12 Nisan 2013
İLHAN KAYA*
Türkiye'de barış sürecinde şu ana kadar yapılanlar, sözlerle sınırlı.
Ne bırakılmış silahlar var, ne de yapılmış yasal düzenlemeler.
Bu yolculuğa çıkarken, her bakımdan hazırlıklı olunmazsa, yeni hayal kırıklıkları kaçınılmaz olur.
Barışın kırılganlığının temelinde karşılıklı güvensizlik var. Kolay değil, onlarca yıldır birbiri ile çatışan ve birbirini öldüren taraflar var.
Kolektif hafızaya kazınmış güvensizlik, atılan her adıma kuşku ile bakmaya neden oluyor. Söylenen birçok şeyin lafta kalması var.
Devletin geçmişteki yaptığı hukuksuzluklar ve PKK'nın kanlı eylemleri güvensizliğin temel kaynakları. Ayrıca yıllarca barışı değil, çatışmayı konuşan bir toplumuz.
Genelde çatışarak iletişim kurarız. Bu bakımdan barışı konuşmak çok da alışık olmadığımız bir mevzu. Öncelikle şunu kabul edelim, PKK'nın silahları bırakması ve militanlarını Türkiye dışına çıkarması barışı getirmeyecek.
Öcalan'ın asılması ve bütün PKK militanlarının “etkisiz hale getirilmesi” de barışı getirmeyecek. Öcalan dahil bütün PKK militanlarının genel bir afla topluma entegre edilmesi de barışı getirmeyecek. Getiremez.
Çünkü Kürt sorunu bunları aşan bir sorun. Bir demokrasi, hak ve özgürlükler sorunu. Bu bakımdan, barış daha kapsamlı ve cesaret isteyen bir şey. Türkiye'de iç barış, ancak devletin demokratikleşmesi ile mümkün. Toplumsal farklılıklara karşı duyarsız bir devletin barışı getirmesi mümkün değil. Bunun mutlaka değişmesi gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulumundan beri en belirgin özelliği otoriter ve tek tipçi olmasıdır. Farklılıklara karşı tahammülsüz devlet, birçok toplumsal kesimi ötekileştirmiş hatta kriminalize etmiştir. Kürtler ve dindar Müslümanlar yıllarca sistemle didiştiler. Kimlikleri ile var olma mücadelesi verdiler.
Solcular, ülkücüler, Aleviler, gayrimüslimler ve diğer kesimler de devletin bu ceberut halinden nasiplerini aldılar. Özal ile başlayan toplumsal değişim süreci, devletin sivilleşmesi ve demokrasi kapısının aralanması, 28 Şubat postmodern darbesi ile sekteye uğratıldı.
Ancak her şeye rağmen Türkiye'de farklı toplumsal kesimler, boş durmadı ve sistemdeki yerlerini güçlendirdiler. Rejimin otoriter olması, Türkiye'de toplumsal taleplere duyarlı siyasi hareketleri güçlendirdi. AKP'nin ve BDP'nin önemli siyasi aktörler olarak ortaya çıkması, bu toplumsal taleplerle direkt olarak ilintili.
AKP'nin 2002 seçimlerinden büyük bir zaferle çıkması ve sonraki iki seçimi oylarını yükselterek kazanması, ancak bu toplumsal dinamiklerle açıklanabilir. Çünkü AKP sistem tarafından ötekileştirilen kitleler için değişimi ifade etti ve sistem muhalifi bir siyasi parti olarak o pozisyonu bugüne kadar korudu.
Çoğu zaman sanki muhalefetteymiş gibi, sistem eleştirisi yaparak, değişimin lokomotifi oldu. Hâlâ sistem muhalifi ve hâlâ iktidar. 10 yılı aşkın bir iktidarın başbakanı, hâlâ “oligarşik bürokrasi”den şikayet ediyor.
BDP ise Cumhuriyet tarihi boyunca hak ve özgürlükleri kısıtlanan bir etnik grubun temsilcisi olarak siyaset yapan bir parti. Rejimin, kendi tasavvuruna uygun ulus şablonu içerisine sıkıştırmaya çalıştığı Kürtler, hiçbir zaman ulus-devletçi politikaları benimsemediler.
Bazen sessiz kaldılar, bazen de isyanlarla tepkilerini ortaya koydular. BDP bu isyancı damarın temsilcisi olarak siyaset yapan bir siyasi parti olarak söz söyleyen bir siyasi parti oldu.
Hem BDP hem de AKP çevreden gelerek, Türkiye'nin değişim dinamiklerini ve taleplerini temsil ediyorlar. Türkiye toplumunda en fazla değişimi isteyenler ise Kürtler. Güneydoğu'da Kürtlerin sadece bu iki partiye oy vermeleri, onların değişim arzusundan geliyor.
Kürtler değişimi temsil eden bu iki siyasi partiye destek vererek, değişim yönündeki taleplerini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bunların barışla ne ilgisi var denebilir. Ama çok ilgisi var. Türkiye, eğer gerçek bir barışa ulaşacaksa, savaşı ortaya çıkaran koşulları ortadan kaldırmalı.
Onun yolu da demokratikleşme ve ötekileştirilmiş toplumsal kesimlerin, kendilerine yer bulabilecekleri bir devlet sistemi. Bir ülkeye veya topluma sadakat, o toplumda veya ülkede mutlu olmaya bağlı.
Kürtler hâlâ aidiyet sorunları yaşıyor ve bu ülkede tam olarak mutlu değiller. Bu da PKK bitirilse dahi, ülkedeki bütünlük sorununun çözümlenemeyeceğini gösteriyor.
Türkiye'de barışı istemeyenlerin alternatifi nedir? Çatışma mı? Öldürmek mi? Değildir umarım. “Vur de vuralım, öl de ölelim” söylemi Türkiye'de hiçbir sorunu halletmedi ki şimdi halletsin.
Vur denildi, vuruldu. Öl denildi, ölündü. Ama hiçbir zaman huzur gelmedi. Bu söylem bütünleşmeyi değil, ayrışmayı getirir. Barışın yakıcı ve kolay olmayan bir süreç olduğu açık.
Ancak sabır, cesaret, samimiyet ve kararlılık bu sürecin anahtar kelimeleri. Bütün olumsuzluklara karşı sabırla mücadele, samimi ve cesur adımların kararlılıkla atılması ancak Türkiye'ye bu badireyi atlatacak.
Şu kesin: Barışı istemeyenler, mevcut halin yani çatışmanın devamını istiyor. Ancak o kesimlerin anlaması gereken bir gerçek var. PKK tamamıyla yok edilse dahi Kürt sorunu bitmez.
Çünkü Kürt sorunu öldürmekle bitirilecek bir sorun değil. Tam aksine öldürdükçe büyütebileceğiniz bir sorun. Öldürdükçe, devletle kan davalı insan sayısını büyütürsünüz. PKK tüm silahları teslim etse de, PKK militanları teslim olsa da Kürt sorunu çözülmez.
Öcalan, Türk devletinin bölünmez bütünlüğünü ve misak-ı milliyi haykırsa da, Kürt sorunu çözülmez. Şiddet ve PKK sorunu ile Kürt sorunu birbirinden bağımsız değil ama ayrı şeyler.
Her birine yönelik çözüm de farklı reçeteler istiyor. Kürt sorunu eğer bir anomali ise, doğru teşhis ve doğru tedavi ile çözümlenebilir. Ancak anomali Kürtlerin varlığından değil, devletin baskıcı, inkarcı ve demokratik olmayışından kaynaklanıyor.
Devleti demokratikleştirmeden, Kürt sorununu çözemeyiz. PKK'nın silahları bırakması enfes bir şey olur. Bundan ancak mutluluk duyulabilir. Barış isteyenlerin elini güçlendirir. Ama gerçekçi olalım. Silahların bırakılması Kürt sorunu ile dolaylı ilişkili bir mevzu.
Devlet, anadilde eğitimin önünü açtı mı? Kürt kimliğini tanıdı mı? Eğitim sistemini Kürtler dahil tüm farklı kesimlerin aidiyetlerini geliştirecek hale getirdi mi?
Yerinden ve yurdundan ettiği insanları rehabilite etti mi? Yerel yönetimleri güçlendirdi mi? Bunları yapmadan Kürt sorununu nasıl çözebilir ki?
Unutmayalım, barışı imkansız kılanlar, çatışmayı zorunlu kılarlar. Barışı mümkün kılalım ki, savaş olmasın.
*Doç. Dr., Dicle Üniv. Öğretim Üyesi ve UKAM Başkanı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder