı Paşa, resmen Çiller’e ‘silahlı kuvvetler darbeyi düşünmüyor’ dedi.

-Zaten hiçbir zaman demez ki darbeyi düşünüyoruz diye.

‘Darbeyi Türkiye’de pompalayan bir tek adam var. O da Mesut Yılmaz’ dedi. Muhalefet döneminde sürekli olarak darbeyi pompaladı adam. Sonra Demirel aldı bayrağı. Yani bir askerî eylem olarak ele almazsanız, darbeyi Demirel yaptı.

Darbe değil midir yani? Refah Partisi ile Çiller’in DYP’si hükümet olabilecek kadar bir milletvekili sayısını toparlamış ve de bunu imza altına almış, Süleyman Bey’e götürüyor, ‘Biz bu hükümeti kuracağız’ diyor. MGK kararlarına imza atılmış. MGK kararları o tarihte uygulanıyor. Bir şey dediği yok yani askerin. Ama birileri çıkıyor ‘darbe olacak’ diyor.

-Amerika’dan onay çıksaydı darbe olmaz mıydı?

28 Şubat sürerken benim Çevik Bir’le bir görüşmem oldu. ‘Çevik Bir’le sen neden görüşüyorsun kardeşim?’ diyebilirsiniz. Çevik Bir’i ben çok yakından tanıyorum.

-Nereden geliyor tanışıklık?

Ben Ankara’da, 28. Tümen’de, istihkam taburunda, 1966’da askerlik yaparken Çevik Bir de o tarihte orada üsteğmen olarak görev yapıyordu. Yıllar geçtikten sonra onu (Kenan) Evren Paşa’nın başyaveri olarak gördüm.

Ben de TRT’de haber müdürü idim o dönemde. Evren Paşa’nın bütün iç ve dış seyahatlerine ben gittim. Çevik Paşa da o tarihte kurmay albaydı. O seyahatlerde bulunuyordu. Gazetecilerle de arası çok iyiydi Çevik Bir’in. Dolayısıyla ilişkimi hiç kesmedim.

Yani beni de o tarihte çok sever. Ardından emekli olduğunda birkaç kere İstanbul’da buluştuk, konuştuk. Çevik Paşa’nın, o dönemde bana söylediği şuydu. Silahlı kuvvetlerde Tansu Çiller’in RP ile koalisyon kurmasına karşı insanlar bulunuyor…

Şimdi diyeceksin ki subaylara ne? Hayır. Bunu sokaktaki vatandaş da söylüyor. Dolayısıyla silahlı kuvvetlerin içinde böyle insanların bulunması da çok önemli bir olay. Bunu çok safiyetle bana söylüyor.

-Ne zaman?

13 Eylül 96’da.

-Hükümet 28 Haziran’da kurulmuş.

Bana diyor ki ya çok tepki görüyor bu olay. ‘Hatta’ diyor ‘bazı yüksek rütbeli subaylar bu yüzden emekliliğini istediler. Biz kendilerini ikna ettik.

Çiller TSK’ya bir söz verdi.’ ‘Türkiye’nin seçimden sonra istikrarlı bir hükümet kurabilmesi için Erbakan’la ortaklık kurmamız şart. Bakın bazı formüller denendi. Olmadı. Ben Refah grubuyla ittifak hâlindeyim.

Protokolümüzü de hazırladık. Bu grubu kuracağız. Siz bana güvenin.’ diyor bir konuşma içinde Çiller, askerlere. Yani güvence veriyor.

Çevik Paşa’nın ifadelerini söylüyorum size. Bunu bana Çevik Bir ifade ediyor. Yani böyle bir sohbet arasında diyor ki ‘Bizim ihtilal falan yapmaya niyetimiz yok.’

Ama Türkiye’de herkes darbe bekliyor, Çiller döneminde. Yani Çiller başbakan olduktan sonra muhaliflerle çatışması oldu. Çiller’in uygulamalarından şikayetçi olan DYP içindeki muhalifler Hüsamettin Cindoruk’u yine Süleyman Bey’in bir operasyonu ile başbakan yapmak istiyorlardı.

Ve darbe korkusu salmaya başladılar Türkiye’ye. Bu, Mesut Yılmaz’ın da işine geldi. O da çünkü DYP’li muhaliflerle hükümet kuracaktı.

‘SHP’den, CHP’den ayrılın, bu (Murat) Karayalçın’la, Deniz Baykal’la falanla filanla gitmez, DYP-ANAP ortaklığı kurulsun’ diyenlerin ortaya döktüğü bir formüldü bu. Ve ‘bugün darbe olacak, 3 gün sonra darbe olacak’ diye Tansu Hanım’ın üzerine gidiyorlardı, daha o zaman.

-28 Şubat’ta Devrilmek kitabının 2003-04’te yayımlanması söz konusu oldu mu? Öyle bir şey duydum…

Kitabı ben çok önce bitirdim. 2007’de emekli olduğumda kitaplar elimde vardı. Ve işte zamanı gelsin, yayımlarım falan diye bakıyordum meseleye.

-Neden bu kadar geç kaldı peki?

28 Şubat güncelliğini hiç yitirmedi. Komisyon kuruldu. O tarihte yayınevi ‘basalım bunu’  dedi.

-Kitaba koymadığınız veya kitaptan çıkardığınız şeyler var mı?

Yazmışsınız 600 sayfa olmuş. Tabii ki bir bölümünü çıkarıyorsunuz. Şimdi onları söyleyemem size, yani yazılmamış şeyler. Mesela Tansu Çiller’in çevresi, dostları, efendim benim çevrem, konuşmalar bilmem neler yani.

-2007’de emekli oldunuz…

Ben Tayyip Bey’le de çalıştım. Halkla ilişkiler başkanıydım, onun başbakanlığı sürecinde.

-O zaman bu 27 Nisan’ı da yaşadınız orada?

Tabii.

-Onlarla ilgili ayrı kitap mı yazacaksınız?

(Gülüyor) Şimdi 12 Eylül’ü yazıyorum. Sanıyorum 12 Eylül’de çıkacak. Çünkü ben 12 Eylül’de TRT’de nöbetçi müdürdüm. O günü, O Gece başlığı altında yazmaya başladım. Evren Paşa’yı yazıyorum.

-O gece ne oldu? Darbeden en son kimin haberi oldu!

İlk önce benim haberim oldu. Saat 18.30 civarında. TRT’de o gün de ihtilal olacak diye konuşuluyordu. Herkes Türkiye’de darbeleri bekliyor yani; bugün ihtilal olacak, yarın ihtilal diye.

Millî Savunma Bakanlığı’na bakan bir gazeteci arkadaşımız vardı, Tevfik Fikret Dinçer diye. Silahlı kuvvetlerdeki kişilerle arası çok iyiydi. Ben nöbetçi haber müdürüydüm TRT’de.

Tevfik geldi, saat 18 sıralarında. ‘Bu akşam ihtilal var. Çok önemli bir kaynak bana iletti’ dedi. Evren Paşa, ‘Tefo’ diye çağırıyordu Tevfik’i. Yani bu kadar da samimi idi askerlerle. ‘Bu gece darbe var ama kimseye söyleme’ dedi. Ben söylemedim.

-Hiç kimseye söylemediniz…

Söylemedim.

-Pişman mısınız?

Yok. Sonra akşam 9-9.30 sıralarında Doğan Kasaroğlu, TRT Genel Müdürü, bana telefon etti. Genelkurmay’dan telefon ettiğini söylemiyor bana ama.

Bazı bilgiler verdi. İşte radyolar yarın şu saatte açılsın, bu saatte açılsın diye. Silahlı kuvvetler, çünkü bildiri yayımlayacak saat 4’te. Ben anladım vaziyeti.

O da bana söylemedi. Ben de ona söylemedim. Çünkü komutanlar ona Genelkurmay’da ‘İhtilal olacağını sakın kimseye söyleme. Ama bu tedbirleri TRT alsın’ demişler.

-Sizi askerlerin yanından, Genelkurmay’dan arıyor.

Sonra öğrendik tabii, o an söylemiyor. Oraya götürmüşler onları, TRT genel müdürü olarak. Sonra saat galiba 10.30 sıralarında bir denizci albay, birkaç kişi ile birlikte bizi enterne ettiler.

Haber dairesi başkanının odasına soktular. Oradaki konuşmalarımız var. Sonra bültenleri nasıl hazırlayacağımız yolunda talimatlar aldık. Gece yarısından sonra tanklar yola çıkınca TRT’nin etrafını çevirdiler. Şimdi olay bu.

-Enterne edilirken direnen oldu mu?

Yok, hayır.

-Darbe beklenen bir şey olduğu için mi?

Bana ‘Kim buranın sahibi?’ dediler. ‘Ben Mehmet Bican efendim, nöbetçi müdürüm.’ ‘Arkadaşları toplayın, herkes, odacı dâhil’ dediler.

-Siyasilerle yakınlığınız var mıydı? Ecevit’in haberi olduğunu düşünüyor musunuz bundan?

Ecevit’in haberi olmuştu tabii. Ve hatta, daha sonra kitaplardan edindiğim bilgi o gece Genelkurmay’ı aramış onlar. Tabii böyle bir şey olmadığını öğrenmişler.

Ama saat 1-2’den sonra herkesin haberi oldu. Bir de yani haberi olsa ne olacak? Süleyman Bey’in haberi oldu, ne oldu yani! O da biliyordu. Yapılacak bir şey yok ki. Süleyman Bey ‘Benim ikinci bir ordum yok ki’ dedi.

-Medyamız bizim niye böyle? Asıl soru bu ama… Neyse dönelim 27 Nisan’a. O gece neler oldu?

Valla istersen 28 Şubat’ta bırakalım.

-27 Nisan’ı biraz açalım.

Açmayalım, açmayalım. Ben o tarihte emekliyim artık.

-27 Nisan gecesi ne oldu mesela?

Bilmiyorum.

-12 Eylül’de ‘darbe yapmıyorsunuz’ diye askere mektup yazan, kitapta ismini vermediğiniz kimdi? ‘Çiller’in en yakın genel başkan yardımcısı, kurmaylardan biri’ dediğiniz kişi?

Onu söylemem size. Demirel’in bir bakanı, onun adamlarından biri. Şu anda o mektup askerî tarih kurumunun arşivindedir.

-Yazan hayatta mı?

Hayatta. Çok yaşlandı tabii, yani 73-74 yaşlarında. Ama aktif siyaseti bırakmış vaziyette.

-Nereli?

Karadenizli.

-28 Şubat süreci yargılanıyor. Çevik Bir içeride, Karadayı dışarıda.

Çevik Bir’in de dışarıda olmasını arzuluyorum. Herhangi bir suçunun olduğunu da kabul etmiyorum.

-O süreci yaşamış birisi olarak…

Evet.

-O süreç ne kadar sıkıntılı idi sizin için?

Çok sıkıntılıydı. O sıkıntılı dönemi ayrıldıktan sonra da yaşadım. Çiller’le birlikte bizi de yok etmeye çalıştılar. Çünkü biz Çiller’in yakın ekibindendik.

-Kim yok etmeye çalıştı?

Şimdi ben gazeteciyim. En azından bu meslekte devam edebilirdim. Bakın şimdi 65 yaşındayım ve dışarıdayım.

-Bu kitaptan sonra imkânı yok zaten. Dokundurmadığınız medya grubu yok.

O zaman bütün medya grupları ile benim iyi ilişkilerim vardı. Bana iş teklif edebilirlerdi, çalışabilirdim, değil mi? Ama kimseye de bir kırgınlığım yok.

Burada Türkiye’nin sorunları söz konusu olduğu için medyadan, medyanın yanlışlıklarından, kendi yanlışlıklarımızdan söz ediyorum.

Tansu Çiller’i, kocasını, çocuklarını eleştiriyorum kitaplarımda. Yani ben parçalandım, Çiller lime lime edilirken ben dışarıda kaldım diye bir şeyim yok benim. Bu saatten sonra zaten artık bir şey olmaz.

Mehmet Bican kimdir?

Şeyh Mehmet Bican ve Envar-ül Aşıkin gibi kitapları olan Ahmet Bican Efendi’nin torunlarından Mehmet Bican’ın ailesi aslen Kafkasyalı, fakat aile zamanla Gümülcine’ye yerleşmiş.

1944 yılında Balıkesir’de doğan Mehmet Bican, 1963’te, Akşam, Vatan ve Son Baskı gazeteleri ile gazetecilik mesleğine başladı. Gençlik Hareketleri adlı bir kitap yazan Bican, 1969’da, TRT’ye muhabir olarak girdi, haber müdürlüğüne kadar yükseldi.

12 Eylül 1980 gecesi TRT’de nöbetçi haber müdürü olduğundan darbeyi en erken haber alanlardan biriydi. 1982-84 arasında Tercüman’da, 89 yılına kadar da Anadolu Ajansı’nda haber müdürlüğü yapan Bican, sonraki süreçlerde AA Yönetim Kurulu Başkanlığı görevinde de bulundu.

90’da, yeni teşkil edilen RTÜK’te görev aldı. Yıldırım Akbulut’un daveti ile, solcu kimliğine rağmen Başbakanlık Basın Müşavirliği’ne getirildi. Mesut Yılmaz’la yıldızı barışmayınca kendisini Millî Savunma Bakanlığı’nda buldu.

Süleyman Demirel başbakan olarak gelince, o da başbakanlığa döndü. 1993’te SHP’li Erman Şahin’in danışmanlığını yaptı. Aynı yıl Çiller’in basın müşaviri oldu. Refahyol’dan sonra, Cumhurbaşkanı Demirel, hükümet kurma görevini Mesut Yılmaz’a verince, Bican bu sefer Tarım Bakanlığı’nda uzman olarak görevlendirildi.

Danıştay kararı ile geldiği görevinden ertesi gün Orman Bakanlığı’nda vazife verildi kendisine. Bülent Ecevit’in 1999’da başbakan olması ile tekrar koltuğuna kavuşan Bican, Başbakanlık Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı’ndan 2007’de emekli oldu.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile Afganistan Savaşı’nı izleyen, TRT’de Yönetim Kurulu Başkan Vekilliği de yapmış Bican, TRT eski haber spikerlerinden Gülen Bican ile evlidir.