18 Nisan 2013
Uzun bir zaman sonra, nihâyet silâhların sustuğu, barış atmosferinin hâkim olduğu bir ortamdayız.
İşte tam da bu noktada, “barış ve çözüm” sürecine muhalif çevrelerin çeşitli vurguları arasında ortaya atılan “anayasadan Türklüğü çıkarma” diye oldukça provokatif bir dille ortaya atılan itiraz gündeme gelmiş bulunuyor. Kullanılan dilin provokatifliğini bir ân için unutarak, biraz daha serinkanlı bir biçimde, bu “anayasal Türklük sorunu”na bakmaya çalışalım.
Anılan itirazın temel dayanağı, ki kamuoyunda yaygın kabûl de görüyor, şu: “Anayasa’daki vatandaşlık tanımında kullanılan Türk ifadesi etnik bir anlam taşımamaktadır.” Öyle mi acaba?
(1) 1982 Anayasası’nın 66. maddesinde kullanılan “Türk” sözcüğünün etnik bir anlam taşıdığını düşünen ve bundan dolayı da kendisinin mensup bulunduğuna inandığı grubun anayasa düzeni tarafından dışlandığına inanan milyonlarca vatandaş var.
Dolayısıyla, istenildiği kadar “etnik anlam taşımıyor” densin, sadece bu ifâde nedeniyle dışlanmışlık hissi içinde olan farklı grup veya grupların mevcudiyeti, derin bir meşrûiyet yarasının varlığına işâret eder ki, “Kürt sorunu”nun en temel kaynaklarından biri de bu “anayasal Türklük sorunu”ndan kaynaklanmaktadır.
(2) Gelelim daha objektif bir başka boyuta. Anayasa -dikkat!- “değiştirilemezlik” niteliği atfettiği 1. ve 3. maddelerinde devleti “Türkiye devleti” olarak nitelendirirken, pekâlâ değiştirilebilir bir hüküm olan vatandaşlık ile ilgili maddede devlet birden “Türk devleti” oluveriyor.
Bu, anayasa içi bir çelişkidir ve esasen 1982 Anayasası’na aynen 1961 Anayasası’ndan miras kalmıştır. “Türkiye” bir ülkenin, Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesinin adı iken, Türk bir ülke adı değil, bir insan grubunun öncelikle “anadil” (Türkçe) mensubiyetiyle karakterize edilen niteliğidir.
“Türkiye devleti bir cumhuriyettir” ifâdesi ne kadar doğru ve tutarlı ise, “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” hükmü de o kadar yanlış ve tutarsızdır.
Buradaki doğruluk ve tutarlılık ölçümüz kuşkusuz evrensel ölçüdür: Modern demokratik devletler “territoryal” (yani ülkesel) devletlerdir, modern devleti niteleyen unsur, üzerinde hâkimiyet tesis ettiği ülkedir, insan unsurunun nitelenişi de bu ülkeye göredir.
Dolayısıyla, her şeyden önce, 66. maddedeki ifadenin “Türkiye devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” biçiminde yazılması gerekirdi. Ama bu da sorunu çözmeyecektir.
(3) Tesbit etmeliyiz ki, 1923 (Cumhuriyet) sonrasında devlete “Türkiye devleti” diyen bir anayasal geleneğimiz var (1924, 1961, 1982 anayasalarının hepsinde –yine dikkat!- değiştirilemez 1. madde “Türkiye devleti bir cumhuriyettir.”
Ama sadece 1961 ve 1982 anayasalarının vatandaşlığı düzenleyen maddelerinde devlet birdenbire “Türk devleti” oluyor, 1924’teki vatandaşlık tanımında “Türkiye ahalisi” (bugünkü tâbirle herhalde “halkı” demeli!) tâbiri kullanılmış.
Bu tesbitlerle birlikte, vatandaşlık tanımındaki Türk kelimesinin etnik bir tâbir olmadığı iddiasına tekrar dönelim: Etnik mensubiyetin en temel ve geçerli ölçülerinden biri “anadil”dir.
Bu durumda, 1982 Anayasası’nda var olan “Türkçeden başka hiçbir dil... Türk vatandaşlarına anadil olarak okutulamaz ve öğretilemez” hükmü karşısında, vatandaşlık tanımı olarak müracaat edilen Türk sözcüğünün etnik bir referans taşımadığını savunmak nasıl mümkün olmaktadır?
42. maddenin mefhum-ı muhalifinden “sâdece Türkçe Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulabilir” anlamı çıkmıyor mu? Bunun bir zorlama yorum olduğunu düşünmeyiniz.
Zirâ 1983 yılında çıkarılan ve 1991’de ilgâ edilen Kürtçe yasağı getiren kanundan epeyce sonra, 2005 yılında çıkarılan ve Kürtçe öğretilmesini serbest bırakan kanun, vatandaşların Türkçe dışındaki dillerinden “anadil” olarak değil de “farklı dil ve lehçe” olarak bahsetmektedir.
Ezcümle, mevcut hukuk düzenimizde –onca demokratik açılım ve reforma rağmen- Türkçe tam bir bulanıklık içinde hem “resmî dil” hem de “anadil”, Cumhuriyet vatandaşlarının sosyolojik olarak sâhip oldukları Türkçe dışındaki anadilleri ise “farklı dil” veya “lehçe” oluyor.
Bu durumda “Türk”, hem devleti, hem de vatandaşı, hem de bu devletteki “hukuken” yegâne anadili niteleyen bir terim olarak nasıl etnik bir referans içermiyor? Tümüyle yersiz bir iddiâ, anlayacağınız.
(4) Dahası da var. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan “Türk”ler var mı? Kıbrıs, Irak, Suriye, Azerbaycan, “Orta Asya Türk devletleri”, Doğu Türkistan, ya da YÖK Kanunu’nda sözü geçen “akraba Türk toplulukları” gibi bağlamlarda sıkça hem hukukî, hem siyasî, kültürel vs. referanslarla kullandığımız “Türk” sözcüğü etnik anlam taşımıyor mu?
Yâni bu Türk kelimesi, ülke içinde Kürt sorunu bağlamındaki tartışmalarda “hukukî”, bağlam Kürt sorunu olmayınca, “etnik” içerik taşıyan esnek bir tâbirdir ve işimize nasıl gelirse öyle kullanırız mı denilmek isteniyor?
(5) Biraz daha geriye gidelim: “Burada [Büyük Millet Meclisi’nde-L.K.] maksud olan ve Meclis-i Âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Lâz değildir.
Fakat hepsinden mürekkeb anasır-ı İslâmiye’dir, samimî bir mecmuadır. . . . Binaenaleyh muhafaza ve müdafaasile iştigâl ettiğimiz millet bittabî bir unsurdan ibâret değildir. Muhtelif anasır-ı İslâmiye’den mürekkebtir.”
1920’de Millî Mücâdele içinde bizzat Atatürk’e âit olan bu sözlerde Türk tâbiri açıkça bir etnik grubu ifâde etmektedir. Farklı etnik grupları birleştirici üst kimlik ise –millet teriminin Osmanlı Devleti’ndeki kullanımıyla uyumlu bir biçimde- İslâmiyet’tir.
Bu doğrultuda Cumhuriyet’in ilânı ve 1924 Anayasası’ndaki vatandaşlık tanımının “Türk” sözcüğü ile belirlenmesinden önce imzalanan Lozan Andlaşması’nda da referans etnisite değil dinî içeriğiyle millet kavramı olduğundan azınlıklar “gayrimüslim” olarak ifâde bulmuştur.
Hâl böyle iken, 1924 Anayasası vatandaşlık tanımı yaparken “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı yapılmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlâk olunur” hükmünü getirirken, Türk sözcüğünü vatandaşlık için kullandığını belirtme ihtiyacını “gayrimüslim azınlık mensuplarının sâdece vatandaşlık bakımından Türk olabilecekleri” kabûlüyle hareket etmiştir.
Bu da 1925’ten itibâren birbiri ardına gelen isyân ve direniş hareketleriyle başlayıp bugünlere uzanan Kürt sorununun hukukî düzeyde beliren ilk kaynağı olmuştur.
Zira 1924’e göre, Atatürk’ün yukarıdaki konuşmasında belirttiği tüm etnik farklılıkları, etnisitelerden biri olan “Türk” kavramı altında birleştirmek ve Türk’ün bu tarihten sonra “millet”in adı olarak kullanılması yönünde bir tercih yapmak söz konusu olmuştur.
1961 ve 1982 anayasaları ise Cumhuriyet’in insan unsurunu Türk tâbiriyle belirlemek konusunda daha da ısrarcı olmuşlardır.
Sonuç olarak belirtmek gerekirse, yeni anayasada vatandaşlığın etnik veya dinî bir referansla tanımlanması yerine vatandaşlığın bir temel hak olarak anayasal güvence altında olduğunu tesbit eden bir düzenlemeye gitmek en doğru tercih olacaktır.
Devletin ve vatandaşların oluşturduğu ortak siyâsî topluluğumuzun referansının da tüm çağdaş demokrasilerde olduğu gibi ülke adıyla -Türkiye referansıyla- belirlenmesini sağlamak da en geçerli yol olarak görünmektedir.
l.koker@zaman.com.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder