29 Nisan 2013 / İDRİS GÜRSOY
27 Nisan 1960’ta
Tahkikat Komisyonu’na yetki veren yasa kabul edildi. Bir gün sonra
İstanbul’da, iki gün sonra Ankara’da öğrenciler sokağa döküldü.
Darbeye
kadar olaylar tırmandırıldı. İşte yeni belgeler, tanıklar ve Başkan
Ahmet Hamdi Sancar’ın yaşadıkları ışığında Tahkikat Komisyonları
gerçeği…
İdam mahkûmu babamdan, torununun
fotoğrafını bile aldılar. Bir yıl sonra ziyaretine gittiğimde
tanıyamadım. Bir insan ancak ameliyatla bu kadar değişebilir. O kadar
işkence yapmışlardı.”
Bu sözler, 27 Mayıs’ta idama mahkûm edilen Demokrat Parti (DP) Denizli Milletvekili ve Tahkikat Komisyonları Başkanı Ahmet Hamdi Sancar’ın kızına ait.
DP’lilerin önergesiyle “Ana muhalefet partisi CHP ile bir kısım basının yeraltı faaliyetlerini araştırmak üzere” Meclis’te bir Tahkikat Komisyonu kuruldu. Başkanlığa Denizli milletvekili, hukukçu Ahmet Hamdi Sancar seçildi.
Basınla ilgili alt komisyonun başına da Bahadır Dülger getirildi. Komisyonlar büyük tartışmalara sebep oldu. CHP ve cuntacıların bugün bile dile getirdikleri iddialara göre; Menderes, komisyonları kurdurmakla anayasayı çiğnemişti.
CHP’yi kapatmak, basını susturmak istiyordu. İnönü de kürsüye çıktı ve “Bu yolda devam ederseniz ben dahi sizi kurtaramam. Biliniz ki Türk milleti Kore milletinden daha aşağı bir millet değildir. Şartlar tamam olunca ihtilal vacip olur.” dedi.
A. Hamdi Sancar, idamlıklarla İmralı’da, tek kişilik hücrede.
Darbeden önceki nisan, en hareketli ay olarak tarihe geçti. 27 Nisan’da Tahkikat Komisyonlarına yetki veren yasa (7468 sayılı) kabul edildi. 28 Nisan’da İstanbul’da, 29 Nisan’da Ankara’da öğrenciler sokağa döküldü. Sıkıyönetime rağmen darbeye kadar da olaylar tırmandırıldı.
Peki, Tahkikat Komisyonları nasıl çalıştı? Muhalefeti ve basını susturmak için onlarca gazeteciyi tutuklatıp CHP’liler hakkında soruşturma açtırdı mı? Kamuoyuna açıklanmayan raporlarında neler vardı? DP’nin Denizli Milletvekili Ahmet Hamdi Sancar’ın hüzünlü hikâyesinde bu soruların cevapları bulunuyordu.
Sancar’ın, ilk kez okuyacağınız el yazısı notları ve savunmasına göre;
“Encümen, anayasa ve kanunlara göre kurulmuş, yargı ve yürütme gibi yetkileri üzerinde toplamamıştı. Milli Emniyet gibi hiçbir kişi ve kuruma dinleme emri verilmemişti. Bir tek CHP’li vekil sorgu için çağrılmamıştı.”
Basın Alt Komisyonu Başkanı Bahadır Dülger de 1950-60 arası tutuklu gazeteci sayısını 26 olarak veriyor ve bunlardan 12’sini CHP’nin mahkûm ettirdiğini açıklıyordu.
İşte yeni belgeler, tanıklar, fotoğraflar ve Ahmet Hamdi Sancar’ın yaşadıkları ışığında Tahkikat Komisyonları gerçeği…
İnönü’den darağaçlı tehdit!
Denizli şehir merkezinde bir apartmanın 5. katına çıkıyoruz. Kapıda güler yüzlü bir hanımefendi karşılıyor bizi. İçeride duvarları süsleyen tarihî fotoğrafların önünde sohbet başlıyor.
27 Mayıs öncesinde kurulan Tahkikat Komisyonlarının Başkanı, eski Denizli Milletvekili Ahmet Hamdi Sancar’ın kızı Şule Sancar var karşımızda.
DP’li 15 vekilden oluşan komisyon üyelerinin çoğu hukukçuydu. Sancar; müfettişlik, hâkimlik ve cumhuriyet başsavcılığı görevlerinde bulunduktan sonra 1954 seçimlerinde milletvekili seçilmişti. CHP’den teklif almış, ancak o DP’yi tercih etmişti.
1960’ta Ankara’da siyasi gerilim iyice yükseliyordu. Başta CHP ve medyanın bir bölümünün hedefi hâline gelmişti DP. Askerler ve bazı akademisyenler arasında da rahatsızlık hissediliyordu.
Sokak gösterileri, üniversite öğrenci hareketleri giderek yoğunlaşmıştı. İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edilmesine rağmen olaylar durulmayınca Menderes hükümeti milletvekillerinden oluşan bir komisyonla olayları incelemeye karar verdi.
Tarihe ‘Tahkikat Komisyonları’ olarak geçen komisyonun başkanı Ahmet Hamdi Sancar’a hem babasından hem de İsmet İnönü’den iki uyarı geldi.
Hafız Ali Sancar, oğluna mektup yazarak komisyon başkanlığından ayrılmasını önerdi. “Türkiye’de temiz ve tarafsız siyaset yapmanın sonu hüsrandır, darağacıdır.” diye bitiyordu mektup.
İkinci ve tehdit gibi uyarı İnönü’dendi. Darbeden 12 gün önce, 15 Mayıs 1960’ta Sancar’ın Ankara Hukuk Fakültesi’nde hocalığını yapmış CHP Milletvekili Prof. Dr. Hamdullah Suphi Tanrıöver ziyaretine geldi.
İnönü’den mesaj getirmişti:
“Hamdi Bey oğlum, talebeliğinden beri seni tanır ve başarılarına tanıklık ederim. Komisyon başkanı olarak seçilince İsmet Paşa seni bana sordu.
Hiçbir endişe duymamasını, keza senin çok başarılı bir hukukçu ve dengeli bir siyasetçi olduğunu etraflıca anlattım. Ancak tam tatmin olmamış olmalı ki ‘Git yüz yüze görüş ve endişemi anlat’ dediği için geldim.”
Hamdi Sancar, hakkındaki sözler için teşekkür etti ve “Hiç endişe duymasın. Kimseye zarar gelmeden huzur sağlanacaktır. Bayar ve Menderes de benimle aynı görüştedir.” dedi.
Üç gün sonra Tanrıöver, Sancar’ın yanına tekrar geldi. Tanrıöver’in ziyareti üç kez tekrarlandı. Üçüncüde İsmet Paşa’nın tehdit mesajlarını getiriyordu.
Bir yanlışlık olursa Ulus’tan Çankaya’ya kadar darağaçlarının dikilebileceğini ima ediyordu. Sancar çok üzüldü ve artık dayanamadı: “Hocam, ben söylediklerimin arkasındayım.
Ancak görüyorum ki sizi ve paşayı tatmin edemedim. İsmet Paşa’ya olan saygım giderek sarsılmaya başlıyor. Lütfen kendilerine söyleyin: Benim boyum 1.90’dır.
Darağacını ona göre ayarlarsa isabetli olur!” Sancar, bu arada fırsatını bulup Bursa’daki hafız babasını ziyaret edip duasını almıştı. Fakat başkentte işler iyi gitmiyordu.
TBMM Tahkikat Komisyonu’na çıkarılan yetki yasası, hükümet karşıtı kişi ve kurumları iyice tahrik etmişti. Gerilim büsbütün tırmandırıldı.
Sancar’ın iki yardımcısı vardı. Siyasi partilerin faaliyetlerini incelemekle görevli bölümden sorumlu Sakarya Milletvekili Nusret Kirişçioğlu ve basın kuruluşlarının faaliyetlerini incelemekle görevli bölümden sorumlu Gaziantep Milletvekili Bahadır Dülger...
Tahkikat Komisyonu Raportörü Nusret Kirişçioğlu
Amaç, ‘huzur ve güven ortamını yeniden hayata geçirmek’ olarak açıklanmıştı. Birkaçı dışındaki DP milletvekilleri, Celal Bayar ve Adnan Menderes de aynı düşüncedeydi.
Komisyon, Ankara ve İstanbul’da çalışıp bir ön rapor hazırladı. Menderes, Eskişehir’de erken seçim kararıyla birlikte komisyonun da görevini bitirdiğini açıkladı.
Ancak Türkiye, 27 Mayıs 1960 sabahı Albay Alparslan Türkeş’in “Kardeş kavgasına son vermek, ülkede huzuru sağlamak için Türk Silahlı Kuvvetleri idareye el koymuştur.” anonsuyla uyandı.
Sancar’ın da aralarında olduğu DP’li vekiller Harp Okulu’nda gözaltına alındı. Sancar, komisyon çalışmaları sırasında ülkenin nereye götürüldüğünü görmüş, 24 Mayıs’ta ailesini apar topar Denizli’ye göndermişti.
Demokrasi rafa kaldırılmış, iktidardaki DP’nin başına bir balyoz inmişti. Yassıada’da çadır tiyatrosu kurulmuştu.
Ahmet Hamdi Sancar’ın eşi Hüsnüye Sancar ve çocukları, Denizli’de büyük enişteleri Dr. Rahmi Bamyacı’nın himayesine girmişti. Yüksek paralar ödeyip avukatlar tutmaya güçleri yoktu. Buna rağmen 6 lira yolsuzlukla suçlanmalarını anlatırken kızı Şule Sancar Bamyacı gözyaşlarını zor tutuyordu.
Darbeden iki gün sonra Hamdi Sancar’dan ancak haber alabildiler. Kendi el yazısıyla yazılmış kısa mektup ulaştı aileye: “Bizleri emin bir vaziyette bulundurmak maksadıyle Harp Okulu’na getirdiler.
Sıhhatimiz rahat ve huzurumuz yerindedir. Beni merak etmeyin.” Sancar iyi bir hukukçuydu. Mesleki hayatı başarı ve ödüllerle doluydu ancak aile yine de bir avukat arıyordu.
Tam bu sırada oğlunun hayatından endişe duyan Hafız Ali Sancar’a iki kişi avukatlığını üstlenmek istediklerini bildirdiler.
Hiçbir ücret talep etmeksizin bu görevi onurla yerine getireceklerini beyan eden avukatlar CHP’liydi: Sırrı Köprülü ve Şinasi Beken. İkisi de Sancar’ın Bursa Erkek Lisesi’nden yakın arkadaşıydı.
Hamdi Sancar’ın eşi Hüsniye Hanım, oğlu Ali ile birlikte, damatları Dr. Rahmi Bamyacı’nın (kızı Şule’nin eşi) yanında Denizli’de yaşıyordu.
Bamyacı, yıllarca rencide etmeden aileye kol kanat gerdi. Şule Bamyacı, “Eğer evli olmasaydım herhâlde sokakta kalmıştık.” diyor.
Yassıada’da savunma arası işkence!
Ahmet Hamdi Sancar, tam 18 ay ailesini göremedi. Kızı, babasının ziyareti istemediğini söylüyor. Duruşmalar başladığında DP’lilere yapılan işkenceler ortaya çıkacaktı.
Hukukun askıya alınması ve işkenceler hiçbir yayın organının gündemine gelmedi. Aksine ‘Yassıada Saati’ gibi programları gazeteciler hazırladı. Darbenin sivil ayakları, Yassıada’yı sonuna kadar destekledi, meşrulaştırmaya çalıştı.
Yassıada duruşmaları 14 Ekim 1960’ta başladı. Sancar ailesinden sadece Mustafa Sıtkı sanık yakını olarak duruşmaları izlemek için müracaat etti. Engelleri aşarak 40 kişilik kontenjana girebildi.
Oysa duruşmaların yapılacağı spor salonunun kapasitesi bin kişilikti. Salonun en geniş bölümleri üniversite mensuplarına, asker yakınlarına, darbe yanlısı basın mensuplarına ayrılmıştı.
Mahkeme saati yaklaştıkça merak ve heyecan doruğa ulaşmıştı. Ve sanıklar kapıdan tek sıra hâlinde öndeki subayı takip ederek içeriye girmeye başladı. İlk sırada Celal Bayar vardı.
Onu Adnan Menderes takip ediyordu. Çökmüş, hırpalanmıştı. İşkenceler bir başbakanı tanınmaz hâle getirmişti. Sırada Hamdi Sancar vardı.
İçeri girer girmez Mustafa Sıtkı Sancar kendini daha fazla tutamadı ve her şeyi göze alarak ayağa fırladı, sessiz bir şekilde elini salladı.
Amacına ulaşmıştı. Hamdi Sancar kardeşini gördü. Arkadan bir subayın elini omzuna vurmasıyla yerine oturdu. ‘Yüksek Adalet Divanı’ olarak anılan mahkeme heyeti de yerini aldı.
Salim Başol mahkeme başkanı olarak duruşmayı açtı. “Ülke elden gidiyor!” sloganıyla darbe yapanların ilk davası, ‘Köpek Davası’ydı. Onu ‘Bebek Davası’ izledi.
6 aylık bebeğe de bilet
Kasımda yakınlarına ilk defa ziyaret izni verildi. Mustafa Sıtkı Sancar hemen Dolmabahçe’deki Yassıada irtibat bürosuna başvurdu.
Bu büroda 28 Şubat’ın genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı da görev yapıyordu. Sancar, iki aya yakın bir sürede kendisinden istenen tüm belgeleri büroya teslim etti. 45 kişilik ilk kafileye girmeyi başardı.
14 Ocak 1961’de sabah erken saatlerde Dolmabahçe’deydi. İrtibat bürosu önünde toplandılar. Herkeste bir gerginlik vardı. Önce bilet gişesi önünde sıraya dizildiler.
Milli Birlik Komitesi, Yassıada’ya yapılacak vapur seferlerinde İstanbul-Yalova tarifesinin uygulanacağını açıklamıştı.
Sıra Mustafa Sıtkı Sancar’a geldiğinde üniversite kimliğiyle birlikte 6 lirayı gişenin camından ilgiliye uzattı. Ancak içerideki görevli deniz subayı “Bugün vapur sadece sizin için adaya gideceğinden 24’er lira ödeyeceksiniz.” dedi.
Sancar, cebindeki bütün parayı bilet için verip güvenlik kontrolü için kuyruğa geçti.
Sancar’dan sonra bilet alma sırası, kucağında 6 aylık bebek taşıyan bir hanımefendiye gelmişti. Deniz subayı onun da parasını geri çevirip “Siz iki kişilik bilet alacaksınız. Bebek de bilete tabidir.” dedi.
Hanımefendi boynunu büktü: “Çocuğum henüz 6 aylık. Babasını ilk defa görecek. Üzerimde de o kadar para yok.” Denizci subay bu sözleri umursamadı. Hanımefendi yıkılmış bir şekilde kuyruktan çıktı. Bu hazin tabloyu seyreden arkadaki bir sanık yakını hanımefendiyi kibarca ve ısrarla ikna edip biletlerini aldı.
Adaya varınca teneke barakalara alındılar. Masaların üzerine ziyaretçisi gelecek sanıkların adları yazılmıştı. 5 dakika sonra DP’liler içeri alındı. Baraka bir anda bayram yerine döndü. Gözyaşları sel oldu.
Subaylar hemen müdahale edip hepsini yerlerine oturttu. Heyecandan titriyorlardı, oturdukları yerde de birbirlerine sarıldılar. Her masada birer subay, dinleyici ve gözlemci olarak görevlendirilmişti. Hamdi Sancar da görüşme boyunca birkaç defa, âdeta ezberletilmiş gibi,
“Biz burada iyiyiz. Bize çok iyi bakıyorlar. Mahkemede adaletin tam tecelli edeceğine güveniyoruz. Bizi merak etmeyin.” demişti. Buna ne söyleyenin ne de dinleyenin inanması imkânsızdı.
Önce yardımını istedi, sonra idamını
Bayar ve Menderes’in asılacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Üçüncü sırada ise Ahmet Hamdi Sancar vardı. Çünkü darbeyi gerçekleştiren cuntacılar, DP hükümetinin anayasayı defalarca çiğnediğini, son olarak da Tahkikat Komisyonu’nu kurmakla anayasayı tümden ihlal ettiğini öne sürüyordu.
Komisyon Başkanı Sancar’ın şansı yok görünüyordu. Başsavcı Altay Ömer Egesel’in iddianamesinde Sancar’la ilgili suçlama şöyleydi: “Ahmet Hamdi Sancar’ı lise ve üniversite yıllarından beri tanırım.
O kötü ruhlu ve gaddar bir insandı. 1954’te Meclis’e girdiğini öğrendiğimde Türk yargı sistemi adına büyük mutluluk duymuştum.
Türk adliyesi artık Sancar gibi gaddar ve başarısız bir hukukçudan kurtulmuştu. Vatanperver ordumuz idareye el koymasaydı TBMM üstü yetkilerle donatılmış olan Tahkikat Komisyonu reisi olarak ülkemizi uçuruma atmaktan başka bir şey yapmazdı.
Anayasayı ihlal suçundan ötürü 146-1 maddesi gereği idam edilmesi…” Oysa Egesel, Sancar’ı yakından tanıyordu. Bursa Erkek Lisesi’nden beri arkadaşlıkları vardı. “Darbeden önce Yargıtay üyesi olabilmek için defalarca evi aramış ancak babamı bulamamıştı.” diyor Şule Sancar Bamyacı.
11 Mayıs 1961’de Sancar’ın savunma sırası gelmişti. Bu mesnetsiz iddialara cevabı bizzat vermek istiyordu. Ancak mahkemede hukuk dışı uygulamalardan biri daha yaşanacaktı.
Gönüllü avukatları Sırrı Köprülü ve Şinasi Beken, o günü daha sonra aileye şöyle anlatıyordu:
“Sabah duruşmaya getirildiğinde görüntüsü ve yüz ifadesi çok iyiydi. Vardığımız mutabakata göre önce bizzat savunmasını yapacak, bizler daha sonra farklı açılardan detaylı savunma yapacaktık.
Çok etkileyici ve içerikli konuşuyordu. Bir ara fark ettik ki salonda çıt çıkmıyordu. Mahkeme üyeleri ve aleyhteki basın mensupları bile hipnozite olmuş dinliyorlardı.
Bir ara önündeki bardaktaki suyun bitmiş olduğu gerekçesiyle Divan Başkanı’ndan su rica etti. O da divanın hemen yanında devamlı oturup duruşmaları izleyen Yassıada Komutanı Yarbay Tarık Güryay’a talimat vererek gereğini yaptırdı ki daha önceki duruşmalarda tanık olmadığımız tablo idi.
Öğle paydosu için ara verildiğinde Sancar’ın sözlü savunması daha bitmemişti ve öğleden sonra devam edeceği söylenerek duruşması kapatıldı.
Avukatları olmamıza rağmen müvekkilimizle görüşebilme şansımız yoktu. Öğleden sonraki duruşmada tam tersi ve kahredici bir tabloya tanık olduk.
Salona getirilen Sancar’ın yüz ifadesi allak bullak olmuştu, yürümeye mecali yoktu. Savunmasına devam etmesi için mikrofona zorla ulaştı ve titreyen bir ses tonuyla ‘Savunmamın geri kalan kısmını yazılı olarak takdim edeceğim.
Ancak son söz olarak iddia makamının iddianame metninde şahsım için yaptığı tesbit ve önerilerini tümüyle reddediyorum.’ diyebildi.”
27 Mayıs 1960’ta 19 yaşında olan Şule Sancar Bamyalı, babasının o gün öğle paydosunda neler yaşadığını, ne tür işkencelere maruz kaldığını hiç anlatmadığını söylüyor.
Ancak Yassıada’dan Kayseri’ye nakledildiğinde ilk kez ziyaret ettiği babasını tanıyamadığını ise şöyle anlatıyor:
“Babama müebbet hapis verildi. Kayseri’ye geldi. Hücreye atmışlar. Ziyarete gittik. Babamın bir rahatsızlığı olmuş, hastaneye kaldırmışlar. Göreceğiz diye koştuk hastaneye.
Karşıdan biri bize el sallıyor. Ben bakıyorum ve içimden bu adamcağız birine el sallıyor ama gören yok diye üzülüyorum. O el sallayan benim babammış meğer.”
-Değişmiş mi? Neden tanıyamadınız?
Ne değişme! 27 Mayıs 1960’tan Eylül 1961’e kadar Yassıada’da kaldılar. 46 yaşında falan o sıralar. Bir buçuk sene sonra babamı hastanede gördüğümde karşımda 70-80 yaşında bir adam var gibiydi. Yani bir insanı ancak ameliyatla böyle değiştirebilirsiniz. Yüz, göz, saçlar gitmiş, bitmişti. Çok işkence görmüş.
-Ne tür işkenceler yapılmış?
Zindanlarda oturtuyorlar, tepeden tın tın su veriyorlar. Hanım vekillerin, çok affedersiniz, tuvalette kapılarını kapattırmıyorlarmış. Çoğu tanıdığım insanlardı. Sigara söndürmeler, başbakanı tokatlamalar. Düşman yapmaz bunları…
-Onu etkileyen başka bir olay var mıydı?
6 liralık bir servet çıkardılar. Babam onu kabullenemedi. Nereden çıkardılar, ne yapmışız diye… Ben evli olmasaydım sokakta kalmıştım. Bir lira parası yoktu. Bir de yolsuzluk çıkarıyorlar! İnsan bunu nasıl kabul eder? Korkunç günler geçirdik? ‘Davul çalacağız, teneke çalacağız kapınızda’ diyorlardı.
“Allah hepinizi kahretsin!”
Sözlü ve yazılı savunmaların hiçbir işe yaramadığı, 15 Eylül 1961’de acı bir şekilde anlaşıldı. Yüksek Adalet Divanı, dördü oy birliği, on biri oy çokluğu ile olmak üzere 15 sanık hakkında idam kararı verdi. Sancar da 15 kişiden biriydi.
Üçü dışında idamların müebbede çevrildiği gün Bursa ve Denizli’de olağanüstü ve geçmeyen dakikalar yaşanmıştı. Kararların açıklandığı gün ve gecesini Bursa’daki tüm aile bireyleri baba Hafız Ali Sancar’ın öncülüğünde Allah’a dua ve yakarışlarla geçirdi.
Aynı saatlerde Denizli’de de heyecan vardı. Anne Sancar ve kızı Şule evlerinin kapı ve pencerelerini kapatmış, âdeta sabah ışıklarını görmek istemiyordu. Gece yarısı telefon çaldı. Kimse ahizeye gitmek istemiyordu. O anda Şule fırladı ve telefonu eline aldı.
-İdam kararlarının verildiği gece neler yaşadınız?
02.30’da telefonumuz çalmaya başladı. Kimse telefona gitmiyor. Ağlayanlar, sızlayanlar, o anı anlatamam.
Şimdi bile tüylerim diken diken oluyor. Ben telefona gittim. Ne diyecekler? “Babanızı astık, gözünüz aydın!” diyecekler. Telefondaki ses: “Hamdi, müebbet hapse döndü.” “Allah kahretsin sizi!” dedim. “Asıldıktan sonra bir de alay mı ediyorsunuz?” diye bağırdım.
Biz böyle telefonları çok aldık. “İşte siz göreceksiniz, sizi şöyle yapacağız!” Ben yine böyle bir telefon sanıyorum, o sinirle ağzıma geleni söylüyorum. Bir yandan da telefondaki kişi “Şule, kızım!” diyor. Dayımmış.
“Şule bir kere de beni dinle.” diyor. Durdum. “Şule, ben Şadan.” dedi. “Ne oldu dayı? Astılar değil mi?” dedim. “Hayır, hayır, müebbet hapse döndü. Maalesef üç kişi asılacak, bizimkiler kurtuldu.” dedi. Millet bayıldı. Haberi de bu şekilde aldık.”
Peki, Ahmet Hamdi Sancar ve arkadaşları idamdan nasıl kurtulmuştu?
İnfaz öncesi son isteği, torununun fotoğrafıyla birlikte kalmaktı. Onu
bile elinden almışlardı. İdam kararı verildikten sonra infazların
gerçekleştirilmesi için yakındaki İmralı Adası’na götürüldüler.
İdamlık ilk beşin (Bayar, Menderes, Zorlu, Polatkan ve Sancar) dördü, ilk hücumbotta ölüm seyahatine çıktılar. Menderes hasta olduğu gerekçesiyle ne duruşmaya getirilmiş ne de İmralı’ya götürülmüştü. Biriktirdiği ilaçları içerek intihar ettiği ileri sürülmüştü.
Dört Demokrat’ın elleri arkadan kelepçelenmişti. Bütün evrensel hukuk kuralları askıya alınmıştı ama nedense devlet protokolü burada geçerliydi. İlk hücumbotun ilk yolcusu Celal Bayar oldu.
Sonra sırasıyla Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve Ahmet Hamdi Sancar bindiler. Sancar, yolculuk sırasında yaşananları şöyle anlatıyordu: “İmralı’ya indirildik ve ellerimiz arkadan bağlı olarak ayrı ayrı hücrelere konulduk.
Ölümden korkmuyordum ancak eşim, çocuklarım, yaşlı babam ve annem ile yakınlarıma dağlar gibi ızdırap bırakarak bu fâni dünyadan göçmek beni kahrediyordu.
Bu karmaşık atmosferden, birkaç hücre ileride olduğunu zannettiğim Agah Erozan’ın (Bursa Milletvekili ve TBMM Başkan Yardımcısı) yüksek sesle okuduğu Kuran-ı Kerim ile uzaklaşıyor ve rahatlıyordum.
Sabaha karşı nöbetçi askerlerden birinin gelip ellerimi çözmesi,
‘Kurtuldun, cezan müebbede döndü’ demesi bile sevindirmedi ilk etapta,
keza ölüme çok hazırlamıştım kendimi.”
Sancar’ın unutamadığı ve gözyaşları içinde anlattığı bir hadise de torununun fotoğrafının üzerinden alınmasıydı. Kızı, elinde fotoğrafla o anı yeniden yaşıyor gibiydi:
“İdam kararları verilmiş. İdamlıklar hücumbotlara bindirilerek İmralı’ya gelirlerken, üzerlerindeki kemer gibi her şeylerini istiyorlar, oğlumun bir resmini göndermiştik, bir tek o fotoğraf yanında kalsın istiyor, ‘Son gecemi onunla geçireyim’ diyor. Onu bile alıyorlar. Resim, kesici bir alet değil. Hücreye götürüyorlar. Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ı sırayla götürüp idam ediyorlar. Sonra babamın kapısı açılıyor. Teğmen diyor ki ‘Müebbet hapse döndünüz.’ Babam cevap bile vermiyor. Bir salona toplanıyorlar, eşyaları geri veriliyor. Çocuğumun resmi de geliyor. Bayar, ‘Hamdi, nedir bu elindeki resim?’ diyor. ‘Torunumun resmi.’ diyor. Hepsi toplanıyorlar ve o resmin üzerine imza atıyorlar.”
Sonra Demokratlar Kayseri’ye nakledildi. İdamlıklar burada hücreye
kondu. Üç yıl sonra çıkarılan bir af yasasıyla salıverildiler. Tedbirler
Kanunu ile Yassıada’nın üzerine bir şal örtüldü. 27 Mayıs bayram ilan
edildi. DP’liler suskun kaldı. Yassıada’yı 27 Mayısçılardan öğrendi
toplum. Hâlâ 27 Mayıs’ı savunan asker ve sivil kişiler, Tahkikat
Komisyonlarını darbeye gerekçe göstermeye devam ediyorlar.
Peki, komisyon nasıl çalışmıştı? İfadelerine başvuranlara nasıl muamele yapıldı? Diktatörce davranıldı mı? Ahmet Hamdi Sancar’ın tuttuğu notlar arasında buna ilişkin ipuçları da vardı. Şule Sancar, bu konuda ilk defa sessizliğini bozuyor.
-Tahkikat Komisyonları darbeyi önlemek amacı ile mi kuruluyor?
Evet ama başaramıyorlar. Böyle de bilinmiyor.
-Çağrılanlar arasında gazeteci Kurtul Altuğ gibi isimler var. Altuğ bu olayı ‘Diktatörlüğe gidiyorlardı, beni tutukladılar’ diye anlatıyor.
Şimdi de var komisyonlar, önce de vardı. Bu tamamen İsmet Paşa’nın ve basının uydurmasıyla yapılan propaganda.
-Komisyonun amacı ne?
27 Mayıs öncesi halkı yalan yanlış haberlerle yanıltıyorlardı. Fısıltı gazetesi vardı. 27 Mayıs’tan hemen sonra da bu gazete faaliyetteydi. Manşetlerine göre, kaldırımların altı talebelerin cesetleriyle doluydu. Nerede talebeler? Tahkikat Komisyonu bu haberlerin kaynağını araştırıyordu.
“Bırakın İnönü’yü, bir CHP’li bile sorgulanmadı”
27 Mayısçılar darbeyi haklı gösterebilmek için Tahkikat Komisyonu’nu peşinen suçlu ilan ettiler. Ahmet Hamdi Sancar ve diğer üyelerin seslerini kıstılar. İddiaya göre, Tahkikat Komisyonu’nun amacı CHP’yi kapatmaktı. İnönü bir suçlu gibi takip ettirilmişti.
Komisyon, kendisini mahkeme ve icra organı yerine koyuyordu. Ahmet Hamdi Sancar bu iddialara tek tek cevap verdi. Komisyonunun hangi ihtiyaca binaen kurulduğunu açıkladı. İşte yıllar sonra Tahkikat Komisyonu ile ilgili gerçekler:
“CHP liderinin nümayiş hareketlerine sebep ve merkez teşkil etmiş olması, vatandaşı Meclis kararına karşı itaatsizliğe teşvik edeceğini söylemesi, meydanlarda ve Meclis kürsüsünde cereyan etmiş birer maddi vakıadır.
Suçlu olarak takip her şeyden evvel alakalının bu sıfatla sorguya çekilmesi ile başlar ve ancak bu yolla tekevvün eder. Encümenin ise CHP liderini şöyle dursun, bir mebusunu, hatta bir mensubunu dahi suçlu sıfatı ile sorguya çekmemiş olduğu malum bulunduğuna göre böyle bir isnat ve ithama maruz bırakılmamız haksız ve insafsızdır.”
“Encümenimiz neyi düşünmüş ve neleri kararlaştırmak istemiş ise onu tebliğleri ile kararları ile açıklamış bulunmaktadır. Şahıslarımıza ait kitap, vesika, evrak da dahil olmak üzere bütün arşivimiz olduğu gibi ele geçmiştir.
Bütün bunların en hurda teferruatına kadar tetkikinden de anlaşılacaktır ki CHP’nin kapatılmasını hedef tutmak şöyle dursun, böyle bir mevzudan bahis açılmış olduğuna dalalet edecek edna bir delil yoktur.
Çünkü böyle bir şey düşünülmemiştir. Bütün encümen mensupları 27 Mayıs sabahı evlerinden alınmış olup hiçbirisinin çalışma yerine gitmesi mümkün olmadığına göre herhangi bir delilin yok edilmesi ihtimalinden bahis olunamaz.”
“Bazı CHP merkezlerinin aranması ve mühürlenmesi isnadı yalandır. Böyle bir kararı vermek şöyle dursun, tahayyül ve tasavvur dahi etmedik. Diğer taraftan encümenimizin aramaya karar vermek selahiyeti mevcuttur.
Netekim encümenimiz bu selahiyetini Akis dergisi idarehanesinde bir arama yapılması için kullanmış ve usulü dairesinde infaz olunmuştur.
Bu itibarla bir arama kararının verilmiş olduğu iddiasından tehaşi ederek kaçınmaklığımızı gerektirecek hukuki ve makul bir sebep yoktur. Binnetice encümenimizin CHP’yi kapatmağa müteveccih ve hem de peşin bir hükme sahip olduğu iddiası mesnetsizdir.”
“Bazı telefon muhaberelerinin gizlice dinlenerek zapt olunduğu isnadı tamamen yersiz ve haksızdır. Hakikat-ı hal şudur.
Encümen çalışmaya başladıktan bir müddet sonra Milli Emniyet’e mensup olduğunu söyleyen bir memur bu muhabere evrakını getirerek imza mukabilinde teslim etmiştir.
Encümen olarak bizim ne Milli Emniyet’e ve ne de herhangi bir başka makam veya şahsa böyle bir talep ve teklifimiz olmamıştır…”
Bu sözler, 27 Mayıs’ta idama mahkûm edilen Demokrat Parti (DP) Denizli Milletvekili ve Tahkikat Komisyonları Başkanı Ahmet Hamdi Sancar’ın kızına ait.
DP’lilerin önergesiyle “Ana muhalefet partisi CHP ile bir kısım basının yeraltı faaliyetlerini araştırmak üzere” Meclis’te bir Tahkikat Komisyonu kuruldu. Başkanlığa Denizli milletvekili, hukukçu Ahmet Hamdi Sancar seçildi.
Basınla ilgili alt komisyonun başına da Bahadır Dülger getirildi. Komisyonlar büyük tartışmalara sebep oldu. CHP ve cuntacıların bugün bile dile getirdikleri iddialara göre; Menderes, komisyonları kurdurmakla anayasayı çiğnemişti.
CHP’yi kapatmak, basını susturmak istiyordu. İnönü de kürsüye çıktı ve “Bu yolda devam ederseniz ben dahi sizi kurtaramam. Biliniz ki Türk milleti Kore milletinden daha aşağı bir millet değildir. Şartlar tamam olunca ihtilal vacip olur.” dedi.
A. Hamdi Sancar, idamlıklarla İmralı’da, tek kişilik hücrede.
Darbeden önceki nisan, en hareketli ay olarak tarihe geçti. 27 Nisan’da Tahkikat Komisyonlarına yetki veren yasa (7468 sayılı) kabul edildi. 28 Nisan’da İstanbul’da, 29 Nisan’da Ankara’da öğrenciler sokağa döküldü. Sıkıyönetime rağmen darbeye kadar da olaylar tırmandırıldı.
Peki, Tahkikat Komisyonları nasıl çalıştı? Muhalefeti ve basını susturmak için onlarca gazeteciyi tutuklatıp CHP’liler hakkında soruşturma açtırdı mı? Kamuoyuna açıklanmayan raporlarında neler vardı? DP’nin Denizli Milletvekili Ahmet Hamdi Sancar’ın hüzünlü hikâyesinde bu soruların cevapları bulunuyordu.
Sancar’ın, ilk kez okuyacağınız el yazısı notları ve savunmasına göre;
“Encümen, anayasa ve kanunlara göre kurulmuş, yargı ve yürütme gibi yetkileri üzerinde toplamamıştı. Milli Emniyet gibi hiçbir kişi ve kuruma dinleme emri verilmemişti. Bir tek CHP’li vekil sorgu için çağrılmamıştı.”
Basın Alt Komisyonu Başkanı Bahadır Dülger de 1950-60 arası tutuklu gazeteci sayısını 26 olarak veriyor ve bunlardan 12’sini CHP’nin mahkûm ettirdiğini açıklıyordu.
İşte yeni belgeler, tanıklar, fotoğraflar ve Ahmet Hamdi Sancar’ın yaşadıkları ışığında Tahkikat Komisyonları gerçeği…
İnönü’den darağaçlı tehdit!
Denizli şehir merkezinde bir apartmanın 5. katına çıkıyoruz. Kapıda güler yüzlü bir hanımefendi karşılıyor bizi. İçeride duvarları süsleyen tarihî fotoğrafların önünde sohbet başlıyor.
27 Mayıs öncesinde kurulan Tahkikat Komisyonlarının Başkanı, eski Denizli Milletvekili Ahmet Hamdi Sancar’ın kızı Şule Sancar var karşımızda.
DP’li 15 vekilden oluşan komisyon üyelerinin çoğu hukukçuydu. Sancar; müfettişlik, hâkimlik ve cumhuriyet başsavcılığı görevlerinde bulunduktan sonra 1954 seçimlerinde milletvekili seçilmişti. CHP’den teklif almış, ancak o DP’yi tercih etmişti.
1960’ta Ankara’da siyasi gerilim iyice yükseliyordu. Başta CHP ve medyanın bir bölümünün hedefi hâline gelmişti DP. Askerler ve bazı akademisyenler arasında da rahatsızlık hissediliyordu.
Sokak gösterileri, üniversite öğrenci hareketleri giderek yoğunlaşmıştı. İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edilmesine rağmen olaylar durulmayınca Menderes hükümeti milletvekillerinden oluşan bir komisyonla olayları incelemeye karar verdi.
Tarihe ‘Tahkikat Komisyonları’ olarak geçen komisyonun başkanı Ahmet Hamdi Sancar’a hem babasından hem de İsmet İnönü’den iki uyarı geldi.
Hafız Ali Sancar, oğluna mektup yazarak komisyon başkanlığından ayrılmasını önerdi. “Türkiye’de temiz ve tarafsız siyaset yapmanın sonu hüsrandır, darağacıdır.” diye bitiyordu mektup.
İkinci ve tehdit gibi uyarı İnönü’dendi. Darbeden 12 gün önce, 15 Mayıs 1960’ta Sancar’ın Ankara Hukuk Fakültesi’nde hocalığını yapmış CHP Milletvekili Prof. Dr. Hamdullah Suphi Tanrıöver ziyaretine geldi.
İnönü’den mesaj getirmişti:
“Hamdi Bey oğlum, talebeliğinden beri seni tanır ve başarılarına tanıklık ederim. Komisyon başkanı olarak seçilince İsmet Paşa seni bana sordu.
Hiçbir endişe duymamasını, keza senin çok başarılı bir hukukçu ve dengeli bir siyasetçi olduğunu etraflıca anlattım. Ancak tam tatmin olmamış olmalı ki ‘Git yüz yüze görüş ve endişemi anlat’ dediği için geldim.”
Hamdi Sancar, hakkındaki sözler için teşekkür etti ve “Hiç endişe duymasın. Kimseye zarar gelmeden huzur sağlanacaktır. Bayar ve Menderes de benimle aynı görüştedir.” dedi.
Üç gün sonra Tanrıöver, Sancar’ın yanına tekrar geldi. Tanrıöver’in ziyareti üç kez tekrarlandı. Üçüncüde İsmet Paşa’nın tehdit mesajlarını getiriyordu.
Bir yanlışlık olursa Ulus’tan Çankaya’ya kadar darağaçlarının dikilebileceğini ima ediyordu. Sancar çok üzüldü ve artık dayanamadı: “Hocam, ben söylediklerimin arkasındayım.
Ancak görüyorum ki sizi ve paşayı tatmin edemedim. İsmet Paşa’ya olan saygım giderek sarsılmaya başlıyor. Lütfen kendilerine söyleyin: Benim boyum 1.90’dır.
Darağacını ona göre ayarlarsa isabetli olur!” Sancar, bu arada fırsatını bulup Bursa’daki hafız babasını ziyaret edip duasını almıştı. Fakat başkentte işler iyi gitmiyordu.
TBMM Tahkikat Komisyonu’na çıkarılan yetki yasası, hükümet karşıtı kişi ve kurumları iyice tahrik etmişti. Gerilim büsbütün tırmandırıldı.
Sancar’ın iki yardımcısı vardı. Siyasi partilerin faaliyetlerini incelemekle görevli bölümden sorumlu Sakarya Milletvekili Nusret Kirişçioğlu ve basın kuruluşlarının faaliyetlerini incelemekle görevli bölümden sorumlu Gaziantep Milletvekili Bahadır Dülger...
Tahkikat Komisyonu Raportörü Nusret Kirişçioğlu
Amaç, ‘huzur ve güven ortamını yeniden hayata geçirmek’ olarak açıklanmıştı. Birkaçı dışındaki DP milletvekilleri, Celal Bayar ve Adnan Menderes de aynı düşüncedeydi.
Komisyon, Ankara ve İstanbul’da çalışıp bir ön rapor hazırladı. Menderes, Eskişehir’de erken seçim kararıyla birlikte komisyonun da görevini bitirdiğini açıkladı.
Ancak Türkiye, 27 Mayıs 1960 sabahı Albay Alparslan Türkeş’in “Kardeş kavgasına son vermek, ülkede huzuru sağlamak için Türk Silahlı Kuvvetleri idareye el koymuştur.” anonsuyla uyandı.
Sancar’ın da aralarında olduğu DP’li vekiller Harp Okulu’nda gözaltına alındı. Sancar, komisyon çalışmaları sırasında ülkenin nereye götürüldüğünü görmüş, 24 Mayıs’ta ailesini apar topar Denizli’ye göndermişti.
Demokrasi rafa kaldırılmış, iktidardaki DP’nin başına bir balyoz inmişti. Yassıada’da çadır tiyatrosu kurulmuştu.
Ahmet Hamdi Sancar’ın eşi Hüsnüye Sancar ve çocukları, Denizli’de büyük enişteleri Dr. Rahmi Bamyacı’nın himayesine girmişti. Yüksek paralar ödeyip avukatlar tutmaya güçleri yoktu. Buna rağmen 6 lira yolsuzlukla suçlanmalarını anlatırken kızı Şule Sancar Bamyacı gözyaşlarını zor tutuyordu.
Darbeden iki gün sonra Hamdi Sancar’dan ancak haber alabildiler. Kendi el yazısıyla yazılmış kısa mektup ulaştı aileye: “Bizleri emin bir vaziyette bulundurmak maksadıyle Harp Okulu’na getirdiler.
Sıhhatimiz rahat ve huzurumuz yerindedir. Beni merak etmeyin.” Sancar iyi bir hukukçuydu. Mesleki hayatı başarı ve ödüllerle doluydu ancak aile yine de bir avukat arıyordu.
Tam bu sırada oğlunun hayatından endişe duyan Hafız Ali Sancar’a iki kişi avukatlığını üstlenmek istediklerini bildirdiler.
Hiçbir ücret talep etmeksizin bu görevi onurla yerine getireceklerini beyan eden avukatlar CHP’liydi: Sırrı Köprülü ve Şinasi Beken. İkisi de Sancar’ın Bursa Erkek Lisesi’nden yakın arkadaşıydı.
Hamdi Sancar’ın eşi Hüsniye Hanım, oğlu Ali ile birlikte, damatları Dr. Rahmi Bamyacı’nın (kızı Şule’nin eşi) yanında Denizli’de yaşıyordu.
Bamyacı, yıllarca rencide etmeden aileye kol kanat gerdi. Şule Bamyacı, “Eğer evli olmasaydım herhâlde sokakta kalmıştık.” diyor.
Yassıada’da savunma arası işkence!
Ahmet Hamdi Sancar, tam 18 ay ailesini göremedi. Kızı, babasının ziyareti istemediğini söylüyor. Duruşmalar başladığında DP’lilere yapılan işkenceler ortaya çıkacaktı.
Hukukun askıya alınması ve işkenceler hiçbir yayın organının gündemine gelmedi. Aksine ‘Yassıada Saati’ gibi programları gazeteciler hazırladı. Darbenin sivil ayakları, Yassıada’yı sonuna kadar destekledi, meşrulaştırmaya çalıştı.
Yassıada duruşmaları 14 Ekim 1960’ta başladı. Sancar ailesinden sadece Mustafa Sıtkı sanık yakını olarak duruşmaları izlemek için müracaat etti. Engelleri aşarak 40 kişilik kontenjana girebildi.
Oysa duruşmaların yapılacağı spor salonunun kapasitesi bin kişilikti. Salonun en geniş bölümleri üniversite mensuplarına, asker yakınlarına, darbe yanlısı basın mensuplarına ayrılmıştı.
Mahkeme saati yaklaştıkça merak ve heyecan doruğa ulaşmıştı. Ve sanıklar kapıdan tek sıra hâlinde öndeki subayı takip ederek içeriye girmeye başladı. İlk sırada Celal Bayar vardı.
Onu Adnan Menderes takip ediyordu. Çökmüş, hırpalanmıştı. İşkenceler bir başbakanı tanınmaz hâle getirmişti. Sırada Hamdi Sancar vardı.
İçeri girer girmez Mustafa Sıtkı Sancar kendini daha fazla tutamadı ve her şeyi göze alarak ayağa fırladı, sessiz bir şekilde elini salladı.
Amacına ulaşmıştı. Hamdi Sancar kardeşini gördü. Arkadan bir subayın elini omzuna vurmasıyla yerine oturdu. ‘Yüksek Adalet Divanı’ olarak anılan mahkeme heyeti de yerini aldı.
Salim Başol mahkeme başkanı olarak duruşmayı açtı. “Ülke elden gidiyor!” sloganıyla darbe yapanların ilk davası, ‘Köpek Davası’ydı. Onu ‘Bebek Davası’ izledi.
6 aylık bebeğe de bilet
Kasımda yakınlarına ilk defa ziyaret izni verildi. Mustafa Sıtkı Sancar hemen Dolmabahçe’deki Yassıada irtibat bürosuna başvurdu.
Bu büroda 28 Şubat’ın genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı da görev yapıyordu. Sancar, iki aya yakın bir sürede kendisinden istenen tüm belgeleri büroya teslim etti. 45 kişilik ilk kafileye girmeyi başardı.
14 Ocak 1961’de sabah erken saatlerde Dolmabahçe’deydi. İrtibat bürosu önünde toplandılar. Herkeste bir gerginlik vardı. Önce bilet gişesi önünde sıraya dizildiler.
Milli Birlik Komitesi, Yassıada’ya yapılacak vapur seferlerinde İstanbul-Yalova tarifesinin uygulanacağını açıklamıştı.
Sıra Mustafa Sıtkı Sancar’a geldiğinde üniversite kimliğiyle birlikte 6 lirayı gişenin camından ilgiliye uzattı. Ancak içerideki görevli deniz subayı “Bugün vapur sadece sizin için adaya gideceğinden 24’er lira ödeyeceksiniz.” dedi.
Sancar, cebindeki bütün parayı bilet için verip güvenlik kontrolü için kuyruğa geçti.
Sancar’dan sonra bilet alma sırası, kucağında 6 aylık bebek taşıyan bir hanımefendiye gelmişti. Deniz subayı onun da parasını geri çevirip “Siz iki kişilik bilet alacaksınız. Bebek de bilete tabidir.” dedi.
Hanımefendi boynunu büktü: “Çocuğum henüz 6 aylık. Babasını ilk defa görecek. Üzerimde de o kadar para yok.” Denizci subay bu sözleri umursamadı. Hanımefendi yıkılmış bir şekilde kuyruktan çıktı. Bu hazin tabloyu seyreden arkadaki bir sanık yakını hanımefendiyi kibarca ve ısrarla ikna edip biletlerini aldı.
Adaya varınca teneke barakalara alındılar. Masaların üzerine ziyaretçisi gelecek sanıkların adları yazılmıştı. 5 dakika sonra DP’liler içeri alındı. Baraka bir anda bayram yerine döndü. Gözyaşları sel oldu.
Subaylar hemen müdahale edip hepsini yerlerine oturttu. Heyecandan titriyorlardı, oturdukları yerde de birbirlerine sarıldılar. Her masada birer subay, dinleyici ve gözlemci olarak görevlendirilmişti. Hamdi Sancar da görüşme boyunca birkaç defa, âdeta ezberletilmiş gibi,
“Biz burada iyiyiz. Bize çok iyi bakıyorlar. Mahkemede adaletin tam tecelli edeceğine güveniyoruz. Bizi merak etmeyin.” demişti. Buna ne söyleyenin ne de dinleyenin inanması imkânsızdı.
Önce yardımını istedi, sonra idamını
Bayar ve Menderes’in asılacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Üçüncü sırada ise Ahmet Hamdi Sancar vardı. Çünkü darbeyi gerçekleştiren cuntacılar, DP hükümetinin anayasayı defalarca çiğnediğini, son olarak da Tahkikat Komisyonu’nu kurmakla anayasayı tümden ihlal ettiğini öne sürüyordu.
Komisyon Başkanı Sancar’ın şansı yok görünüyordu. Başsavcı Altay Ömer Egesel’in iddianamesinde Sancar’la ilgili suçlama şöyleydi: “Ahmet Hamdi Sancar’ı lise ve üniversite yıllarından beri tanırım.
O kötü ruhlu ve gaddar bir insandı. 1954’te Meclis’e girdiğini öğrendiğimde Türk yargı sistemi adına büyük mutluluk duymuştum.
Türk adliyesi artık Sancar gibi gaddar ve başarısız bir hukukçudan kurtulmuştu. Vatanperver ordumuz idareye el koymasaydı TBMM üstü yetkilerle donatılmış olan Tahkikat Komisyonu reisi olarak ülkemizi uçuruma atmaktan başka bir şey yapmazdı.
Anayasayı ihlal suçundan ötürü 146-1 maddesi gereği idam edilmesi…” Oysa Egesel, Sancar’ı yakından tanıyordu. Bursa Erkek Lisesi’nden beri arkadaşlıkları vardı. “Darbeden önce Yargıtay üyesi olabilmek için defalarca evi aramış ancak babamı bulamamıştı.” diyor Şule Sancar Bamyacı.
11 Mayıs 1961’de Sancar’ın savunma sırası gelmişti. Bu mesnetsiz iddialara cevabı bizzat vermek istiyordu. Ancak mahkemede hukuk dışı uygulamalardan biri daha yaşanacaktı.
Gönüllü avukatları Sırrı Köprülü ve Şinasi Beken, o günü daha sonra aileye şöyle anlatıyordu:
“Sabah duruşmaya getirildiğinde görüntüsü ve yüz ifadesi çok iyiydi. Vardığımız mutabakata göre önce bizzat savunmasını yapacak, bizler daha sonra farklı açılardan detaylı savunma yapacaktık.
Çok etkileyici ve içerikli konuşuyordu. Bir ara fark ettik ki salonda çıt çıkmıyordu. Mahkeme üyeleri ve aleyhteki basın mensupları bile hipnozite olmuş dinliyorlardı.
Bir ara önündeki bardaktaki suyun bitmiş olduğu gerekçesiyle Divan Başkanı’ndan su rica etti. O da divanın hemen yanında devamlı oturup duruşmaları izleyen Yassıada Komutanı Yarbay Tarık Güryay’a talimat vererek gereğini yaptırdı ki daha önceki duruşmalarda tanık olmadığımız tablo idi.
Öğle paydosu için ara verildiğinde Sancar’ın sözlü savunması daha bitmemişti ve öğleden sonra devam edeceği söylenerek duruşması kapatıldı.
Avukatları olmamıza rağmen müvekkilimizle görüşebilme şansımız yoktu. Öğleden sonraki duruşmada tam tersi ve kahredici bir tabloya tanık olduk.
Salona getirilen Sancar’ın yüz ifadesi allak bullak olmuştu, yürümeye mecali yoktu. Savunmasına devam etmesi için mikrofona zorla ulaştı ve titreyen bir ses tonuyla ‘Savunmamın geri kalan kısmını yazılı olarak takdim edeceğim.
Ancak son söz olarak iddia makamının iddianame metninde şahsım için yaptığı tesbit ve önerilerini tümüyle reddediyorum.’ diyebildi.”
27 Mayıs 1960’ta 19 yaşında olan Şule Sancar Bamyalı, babasının o gün öğle paydosunda neler yaşadığını, ne tür işkencelere maruz kaldığını hiç anlatmadığını söylüyor.
Ancak Yassıada’dan Kayseri’ye nakledildiğinde ilk kez ziyaret ettiği babasını tanıyamadığını ise şöyle anlatıyor:
“Babama müebbet hapis verildi. Kayseri’ye geldi. Hücreye atmışlar. Ziyarete gittik. Babamın bir rahatsızlığı olmuş, hastaneye kaldırmışlar. Göreceğiz diye koştuk hastaneye.
Karşıdan biri bize el sallıyor. Ben bakıyorum ve içimden bu adamcağız birine el sallıyor ama gören yok diye üzülüyorum. O el sallayan benim babammış meğer.”
-Değişmiş mi? Neden tanıyamadınız?
Ne değişme! 27 Mayıs 1960’tan Eylül 1961’e kadar Yassıada’da kaldılar. 46 yaşında falan o sıralar. Bir buçuk sene sonra babamı hastanede gördüğümde karşımda 70-80 yaşında bir adam var gibiydi. Yani bir insanı ancak ameliyatla böyle değiştirebilirsiniz. Yüz, göz, saçlar gitmiş, bitmişti. Çok işkence görmüş.
-Ne tür işkenceler yapılmış?
Zindanlarda oturtuyorlar, tepeden tın tın su veriyorlar. Hanım vekillerin, çok affedersiniz, tuvalette kapılarını kapattırmıyorlarmış. Çoğu tanıdığım insanlardı. Sigara söndürmeler, başbakanı tokatlamalar. Düşman yapmaz bunları…
-Onu etkileyen başka bir olay var mıydı?
6 liralık bir servet çıkardılar. Babam onu kabullenemedi. Nereden çıkardılar, ne yapmışız diye… Ben evli olmasaydım sokakta kalmıştım. Bir lira parası yoktu. Bir de yolsuzluk çıkarıyorlar! İnsan bunu nasıl kabul eder? Korkunç günler geçirdik? ‘Davul çalacağız, teneke çalacağız kapınızda’ diyorlardı.
“Allah hepinizi kahretsin!”
Sözlü ve yazılı savunmaların hiçbir işe yaramadığı, 15 Eylül 1961’de acı bir şekilde anlaşıldı. Yüksek Adalet Divanı, dördü oy birliği, on biri oy çokluğu ile olmak üzere 15 sanık hakkında idam kararı verdi. Sancar da 15 kişiden biriydi.
Üçü dışında idamların müebbede çevrildiği gün Bursa ve Denizli’de olağanüstü ve geçmeyen dakikalar yaşanmıştı. Kararların açıklandığı gün ve gecesini Bursa’daki tüm aile bireyleri baba Hafız Ali Sancar’ın öncülüğünde Allah’a dua ve yakarışlarla geçirdi.
Aynı saatlerde Denizli’de de heyecan vardı. Anne Sancar ve kızı Şule evlerinin kapı ve pencerelerini kapatmış, âdeta sabah ışıklarını görmek istemiyordu. Gece yarısı telefon çaldı. Kimse ahizeye gitmek istemiyordu. O anda Şule fırladı ve telefonu eline aldı.
-İdam kararlarının verildiği gece neler yaşadınız?
02.30’da telefonumuz çalmaya başladı. Kimse telefona gitmiyor. Ağlayanlar, sızlayanlar, o anı anlatamam.
Şimdi bile tüylerim diken diken oluyor. Ben telefona gittim. Ne diyecekler? “Babanızı astık, gözünüz aydın!” diyecekler. Telefondaki ses: “Hamdi, müebbet hapse döndü.” “Allah kahretsin sizi!” dedim. “Asıldıktan sonra bir de alay mı ediyorsunuz?” diye bağırdım.
Biz böyle telefonları çok aldık. “İşte siz göreceksiniz, sizi şöyle yapacağız!” Ben yine böyle bir telefon sanıyorum, o sinirle ağzıma geleni söylüyorum. Bir yandan da telefondaki kişi “Şule, kızım!” diyor. Dayımmış.
“Şule bir kere de beni dinle.” diyor. Durdum. “Şule, ben Şadan.” dedi. “Ne oldu dayı? Astılar değil mi?” dedim. “Hayır, hayır, müebbet hapse döndü. Maalesef üç kişi asılacak, bizimkiler kurtuldu.” dedi. Millet bayıldı. Haberi de bu şekilde aldık.”
İdamlıklar
İmralı’ya götürülürken üzerlerindeki her şeyi istiyorlar. Ahmet Hamdi
Sancar, “Torunumun fotoğrafı yanımda kalsın. Son gecemi onunla
geçireyim.” diyor. Onu bile alıyorlar.
İdamlık ilk beşin (Bayar, Menderes, Zorlu, Polatkan ve Sancar) dördü, ilk hücumbotta ölüm seyahatine çıktılar. Menderes hasta olduğu gerekçesiyle ne duruşmaya getirilmiş ne de İmralı’ya götürülmüştü. Biriktirdiği ilaçları içerek intihar ettiği ileri sürülmüştü.
Dört Demokrat’ın elleri arkadan kelepçelenmişti. Bütün evrensel hukuk kuralları askıya alınmıştı ama nedense devlet protokolü burada geçerliydi. İlk hücumbotun ilk yolcusu Celal Bayar oldu.
Sonra sırasıyla Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve Ahmet Hamdi Sancar bindiler. Sancar, yolculuk sırasında yaşananları şöyle anlatıyordu: “İmralı’ya indirildik ve ellerimiz arkadan bağlı olarak ayrı ayrı hücrelere konulduk.
Ölümden korkmuyordum ancak eşim, çocuklarım, yaşlı babam ve annem ile yakınlarıma dağlar gibi ızdırap bırakarak bu fâni dünyadan göçmek beni kahrediyordu.
Bu karmaşık atmosferden, birkaç hücre ileride olduğunu zannettiğim Agah Erozan’ın (Bursa Milletvekili ve TBMM Başkan Yardımcısı) yüksek sesle okuduğu Kuran-ı Kerim ile uzaklaşıyor ve rahatlıyordum.
Bursa Milletvekili ve TBMM Başkan Yardımcısı Agah Erozan
Sancar’ın unutamadığı ve gözyaşları içinde anlattığı bir hadise de torununun fotoğrafının üzerinden alınmasıydı. Kızı, elinde fotoğrafla o anı yeniden yaşıyor gibiydi:
“İdam kararları verilmiş. İdamlıklar hücumbotlara bindirilerek İmralı’ya gelirlerken, üzerlerindeki kemer gibi her şeylerini istiyorlar, oğlumun bir resmini göndermiştik, bir tek o fotoğraf yanında kalsın istiyor, ‘Son gecemi onunla geçireyim’ diyor. Onu bile alıyorlar. Resim, kesici bir alet değil. Hücreye götürüyorlar. Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ı sırayla götürüp idam ediyorlar. Sonra babamın kapısı açılıyor. Teğmen diyor ki ‘Müebbet hapse döndünüz.’ Babam cevap bile vermiyor. Bir salona toplanıyorlar, eşyaları geri veriliyor. Çocuğumun resmi de geliyor. Bayar, ‘Hamdi, nedir bu elindeki resim?’ diyor. ‘Torunumun resmi.’ diyor. Hepsi toplanıyorlar ve o resmin üzerine imza atıyorlar.”
Kayseri Milletvekili ve TBMM Başkanvekili İbrahim Kirazoğlu.
Peki, komisyon nasıl çalışmıştı? İfadelerine başvuranlara nasıl muamele yapıldı? Diktatörce davranıldı mı? Ahmet Hamdi Sancar’ın tuttuğu notlar arasında buna ilişkin ipuçları da vardı. Şule Sancar, bu konuda ilk defa sessizliğini bozuyor.
-Tahkikat Komisyonları darbeyi önlemek amacı ile mi kuruluyor?
Evet ama başaramıyorlar. Böyle de bilinmiyor.
-Çağrılanlar arasında gazeteci Kurtul Altuğ gibi isimler var. Altuğ bu olayı ‘Diktatörlüğe gidiyorlardı, beni tutukladılar’ diye anlatıyor.
Şimdi de var komisyonlar, önce de vardı. Bu tamamen İsmet Paşa’nın ve basının uydurmasıyla yapılan propaganda.
-Komisyonun amacı ne?
27 Mayıs öncesi halkı yalan yanlış haberlerle yanıltıyorlardı. Fısıltı gazetesi vardı. 27 Mayıs’tan hemen sonra da bu gazete faaliyetteydi. Manşetlerine göre, kaldırımların altı talebelerin cesetleriyle doluydu. Nerede talebeler? Tahkikat Komisyonu bu haberlerin kaynağını araştırıyordu.
“Bırakın İnönü’yü, bir CHP’li bile sorgulanmadı”
27 Mayısçılar darbeyi haklı gösterebilmek için Tahkikat Komisyonu’nu peşinen suçlu ilan ettiler. Ahmet Hamdi Sancar ve diğer üyelerin seslerini kıstılar. İddiaya göre, Tahkikat Komisyonu’nun amacı CHP’yi kapatmaktı. İnönü bir suçlu gibi takip ettirilmişti.
Komisyon, kendisini mahkeme ve icra organı yerine koyuyordu. Ahmet Hamdi Sancar bu iddialara tek tek cevap verdi. Komisyonunun hangi ihtiyaca binaen kurulduğunu açıkladı. İşte yıllar sonra Tahkikat Komisyonu ile ilgili gerçekler:
“CHP liderinin nümayiş hareketlerine sebep ve merkez teşkil etmiş olması, vatandaşı Meclis kararına karşı itaatsizliğe teşvik edeceğini söylemesi, meydanlarda ve Meclis kürsüsünde cereyan etmiş birer maddi vakıadır.
Suçlu olarak takip her şeyden evvel alakalının bu sıfatla sorguya çekilmesi ile başlar ve ancak bu yolla tekevvün eder. Encümenin ise CHP liderini şöyle dursun, bir mebusunu, hatta bir mensubunu dahi suçlu sıfatı ile sorguya çekmemiş olduğu malum bulunduğuna göre böyle bir isnat ve ithama maruz bırakılmamız haksız ve insafsızdır.”
“Encümenimiz neyi düşünmüş ve neleri kararlaştırmak istemiş ise onu tebliğleri ile kararları ile açıklamış bulunmaktadır. Şahıslarımıza ait kitap, vesika, evrak da dahil olmak üzere bütün arşivimiz olduğu gibi ele geçmiştir.
Bütün bunların en hurda teferruatına kadar tetkikinden de anlaşılacaktır ki CHP’nin kapatılmasını hedef tutmak şöyle dursun, böyle bir mevzudan bahis açılmış olduğuna dalalet edecek edna bir delil yoktur.
Çünkü böyle bir şey düşünülmemiştir. Bütün encümen mensupları 27 Mayıs sabahı evlerinden alınmış olup hiçbirisinin çalışma yerine gitmesi mümkün olmadığına göre herhangi bir delilin yok edilmesi ihtimalinden bahis olunamaz.”
“Bazı CHP merkezlerinin aranması ve mühürlenmesi isnadı yalandır. Böyle bir kararı vermek şöyle dursun, tahayyül ve tasavvur dahi etmedik. Diğer taraftan encümenimizin aramaya karar vermek selahiyeti mevcuttur.
Netekim encümenimiz bu selahiyetini Akis dergisi idarehanesinde bir arama yapılması için kullanmış ve usulü dairesinde infaz olunmuştur.
Bu itibarla bir arama kararının verilmiş olduğu iddiasından tehaşi ederek kaçınmaklığımızı gerektirecek hukuki ve makul bir sebep yoktur. Binnetice encümenimizin CHP’yi kapatmağa müteveccih ve hem de peşin bir hükme sahip olduğu iddiası mesnetsizdir.”
“Bazı telefon muhaberelerinin gizlice dinlenerek zapt olunduğu isnadı tamamen yersiz ve haksızdır. Hakikat-ı hal şudur.
Encümen çalışmaya başladıktan bir müddet sonra Milli Emniyet’e mensup olduğunu söyleyen bir memur bu muhabere evrakını getirerek imza mukabilinde teslim etmiştir.
Encümen olarak bizim ne Milli Emniyet’e ve ne de herhangi bir başka makam veya şahsa böyle bir talep ve teklifimiz olmamıştır…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder