11 Mart 2013 / TÛBA KABACAOĞLU
Vicdan
mekanizmasının hakkıyla çalıştırılması birçok toplumsal problemin
çözümünde hayati öneme sahip. Ebeveyn olarak bu konuda neler yapmanız
gerektiğini, hangi hataların çocukların vicdanını öldürdüğünü biliyor
musunuz?
'İstanbul’un buram buram insanlık
kokan semtlerinde geçti çocukluğum. Dinimizi yaşamaya çalışan kendi
hâlinde bir aileydik. Annem çok merhametli, fedakâr biriydi.
Apartmanımızdaki kimsesiz Ermeni nineye ‘Yaya’ (Ermenice: babaanne)
derdik. Evimizde pişen her yemekten ona da muhakkak götürürdük.
Uzun kış gecelerinde ‘Yaya yalnız, hadi ona yoldaş olun.’ derdi annem. İki kardeş kalkıp giderdik yanına… Kocası tarafından aldatılan üst komşumuz her akşam soluğu bizim evde alırdı. Sürekli ağlar, ne yapacağını valideye sorardı. O da hep sabrı tavsiye eder, abla ağladıkça annemin de gözleri dolardı…
Aile içinde de sıkıntılı insanların çözülmesi gereken problemleri konuşulurdu hep. Sonra İzmir’e taşındık. Güneydoğu illerinden okumak için gelmiş 8 liseli kız, bayram ve yarıyıl tatillerini bizim evde geçirirdi. Annemle babam onları evlatlarından ayırmazdı… 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne yakın oturuyorduk.
Anadolu bozkırından doktor olmak niyetiyle gelmiş kız talebelerse zaten evimizin birer ferdî gibiydi… 17 Ağustos depreminden annem çok etkilenmişti.
Önce eş dosttan topladıklarıyla bir tır dolusu yardımı götürdü İzmit’e. Yakınımızdaki devlet hastanesine depremden sağ kurtulan kimsesiz hastalar getirilmişti.
Annem onları ziyaret edip her türlü bakımlarını mutlulukla üstlendi, sağlıklarına kavuşana kadar depremzedeleri hiç yalnız bırakmadı…
Çocuk aklı işte, bazen yoğunluktan bunalır, kızardık bizimkilere. Meğer yavaş yavaş hem ferdi hem de toplumsal planda vicdanlı davranmayı, başkalarının dertleriyle, ihtiyaçlarıyla hemhâlliği öğretiyorlarmış bize.
Eskiler hissederek yaşıyor, iyiye ve güzele dair ne varsa böyle aktarıyordu gelecek nesillere. Şimdi ben de anneyim ama vicdanlı bir çocuk nasıl yetiştireceğim diye kara kara düşünüyorum.”
Hikâyesine yer verdiğimiz hanım sizce de endişelenmekte haklı değil mi? Modern zamanlarda insanlar vakitlerinin büyük kısmını televizyon-internet-akıllı telefonla geçiriyor, kapı komşusunun hatırını soracak zamanı kalmıyor.
Akraba ziyaretlerinin yerini çoktan AVM gezmeleri almış. İlişkilerde fedakârlık neredeyse enayilikle eş değer. “İnsan insanın kurdudur” felsefesiyle büyütülmüş kişilere göre herkes ‘çok tehlikeli’.
Daha çok kazanmaya odaklanmış tüketim canavarları için de başkalarının maddi-manevi ihtiyaçlarının ehemmiyeti yok. Dolayısıyla her geçen gün biraz daha fazla insan, vicdanının sesini duyamıyor; çocuklar merhamet, karşılıksız verme-sevebilme, şefkat, vicdan gibi kavramlarla tanışma fırsatını yakalayamıyor.
Yoksa mükemmel şekilde yaratılmış insan nasıl bu kadar duyarsız kalabilir ki hayata? Hâlbuki duyan, hisseden, farkına varan, vicdanlı insanlara ihtiyacı var toplumumuzun, dünyanın. Ancak onlar kötülükleri iyiye tebdil edebilir, kalpleri yumuşatıp gerçekleri tüm insanlığa gösterebilir.
70-80’li yıllarda çocukluğunu geçirmiş bugünün yetişkinleri vicdanlarının sesini duymayı anne-babalarından, komşu teyzelerden, mahallenin delikanlı ağabeyleri ile hanım hanımcık ablalarından öğrenebiliyordu.
Şimdi ise önce ebeveynlerin birçoğunun vicdanının sesini duyabilir kıvama gelmesi, ardından da çocukları için hayli çaba göstermesi gerekiyor. Aksi takdirde maşerî vicdanın sesi kısıldığında elimizde ne insanlığımız ne de dinimiz kalacak. “Peki, ben şimdi ne yapacağım?” diyenlere önemli uyarı ve önerilerimiz var. Her şey vicdanlı nesiller için…
Vicdan kelimesi, ‘vecede (bulmak)’ kökünden geliyor. ‘Merhamet’, ‘Koruyucu Psikoloji’, ‘Biraz Yağmur Kimseyi Islatmaz’ isimli kitaplarında vicdana sıklıkla vurgu yapan Prof. Dr. Kemal Sayar, bu kavram hakkında “Hakikati keşfetmek, insanın kendi dünyasındaki tutarsızlıkları fark edip iyiyi, doğruyu bulması.
Aynı zamanda yaptığımız iyi veya kötü davranışların tartıldığı, öz sevgimizin yeşerdiği, kendi kendimizi yargıladığımız, ceza verebildiğimiz yer.” diyor. Sosyolog, ilahiyatçı Ali Bulaç ise vicdanı “İnsanın kendi içinde bulduğu ölçütlerdir.” cümlesiyle tanımlayıp fıtratı işaret ediyor.
Vicdan içimizde bir nüve
Vicdan ne zaman konuşması gerektiğini çok iyi bilir, her zaman doğrudan, güzelden, haktan, samimiyetten yanadır. Bir yetimin-öksüzün başını okşayıp yaşlıya tebessüm etsek dahi ihmal etmez bizi. Tatlı, naif bir huzur bırakır gönlümüze. Hele de ‘Allah razı olsun’ nidasını işitsek kuş gibi uçacağız sanırız.
Hata mı? Kırmak mı? Sanki verdiği tüm güzellikleri bir anda alıverir. Gönlümüz yaptığımız hatanın şiddetine göre sıkılır da sıkılır artık. Sanki nefes alamayız, ne yapsak mutlu olamayız, ağzımızda kekremsi tat bırakır hayat. Bir yandan da konuşur durur bizimle.
Keskindir cümleleri. Ya dinleriz onu ya da içimizdeki sesi susturarak bildiğimiz yoldan gideriz. Tercih hakkı bizimdir. Onsuz hayat merhametsizliği, sevgisizliği, egoistliği, enaniyeti, acımasızlığı da beraberinde getirir. Böyle yaşamaksa ağır gelir bilene. Bu vicdanın gündelik hayat içindeki fonksiyonu. Bir de hem dinî hem de toplumsal işlevleri var.
Muhyiddin İbn Arabi’nin Fütühât-ı Mekkiyye, Fusûsu’l Hikem gibi eserlerini Türkçeye kazandıran İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Ekrem Demirli, İbn-i Arabi’nin de içinde bulunduğu İslam ahlakçılarının vicdanı referans noktası kabul ettiklerini söylüyor.
Onlara göre; vicdan bizi müteale (Yüksek, yüce varlık. Bilinenlerin en üstünü), yani Allah’a bağlıyor, oradan besleniyor. Yaratanla vicdan arasında ahitleşme var. Demirli’ye göre vicdan insanlık kıvamına giden yolda en iyi arkadaş: “Vicdanın imkânı akla göre çok geniş.
Akıl insanlarda farklı farklı. Kimi insan çok zeki kimi daha az... Ama vicdan herkeste var. Merhameti, doğruluğu, şefkati, fedakârlığı anlamak için bir mesleği icra etmeye gerek yok. Bunlar insanlık damarına hitap eden kavramlar, müşterek dil ve tüm dinler buna çok değer veriyor.”
Sosyolog Ali Bulaç, maşerî vicdanın karşılığını örflerde bulduğumuzu, örflerin insan ilişkilerini düzenleyerek önemli ihtiyaçları giderdiğini, topluma insaniyet ve hakkaniyet kazandırdığını anlatıyor. Çünkü bazı âdetler kötü olabilir. Ama örf tanım gereği iyidir.
Aynı zamanda toplum, vicdan, din ve aklın da kabul ettiği şeylerdir. Mesela komşuyu gözetmek, anne-babaya saygı göstermek, maşerî vicdanla teyit edilir. Ateist, Hıristiyan, Müslüman da; kadın, erkek de buna ‘kötü’ demez. Bize bu güzelliklerin örfle ilgili bir tutum olduğunu söyleyen ise vicdandır.
İnsan iyilik, güzellik adına tüm hasletleri bedeninde ve ruhunda tecelli ettirecek şekilde donatılmış. Vicdan da bizim doğuştan getirdiğimiz özellikler arasında. Yalnız diğerleri gibi o da nüve (çekirdek) şeklinde.
Yani geliştirilip büyütülmeye muhtaç. Aksi takdirde işlevini kaybediyor. Çocuklar hayatlarının üçüncü yılında eğer fıtratı bozulmamış ise vicdanlarının varlığını ebeveynlere hissettiriyor.
Mesela, hayvanlara neden zarar verilmemesi gerektiğini anlattığınızda tüm samimiyetiyle size inanıyor, birçok yetişkinden daha fazla hassasiyet gösteriyor. Burada kilit nokta çocuğun nasıl yönlendirildiği.
Çünkü günümüz şartlarında yanlış anne-baba tutumları, sosyal hayatın içindeki ‘diğer kişiler’in sıradan davranışları, tahammülsüzlükler, ‘Küçüktür anlamaz’ tarzındaki yaklaşımlarla o mükemmel varlık küçücük bir canavara dönüşebiliyor.
Hayvanlara, eşyaya, anne-babasına, kardeşine, kendine zarar veren, kimseye itimat etmeyen, çoğu zaman çevresine duyarsız kalan, herkesin yaka silktiği küçük insanlar vardır. Elbette ki onlar böyle değildi, biz onları bozduk. Belki bilmeden, belki de bilerek... Dolayısıyla vicdanın sesini kısan ebeveyn tutumlarını bilip bu minvalde kendimizi yenilememiz, çocuklara ona göre davranmamız büyük ihtiyaç…
En büyük ceza...
İsviçreli eğitim bilimci, tıp ve felsefe doktoru Hans Zulliger, ‘Çocuk Vicdanı ve Biz’ isimli kitabında çocukluk yıllarında vicdan oluşumu, vicdan çatışmasına yol açan nedenleri, itirafın zorluğu, kendi kendini cezalandırma gibi konuları ilk kez ele alan uzmanlardan biri (1960).
Zulliger’in kitabında vicdan mekanizmasını en çok olumsuz etkileyen durumun ceza olduğu anlatılıyor. Sebebini ise şöyle açıklıyor yazar:
“Biz çocukları eğitirken pek çok cezalandırma yöntemine başvururuz. Vicdan gelişimine böylece çok zarar veririz. Acele cezalandırmalarla çocuğun vicdanında hesaplaşmaya koyulmasını, bu yolla içindeki ahlaki yargı organında (vicdan) mükemmelleşmeye gitmesini önleriz. Çünkü çekilen cezadan sonra kişinin vicdanı olaya kapanır, kefaretini ödemiştir artık ve daha fazla üzerinde durmaz.”
New York University’de lisans ve yüksek lisans eğitimi almış Klinik Psikolog Reyhane Dağlar, cezaların çocuğu sertleştirdiği, ödeşmişlik hissi vererek rahatlattığı görüşünde:
“Cezayla bir sonraki hatayı işlemesini önleyecek pişmanlığı alırsınız çocuğun içinden. En büyük ceza, verilmemiş cezadır. Kişinin vicdanı içten içe yanar. Vicdan işlevselse döner dolaşır adaleti bulur. Anne-babalar, eğitimciler çocuğa yönelip ‘Bu davranış yanlıştı’ dese ve onu içindeki sesle yalnız bıraksa. Vicdan bu işi başarır, doğruyu bulur. Allah mekanizmayı kurmuş. Aksi her uygulama vicdanı sakatlıyor.”
Üstelik yapılan araştırmalara göre ahlaki değerler ceza ve öfkeyle verilmek istendiğinde çocuk ‘sadece’ kızma anına odaklanıyor. Ancak yumuşak sesle, empatiyle, iyilikle anlattıklarınız amacına ulaşıyor, çocuk duygusal olgunluğa eriştiğinde de (13 yaş ve üstü) öğrendiklerini ahlaki değer olarak özümsüyor.
Bahaneler vicdanı öldürür
Gündelik hayatta yaptığınız hataları kendinize ya da başkasına anlatırken ‘ama, fakat, lakin’ gibi bağlaçlarla başlayan cümleleri ne kadar az kuruyorsanız vicdanınızın sesini o kadar duyuyorsunuz demektir. Çünkü uzmanlara göre bahaneler vicdanı öldürüyor. Peki, bu bahaneler nasıl ortaya çıkıyor?
Tabii ki cezayla. Şöyle düşünün: Küçük oğlunuz/kızınız komşunun çocuğunu dövmüş, komşu da gelip etraflıca size şikâyette bulunuyor. O hınçla evladınıza haddini bildiriyorsunuz.
Çocuğun duygu dünyası bu esnada ciddi sarsıntı geçiriyor. Bu duyguyu atlatabilmek, vicdanına da cevap verebilmek için otomatikman ‘Ama annem de bana vurdu’, ‘Öyle demeseydi ben de arkadaşımın kafasına tekme atmazdım’, ‘Zaten annem hep böyle yapıyor’ gibi bahaneler üretiyor.
Böylece vicdanının sesini bastırmaya çalışıyor, bunu başarıyor da. Dolayısıyla içindeki sesi bahanelerle bastırabileceğini öğrenen kişi, aynı yöntemi her fırsatta kullanıyor.
Sürekli susturulan vicdan zamanla konuşamaz hâle geliyor. Hâlbuki yapılması gereken oldukça basit. Yaptığının yanlış olduğunu ikna edici bir şekilde anlatmak, hatasının farkına varmasını sağlamak. Ayrıntıları Klinik Psikolog Dağlar anlatıyor:
“Arkadaşına vurmak doğru değil. ‘Başka türlü acaba nasıl davranılabilirdi?’ diye hem kendisine sorun hem de siz doğru olanı belirterek çocuğa yardım edin. Zaten kendisiyle sakince konuşmaya başladığınızda hislerini ifade etmeye başlayacak, vicdanında o yanlışı görüp ‘Evet, öyle yapmayabilirdim’ diyecektir.”
Yalansız, riyasız olmak…
Akşam yemeğini hazırlarken yavrusu masada duran çikolatayı ister. Ebeveyn ‘Hayır, şimdi yemek yiyeceğiz’ diyerek sorun çıkmasını istemediği için çikolatayı alıp camdan dışarı ‘atıyormuş gibi’ yapar. Az sonra komşusu gelir. Onu güler yüzle karşılayıp ikramlarda bulunur.
Ama o gittikten sonra ‘Öf, kalkmak bilmedi’ der. Ya da bir tanıdığın evine taziyeye gider. Orada ağlayıp üzülür. Eve dönerken ‘Karısına az çektirmedi. Zaten akrabalar da sevmezdi onu.’ diye kritik yapar. Tüm bu samimiyetsizlik silsileleri ergenlik dönemindeki bir çocuğun (5-7 yaş arası da dâhil) yanında geçer.
Acaba çocuklar anne-babalarının pembe-beyaz yalanları, ikiyüzlülüklerinden vicdanen nasıl etkilenir? Cevabını Güney Kore’de eğitim almış, Ufuk Koleji’nde görevli Çocuk ve Ergen Psikoloğu Serpil Yeşilkurt’tan dinliyoruz:
“Doğallıktan uzak tavırlar, yalan söyleyen-samimiyetsiz insanlarla bir arada bulunmak çocuğun vicdanını katılaştırır, zehirler. Hiçbir vicdan, yalan, ikiyüzlülük karşısında sessiz kalmaz, rahatsız olur. Vicdanın konuşmasından bunalan kişi, sonunda o sesi bastırmaya ya da söylenenleri zihninde normalleştirmeye girişir. Bu da vicdanın dumura uğramasıdır. Üstelik çocuk yalan ve ikiyüzlülüğü de ebeveyninden öğrenir.”
Sanal dünya vicdanı yaralıyor
Moscow State Pedagogical University’de eğitim almış Psikolog Sinem Yersel, yaşanmış bir olayı anlatıyor:
“Sürekli bilgisayar oynayan 5 yaşındaki çocuğun babası vefat ediyor. Yakınları kötü haberi veriyor. Çocuk da ‘Bir canı daha vardır, bir şey olmaz’ diyor.” Klinik Psikolog Dağlar ise başka birinden bahsediyor: “Kuşu ölmüş. Annesiyle gömüyor, aradan biraz zaman geçiyor. Çocuk ‘Gidip bakalım canlanmıştır’ diye diretiyor. Gidiyorlar ama kuş kalkmıyor yerinden. Çocuk büyük hayal kırıklığı yaşıyor. Öldü diyorsun ama anlayamıyor.”
Sizce de yolunda gitmeyen bir şeyler yok mu? Her geçen gün hayatımız biraz daha gerçeklerden uzaklaşıyor. Tabii bu kötü gidişattan en çok da minikler, ergenler etkileniyor.
Çünkü daha gerçeklikle tanışmadan, ‘olmayan şeyler’in peşinden koşup gerçeklik algılarını değiştiriyorlar. Bu üzücü durumu da diziler, çizgi filmler, sanal oyunlar ortaya çıkarıyor.
Mesela şiddet içeren bir oyunda adam adama vuruyor, kafa koparılıyor, etrafa kanlar fışkırıyor, arkadan alkış efektleri geliyor. Dizilerde iki yetişkin birbiriyle kıyasıya dövüşüyor, bir sonraki sahnede her şey normalleşiyor.
Çizgi filmlerde de insana benzemeyen garip yaratıklar vuruyor, kırıyor, yaralıyor-yaralanıyor ama görüntü değişmiyor.
İşte asıl tehlikenin de bundan sonra başladığını söylüyor Klinik Psikolog Dağlar:
“Kan, bir insanın sakatlanması, ölmesi normal şartlar altında vicdanı harekete geçirecek durumlarken çocuk gerçeklik algısını kaybettiği için her şey sıradanlaşıyor. Vicdan o kadar hassas bir terazi ki bunu tartamaz hâle geliyor.”
Prof. Dr. Kemal Sayar tüm bunları “Vicdanın sesini kısan unsurlar.” diye özetliyor:
“Çocuklar normal şartlarda kendi dünyalarında karşılaşma ihtimalleri çok düşük imgelerle farklı bir gerçeklik kurar hâle geldi. Bunun yanı sıra, televizyonda şiddet içerikli, güvenilmez insanları, aldatmaları, yalanları izleyen çocuk, şiddeti uygulayan ya da şiddeti gören kişiyle özdeşim kurabiliyor.
Çizgi filmler, sanal oyunlardaki süper kahramanlar, şiddetten zarar görmeyen insanların varlığına inandırıyor onları. Böylelikle arkadaşlarına kolayca zarar verebiliyorlar.”
Hızı bırak, yavaşlamaya bak
Prof. Dr. Sayar, ‘Yavaşla’ kitabında hayatımıza dair önemli noktalara temas ediyor:
“Saplantılı zaman hastalığı bize hiç vaktin kalmadığını, acele etmemiz gerektiğini telkin ediyor. Bu aslında varoluşsal bir hastalığın habercisi. Tükenmişliğin son demlerinde insanlar, kendi mutsuzluklarından kaçmak için hızlanır. Hatırlamak istemediğimizi hızlanarak unuturuz.
Hızla gelen duygusal uyarı bolluğu, insanın dikkatini çeler ve onu kendi kırılganlığını fark etmekten alıkoyar. Telaş hayatı daha da yüzeysel kılar. Hız hayatı eksiltir. Yavaşlamak, anın keyfini çıkarmayı bilmektir. Ancak yavaşlayarak içimize bakabilir, hayatla konuşabiliriz.” diyor.
Hızın çocuk dünyasına verdiği zarara ise Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi Pedagog Adem Güneş ‘Çocukluk Sırrı’ kitabında değiniyor:
“Çocuk hızlı yaşamaya başladığında algılaması körelir. Bu hissetmeyi azaltır. Hissiyatı azalmış kişinin duygu dünyası yeterince hassas değildir. Duyarsızlaşma yavaş yavaş başlar. Anne-babalar evde çocuklarına sakin, gürültüden arınmış ortamlar hazırlamalı. Ancak o zaman yavaş, hissederek hareket edebilirler. Ebeveynlerin evlatlarına bırakacakları en önemli miras onları yavaşlatmaktır.”
Yavaşlamak üzerine bu kadar durmamızın sebebi, hızın vicdan gelişimine fazlaca zarar vermesi. Hatta Ali Bulaç hızın vicdanı öldürebildiğine dikkat çekiyor: “Haz ve hızın arttığı, bedenin ruhun önüne geçtiği bir dönemdeyiz. Bu, insanın manevi anlamda ölmesidir. Vicdanın kökeni nefha-i ruhtur, türevleri ise vicdandır, kalptir, heyecandır, tahayyüldür, nefistir, akıldır, düşüncedir. Bedeni hızlandırıp ruhu geride bırakırsanız vicdan da ruh da ölür.”
Uzmanlar, yavaşlığın fıtriliğine özellikle dikkat çekiyor. Fakat anne-babaların hiç bitmeyen ‘Hadi, çabuk, acele et’ uyarıları ya da ‘Uyuşuk’ eleştirileri yüzünden çocuklar çok hızlanmış ebeveynlerine ayak uydurmak zorunda kalıyor. Psikolog Dağlar, çocuklar adına son noktayı koyuyor: “Vicdanın sesini duyabilmek için durup düşünmek, duymak lazım. Çocukların bunu yapmasına izin vermeliyiz. Biz, vicdanın sesini dinlemek diyoruz buna ama pozitif psikoloji başta olmak üzere farklı ekollerde de bu uygulama var.”
Tuzak: Sahiplik duygusu
Can Yücel, ‘Bağlanmayacaksın’ şiirinde ne güzel söylüyor:
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin
Gökyüzünü sahipleneceksin
Güneşi, ayı, yıldızları
Mesela Kuzey Yıldızı, senin yıldızın olacak
‘O benim’ diyeceksin
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin
Mesela gökkuşağı senin olacak…”
Aslında burada şair, insanın yaratılışından getirdiği sahiplik duygusuna vurgu yapıyor. Fakat ilerleyen dizelerde bu fıtri duyguyu aslında çok da abartmamamız gerektiğinden bahsediyor.
Psikiyatr Dr. Hamdi Kalyoncu’ya göre toplumda vicdana en çok zarar veren unsurların başında ‘sahiplik duygusu’ var. ‘Benim olsun, çok olsun, yanımdakini geçeyim, yükseleyim’ gibi ideallerle kendini gösteriyor. Anne-babalar anaokulundan itibaren çocukları bu yönde motive ediyor.
Sonra da vicdansızlığa, duyarsızlaşmaya doğru koca bir kapı aralanıyor: “Yavrum seni severim ama başarırsan. Kısır döngü başlar; ‘Annem-babam beni değil, birinciliklerimi seviyor.’ Vicdana zarar verecek bencilliği de öğretiriz böylece.
Çocuklarımızı insan olsun diye değil, daha fazla kazansın diye okuturuz. Zamanla sahiplik duygusu o kadar kabarır ki başkasının elindekine de göz diker, kötü duygularını sahiplik duygusu üzerinden geliştirir. Ve tüm bunları yapabilmek için vicdanını bilerek, isteyerek öldürür çocuk.”
Her insan farklı farklı fıtratlarda yaratılmış. Bazı çocukların duruşlarında, bakışlarında bir naiflik, duygusallık vardır. Bazısı da oturuş kalkışıyla, ses tonuyla cevval... Ebeveynler kendi hayat tecrübelerinden yola çıkarak çocukları birtakım değişikliklere zorluyor.
Mesela duygusal, naif çocuklar hassaslıkları üzerinden terbiye edilmeye çalışılıyor. Anne, sözü dinlenmediğinde iki elini yüzüne yapıştırıp ağlıyormuş gibi yapıyor. Çocuk buna dayanamadığı için kendinden isteneni gerçekleştiriyor.
Hâlbuki o anda yetişkin ağlamıyor. Psikolog Reyhane Dağlar konuya açıklık getiriyor:
“Çocuğun vicdanı o an harekete geçiyor. Çünkü vicdan mekanizmasında bir de teselli etme duygusu var. Ağlayan kişiyi teskin etmeye çalışırken dikkatlice bakıyor ki ağlamıyor.
Ne oldu? Vicdan çocuğa yanlış hamle yaptırdı. Dolayısıyla daha sonraki ağlayanı çocuk teselli etmeyecek, işte vicdan bir işlevini daha kaybetti.
Ebeveynler çocuklarının vicdanını suiistimal etmemeli, her zaman doğal davranmalı. Gözleriniz yaşarıyorsa bırakın damla damla aksın yanaklarınızdan. İşte o an çocuğunuza en iyi vicdan eğitimini veriyorsunuz demektir.”
Çocuk, anne-babasının yankısıdır
Çocuk, biz tam fark edemesek de anne-babasının yankısıdır aslında. Çünkü insan hayata gözlerini onların yanında açıyor; genel tutumları, doğru ya da yanlışları onlardan öğreniyor.
İlk 4 yıl bebek için en önemli yıllar. Zira kişiliğini oluşturacak birçok özelliği bu zaman diliminde kazanıyor. Mesela yeni doğan bir bebek, annesini yürürken gördüğü için emeklemeyi bırakıp yürüme egzersizlerine başlıyor.
Ya da validesi konuştuğu için dudak okuyup garip sesler çıkarmaya çalışıyor. Bebek ebeveynlerden sadece konuşmayı, yürümeyi değil, hangi olaylara nasıl tepki vereceğini de öğreniyor. Mesela anne bir uğur böceği gördüğünde
‘Ne kadar da güzelsin. Seni çiçeklerin arasına koyalım da kimse üstüne basıp canını acıtmasın’ diye şefkatli, merhametli, vicdanlı bir davranış sergiliyorsa çocuk da bunu kopyalıyor.
Uzmanlar miniklerin sadece davranışları değil, ebeveynlerin vicdanlarını da kopyaladıkları konusunda hemfikir. Ortak tavsiye ise vicdanı hassas çocuklar yetiştirmek isteyen ebeveynlerin önce kendi davranışlarını, tepkilerini gözden geçirmesi...
Çocuk bakımında bize Batı kültüründen gelmiş ve anneler arasında oldukça yaygınlaşmış uygulamalardan biri de bebeklerin odasında yalnız bırakılarak ağlatıla ağlatıla uyutulması. Pedagog ve psikologlar buna karşı çıksa da birçok ebeveynde ‘uygulanabilir’ fikri mevcut.
Fakat uzmanlar çocuğun annesini çağırmaktan vazgeçmesini bir çözüm değil, önemli sorunların başlangıcı olarak görüyor. Sebebini Psikolog Reyhane Dağlar’a soruyoruz: “Eğer bebek en çok güveneceği kişiden daha ilk yıllarda vazgeçerse, müspet vicdan gelişimi engellenir. Çocuk annesinden duygusal açıdan ne kadar beslenirse vicdanı o kadar hassaslaşır, aksi takdirde de katılaşır.”
Gelişimi nasıl desteklenmeli?
Vicdan ruhsal bir potansiyel ve her insanda var. Ama süreç içinde ya geliştiriliyor ya da söndürülüyor. Vicdan mekanizmasının temelleri ise doğumdan hemen sonra anneyle bebeğin bütünleşmesiyle atılıyor.
Çocuk annesine ne kadar güvenirse; sevme, sevilme, merhamet, merak, korku gibi iç dinamiklerle birlikte vicdanı da gelişiyor. Çocuklar iki yaşın sonunda bazı eylemlerin anne-babasının hoşuna gitmeyeceğini öğreniyor.
Böylece iyi ve kötü arasında seçim yapabilecek bilişsel seviyeye de ulaşıyor. Vicdanlı nesiller için ebeveynlerin bebek doğduğu andan itibaren onu karşılıksız, katıksız sevebilmesi gerekiyor. Prof. Dr. Kemal Sayar ‘Yavaşla’ kitabında “Ancak layıkıyla sevilmiş çocuklar bıçağın kanatabileceğini, kötü sözün can yakabileceğini bilebilir.” diyor.
Dolayısıyla ilk aşama hata, saygısızlık, iktidar mücadelesi esnasında dahi çocuğunuzu içtenlikle sevebilmek, onu bir hayat yükü görmemekle başlıyor. Zira anne-babanın çocuğunu sevmesi fıtri. Oysa çocuğun ebeveyni sevmesi, onlara güvenmesi için sebeplere ihtiyacı var.
Çocuk güven duygusunu tamamlamış, gerçekten sevildiğini biliyorsa ebeveynin işi kolaylaşıyor. Çünkü küçük insanlar sevdikleri, benimsedikleri insanlarla özdeşim kurmakta hiç zorlanmıyor.
Hans Zulliger de “Özdeşleşmeyle birlikte çocuk ebeveynin ahlaksal tutumunu içe aktarır, duyup gördüklerini kendi vicdanının buyruğuymuş gibi hisseder. Yani iyi ahlak, dürüstlük kişisel istek, iradeden alır kaynağını. Hayatımızın ilk yıllarında vicdanımızdan gelen ses kendimize örnek aldığımız kişininkidir.
Ergenlik döneminden sonra içimizdeki ses bizimkine dönmeye başlar.” diyor. Bu aşamada önce anne sonra da baba ya da çocuğun bakımıyla yakından ilgilenen kişiye büyük görev düşüyor. Koşulsuz sevmek bugün birçok ebeveyne zor gelse de bahsi geçen kıvam kilit nokta.
Vicdan kaybediliyorsa...
Vicdanın işlevselliğini artırmak üzerine ailelerin çaba sarf etmesi gerektiğinden bahsetmiştik. Bunun gündelik hayat pratiklerine nasıl dönüştüğüne gelince… Mesela ailecek hasta ziyaretleri yapılabilir (7 yaşından küçüklerin çok kanlı veya ölümü yakınlaşmış bir hastayı ziyareti uygun değil). Yine hastanelerin acil servisleri de bu konuda biçilmiş kaftan.
Mezarlık ziyaretleri de vicdan gelişimini destekliyor. Yalnız ziyaret edilen mevta, çocuğun duygusal yakını, yani anne ya da babası değilse... Klinik Psikolog Reyhane Dağlar, önemli bir uyarıda bulunuyor:
“Çocuğun duygusal bağ kurduğu kişiyi mezarın içine koyarken gösterenler dahi var. O hâller 7 yaşından önce çok zararlı. Ama mezarlık ziyaretleri her yaşta yapılabilir. Ama ‘Dedeni bak buraya koyacağız, sonra da üstünü toprakla örteceğiz’ derseniz travmatik olur.”
Günümüz anne-babaları büyük şehirlerde trafik, kalabalık, iş stresi derken çok yoruluyor. Birçokları akşamlarını televizyon seyrederek, hafta sonlarını da alışveriş yaparak geçiriyor. Ahbap ziyaretleri, akraba toplantıları her geçen gün biraz daha nostaljikleştiği için çocukların farklı insanlarla farklı ortamlarda bulunma lüksü kalmıyor. Oysa vicdan gelişimi için bu da büyük ihtiyaç.
Yani manevi değerleri özümsemiş kanaat önderleriyle aynı ortamı paylaşmak çok etkili. Bu kişilerle çocuğun özellikle bir şey yapması gerekmiyor. Psikologlar sadece çocuğun gözlemlemesini, aynı ortamda oturup kalkmasını dahi ruhsal kopyalama için yeterli buluyor.
Eskiden annelerimiz çiçeklerle, hayvanlarla konuşur, hepsine farklı farklı isimler takardı. O zaman bu durumu tebessümle karşılasak da hayvan ya da eşyayla bütünleşmenin faydalı olduğunu öğreniyoruz bugün. Hatta uzmanlar vicdanlı ebeveyn rehberliğinde evcil hayvan bakımının da (özellikle kedi) önemine dikkat çekiyor.
‘Ne kadar da küçük, masum değil mi?’, ‘Karnını doyuralım, biz vermezsek aç kalır’, ‘Üşümüş. Onu sıcak bir yere koyalım mı?’, ‘O bize emanet. İlacını verelim de çabuk iyileşsin’ gibi yönlendirmelerse bu süreçte çok işe yarıyor.
Vicdan, duymayla çok alakalı. Dolayısıyla duyarsızlığın beraberinde hissedememe, empati kuramama, acımama, damak tadı ile koku hissinin yok olması şeklinde belirtiler sizde ya da çocuğunuzda varsa vicdanınızın sesi artık kısılmış demektir.
Klinik Psikolog Reyhane Dağlar, çocuk üzerindeki değişikliklerin basit bir gözlemle bile anlaşılacağı kanaatinde: “Çocuk vicdanının kaybolma süreci önemlidir ve bunun hissi muhakkak anneye ulaşır. Vicdansızlığa doğru giden birinin göz teması kaybolmaya başlar. Görmek hissetmeyi de beraberinde getirir çünkü. Hissetmemek için bakmaz.
Anne ‘Bu çocukta bir şeyler var; bakışı, konuşması değişti, saygısızlaştı, hiç yanıma gelmiyor’ diyerek hisseder. Bahaneler başlar. Ardından da kardeşine, arkadaşına, hayvanlara, eşyaya zarar verir, pişmanlık duymaz, acıya tepki vermez, etrafındaki herkese kendini kapatır.”
Vicdan aslında insanı insan yapan birçok mekanizmanın da kalbi hükmünde. Onda çıkan bir aksaklık beraberinde önemli problemleri de getiriyor. Hans Zullüger vicdanın teklemesiyle birlikte kişilik bozukluklarının da ortaya çıktığını söylüyor. Hatta toplumun yüzde 2-3’ünde görülen Borderline kişilik bozukluğu “Vicdanın üzerine beton dökmektir.” şeklinde tanımlanıyor.
Haberi okuyan anne-babalar muhakkak hem kendilerini hem de çocuklarını vicdani açıdan değerlendirmiştir. Eğer sonuç istediğiniz gibi değilse umutsuzluğa kapılmayın. Vicdan elbette ki tekrar canlanabilir. Yeter ki kısık da olsa bir ses duyun, herhangi bir ‘an’ın farkına varın. Devamı muhakkak gelir…
Vicdanla duyarlılık birbirine karıştırılmamalı
Çevrenizde çok ahlaklı, varlık karşısında büyük saygıyla eğilen, kainatı okuma yeteneğine sahip, dil, din, ırk farkı gözetmeksizin herkesi sevebilen insanlar vardır. Çoğumuz onların ‘vicdanlı biri’ gibi yaşadıklarını düşünürüz. Fakat herhangi bir dine mensup olmadıklarını öğrendiğimizde de şaşırırız.
Dolayısıyla dinle vicdan arasındaki ilişki kafamıza bir kez daha takılır. Dosyamızda dinin vicdanla bağlantısını zaten anlattık. Peki, bahsettiğimiz kişiler herhangi bir dinden beslenmeksizin nasıl bu kadar derinleşebiliyor dersiniz? Psikolog ve din adamlarına göre bu kişilerin vicdanları değil, hissetme mekanizmaları çok gelişmiş.
Çünkü vicdanın çalışabilmesi için kişinin elinde bir terazi bulunması şart. Eğer ölçü birimi (din) yoksa Kurban Bayramı geldiğinde hayvanların kesiliyor olmasına itiraz etmeleri muhtemel.
Klinik Psikolog Reyhane Dağlar: Vicdan iradeyle desteklenmeli
“Vicdan irade ile desteklenmediğinde kişi hayatta çok acı çeker. Ebeveynler yeni nesle hayatı çok güllük gülistanlık gösteriyor. Yaşamın acısını görmeyen çocuğun iradesi gelişmez. Böyle biri de her şeye sürekli ağlar. Daha da önemlisi vicdanın sesini duyar ama iradesini gösterip iyi ve doğrudan yana hareket edemez.
Dünyada vicdansızlar, ahlaksızlar, ölümler, öldürmeler var ve bunlar gerçek. Aslında Allah cebrî bir güçlendirme sistemini insan için hazırlamış. Sisteme dâhil olmak yeterli. Yaradan evlatlarımıza ölümü de tattıracak, kazaları da, anne-baba tartışmasını da, hastalıkları, yalnızlığı, çaresizliği de. Her şeyi kontrol etmeye, çözmeye çalışmak doğru değil.”
Ali Bulaç (sosyolog, ilahiyatçı): Vicdanı körelten modern eğitim
“Fert kadar toplumun da vicdanını körelten unsurlar var. Birincisi kültür ve eğitim. Çünkü modern eğitim-kültür; vicdan, fıtrat, nefs ve nefsin hâlleri gibi kavramları hesaba katmıyor. İnsanı bunların dışındaki bir organizma gibi tanımlıyor. Eğitim serüvenimizde vicdan ve fıtrat dışı kalmayı öğreniyoruz.
İkincisi siyasi sistemler vicdanı köreltiyor. Çünkü hepsi laiktir, dini referans almaz. Hâlbuki vicdanı ayakta tutan, harekete geçiren, kişiyi vicdanlı davranmaya sevk eden dindir. Vicdan denince derin kavramlar ortaya çıkmıyor. Özel alan ve bireyselliğe bırakılıyor. Hâlbuki vicdan tezahürlerini toplumda gösterir.
Bu özelliğini ortadan kaldırdığınız zaman fonksiyonsuz hâle gelir. Aslında vicdana en çok zararı liberalizm verdi. Çünkü düzeni rekabete ve çatışmaya dayalıdır. Güçlünün ayakta kalmasını öngörür. Sürekli rekabet edeceksin, yükseleceksin, başaracaksın.
Bunun ilköğretimdeki yansımasına baktığınızda çocuklar birbirini sınavda geçmeye çalışır. Aynı sırayı paylaştığı kişi arkadaşı değil, rakibidir. Büyümek, rekabet çatışmayı çıkarır. O da vicdansızlığı getirir.
Toplumun dine bakış açısı da vicdansızlığı pekiştiriyor. İktisadi, siyasi ve kültürel boyutlar hesaba katılmadan bir dil geliştiriliyor. Hâlbuki insan bu kadar soyut bir varlık değil. Sosyal çevre, iktisadi hayat, eğitim onun vicdanını etkiliyor.
Dini sadece vicdana hapsettiğimiz zaman fonksiyonunu gösteremez, onu politikalarla beslemek lazım. İnsanların birbirine yardımı teşvik ediliyor ama sistem eleştirisi yapılmıyor.
Komşuna, fakire, yetime yardım et, kömür-yiyecek dağıt, para ver ve her sene umreye git, kurtul. Sistem hep aynı. Bu, dine güveni de sarsıyor. Hâlbuki gelir bölüşümünü adil hâle getirip yardımlaşmayı teşvik etmek lazım. Beşerî ve evrensel bir vicdan hareketi başlatmak gerekiyor. Fakat bu liberal iktisat ve siyaseti teyit ederek değil, ona meydan okuyarak yapılabilir.
Bu da ancak dindarların yapabileceği bir şey. Fakat onlar da son yıllarda vicdanlarını kaybetti. Dini vicdanlarına indirgeyip sisteme dâhil oldular. Sorgulamadan ondan istifade etmeye başladılar, yoksulları ve ezilenleri unuttular. Dindarlar vicdanlı hareket etseydi sistem içinde bir dönüşüm gerçekleşebilirdi. Toplumda statü farkı çok fazla.
Gettolar hayatın her yerinde. İnsanlar kitleler hâlinde, iç içe yaşıyor ama birbirleriyle temasları yok. Her şey rasyonalize edilmiş. Sürpriz yok hiç. Aynı iktisadi gelir seviyesine mensup çocuklar aynı ortamı paylaşıyor. Belki de ilk yapılması gereken toplum arasındaki temasın sağlanması.”
Uzun kış gecelerinde ‘Yaya yalnız, hadi ona yoldaş olun.’ derdi annem. İki kardeş kalkıp giderdik yanına… Kocası tarafından aldatılan üst komşumuz her akşam soluğu bizim evde alırdı. Sürekli ağlar, ne yapacağını valideye sorardı. O da hep sabrı tavsiye eder, abla ağladıkça annemin de gözleri dolardı…
Aile içinde de sıkıntılı insanların çözülmesi gereken problemleri konuşulurdu hep. Sonra İzmir’e taşındık. Güneydoğu illerinden okumak için gelmiş 8 liseli kız, bayram ve yarıyıl tatillerini bizim evde geçirirdi. Annemle babam onları evlatlarından ayırmazdı… 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne yakın oturuyorduk.
Anadolu bozkırından doktor olmak niyetiyle gelmiş kız talebelerse zaten evimizin birer ferdî gibiydi… 17 Ağustos depreminden annem çok etkilenmişti.
Önce eş dosttan topladıklarıyla bir tır dolusu yardımı götürdü İzmit’e. Yakınımızdaki devlet hastanesine depremden sağ kurtulan kimsesiz hastalar getirilmişti.
Annem onları ziyaret edip her türlü bakımlarını mutlulukla üstlendi, sağlıklarına kavuşana kadar depremzedeleri hiç yalnız bırakmadı…
Çocuk aklı işte, bazen yoğunluktan bunalır, kızardık bizimkilere. Meğer yavaş yavaş hem ferdi hem de toplumsal planda vicdanlı davranmayı, başkalarının dertleriyle, ihtiyaçlarıyla hemhâlliği öğretiyorlarmış bize.
Eskiler hissederek yaşıyor, iyiye ve güzele dair ne varsa böyle aktarıyordu gelecek nesillere. Şimdi ben de anneyim ama vicdanlı bir çocuk nasıl yetiştireceğim diye kara kara düşünüyorum.”
Hikâyesine yer verdiğimiz hanım sizce de endişelenmekte haklı değil mi? Modern zamanlarda insanlar vakitlerinin büyük kısmını televizyon-internet-akıllı telefonla geçiriyor, kapı komşusunun hatırını soracak zamanı kalmıyor.
Akraba ziyaretlerinin yerini çoktan AVM gezmeleri almış. İlişkilerde fedakârlık neredeyse enayilikle eş değer. “İnsan insanın kurdudur” felsefesiyle büyütülmüş kişilere göre herkes ‘çok tehlikeli’.
Daha çok kazanmaya odaklanmış tüketim canavarları için de başkalarının maddi-manevi ihtiyaçlarının ehemmiyeti yok. Dolayısıyla her geçen gün biraz daha fazla insan, vicdanının sesini duyamıyor; çocuklar merhamet, karşılıksız verme-sevebilme, şefkat, vicdan gibi kavramlarla tanışma fırsatını yakalayamıyor.
Yoksa mükemmel şekilde yaratılmış insan nasıl bu kadar duyarsız kalabilir ki hayata? Hâlbuki duyan, hisseden, farkına varan, vicdanlı insanlara ihtiyacı var toplumumuzun, dünyanın. Ancak onlar kötülükleri iyiye tebdil edebilir, kalpleri yumuşatıp gerçekleri tüm insanlığa gösterebilir.
70-80’li yıllarda çocukluğunu geçirmiş bugünün yetişkinleri vicdanlarının sesini duymayı anne-babalarından, komşu teyzelerden, mahallenin delikanlı ağabeyleri ile hanım hanımcık ablalarından öğrenebiliyordu.
Şimdi ise önce ebeveynlerin birçoğunun vicdanının sesini duyabilir kıvama gelmesi, ardından da çocukları için hayli çaba göstermesi gerekiyor. Aksi takdirde maşerî vicdanın sesi kısıldığında elimizde ne insanlığımız ne de dinimiz kalacak. “Peki, ben şimdi ne yapacağım?” diyenlere önemli uyarı ve önerilerimiz var. Her şey vicdanlı nesiller için…
Vicdan kelimesi, ‘vecede (bulmak)’ kökünden geliyor. ‘Merhamet’, ‘Koruyucu Psikoloji’, ‘Biraz Yağmur Kimseyi Islatmaz’ isimli kitaplarında vicdana sıklıkla vurgu yapan Prof. Dr. Kemal Sayar, bu kavram hakkında “Hakikati keşfetmek, insanın kendi dünyasındaki tutarsızlıkları fark edip iyiyi, doğruyu bulması.
Aynı zamanda yaptığımız iyi veya kötü davranışların tartıldığı, öz sevgimizin yeşerdiği, kendi kendimizi yargıladığımız, ceza verebildiğimiz yer.” diyor. Sosyolog, ilahiyatçı Ali Bulaç ise vicdanı “İnsanın kendi içinde bulduğu ölçütlerdir.” cümlesiyle tanımlayıp fıtratı işaret ediyor.
Vicdan içimizde bir nüve
Vicdan ne zaman konuşması gerektiğini çok iyi bilir, her zaman doğrudan, güzelden, haktan, samimiyetten yanadır. Bir yetimin-öksüzün başını okşayıp yaşlıya tebessüm etsek dahi ihmal etmez bizi. Tatlı, naif bir huzur bırakır gönlümüze. Hele de ‘Allah razı olsun’ nidasını işitsek kuş gibi uçacağız sanırız.
Hata mı? Kırmak mı? Sanki verdiği tüm güzellikleri bir anda alıverir. Gönlümüz yaptığımız hatanın şiddetine göre sıkılır da sıkılır artık. Sanki nefes alamayız, ne yapsak mutlu olamayız, ağzımızda kekremsi tat bırakır hayat. Bir yandan da konuşur durur bizimle.
Keskindir cümleleri. Ya dinleriz onu ya da içimizdeki sesi susturarak bildiğimiz yoldan gideriz. Tercih hakkı bizimdir. Onsuz hayat merhametsizliği, sevgisizliği, egoistliği, enaniyeti, acımasızlığı da beraberinde getirir. Böyle yaşamaksa ağır gelir bilene. Bu vicdanın gündelik hayat içindeki fonksiyonu. Bir de hem dinî hem de toplumsal işlevleri var.
Muhyiddin İbn Arabi’nin Fütühât-ı Mekkiyye, Fusûsu’l Hikem gibi eserlerini Türkçeye kazandıran İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Ekrem Demirli, İbn-i Arabi’nin de içinde bulunduğu İslam ahlakçılarının vicdanı referans noktası kabul ettiklerini söylüyor.
Onlara göre; vicdan bizi müteale (Yüksek, yüce varlık. Bilinenlerin en üstünü), yani Allah’a bağlıyor, oradan besleniyor. Yaratanla vicdan arasında ahitleşme var. Demirli’ye göre vicdan insanlık kıvamına giden yolda en iyi arkadaş: “Vicdanın imkânı akla göre çok geniş.
Akıl insanlarda farklı farklı. Kimi insan çok zeki kimi daha az... Ama vicdan herkeste var. Merhameti, doğruluğu, şefkati, fedakârlığı anlamak için bir mesleği icra etmeye gerek yok. Bunlar insanlık damarına hitap eden kavramlar, müşterek dil ve tüm dinler buna çok değer veriyor.”
Sosyolog Ali Bulaç, maşerî vicdanın karşılığını örflerde bulduğumuzu, örflerin insan ilişkilerini düzenleyerek önemli ihtiyaçları giderdiğini, topluma insaniyet ve hakkaniyet kazandırdığını anlatıyor. Çünkü bazı âdetler kötü olabilir. Ama örf tanım gereği iyidir.
Aynı zamanda toplum, vicdan, din ve aklın da kabul ettiği şeylerdir. Mesela komşuyu gözetmek, anne-babaya saygı göstermek, maşerî vicdanla teyit edilir. Ateist, Hıristiyan, Müslüman da; kadın, erkek de buna ‘kötü’ demez. Bize bu güzelliklerin örfle ilgili bir tutum olduğunu söyleyen ise vicdandır.
İnsan iyilik, güzellik adına tüm hasletleri bedeninde ve ruhunda tecelli ettirecek şekilde donatılmış. Vicdan da bizim doğuştan getirdiğimiz özellikler arasında. Yalnız diğerleri gibi o da nüve (çekirdek) şeklinde.
Yani geliştirilip büyütülmeye muhtaç. Aksi takdirde işlevini kaybediyor. Çocuklar hayatlarının üçüncü yılında eğer fıtratı bozulmamış ise vicdanlarının varlığını ebeveynlere hissettiriyor.
Mesela, hayvanlara neden zarar verilmemesi gerektiğini anlattığınızda tüm samimiyetiyle size inanıyor, birçok yetişkinden daha fazla hassasiyet gösteriyor. Burada kilit nokta çocuğun nasıl yönlendirildiği.
Çünkü günümüz şartlarında yanlış anne-baba tutumları, sosyal hayatın içindeki ‘diğer kişiler’in sıradan davranışları, tahammülsüzlükler, ‘Küçüktür anlamaz’ tarzındaki yaklaşımlarla o mükemmel varlık küçücük bir canavara dönüşebiliyor.
Hayvanlara, eşyaya, anne-babasına, kardeşine, kendine zarar veren, kimseye itimat etmeyen, çoğu zaman çevresine duyarsız kalan, herkesin yaka silktiği küçük insanlar vardır. Elbette ki onlar böyle değildi, biz onları bozduk. Belki bilmeden, belki de bilerek... Dolayısıyla vicdanın sesini kısan ebeveyn tutumlarını bilip bu minvalde kendimizi yenilememiz, çocuklara ona göre davranmamız büyük ihtiyaç…
En büyük ceza...
İsviçreli eğitim bilimci, tıp ve felsefe doktoru Hans Zulliger, ‘Çocuk Vicdanı ve Biz’ isimli kitabında çocukluk yıllarında vicdan oluşumu, vicdan çatışmasına yol açan nedenleri, itirafın zorluğu, kendi kendini cezalandırma gibi konuları ilk kez ele alan uzmanlardan biri (1960).
Zulliger’in kitabında vicdan mekanizmasını en çok olumsuz etkileyen durumun ceza olduğu anlatılıyor. Sebebini ise şöyle açıklıyor yazar:
“Biz çocukları eğitirken pek çok cezalandırma yöntemine başvururuz. Vicdan gelişimine böylece çok zarar veririz. Acele cezalandırmalarla çocuğun vicdanında hesaplaşmaya koyulmasını, bu yolla içindeki ahlaki yargı organında (vicdan) mükemmelleşmeye gitmesini önleriz. Çünkü çekilen cezadan sonra kişinin vicdanı olaya kapanır, kefaretini ödemiştir artık ve daha fazla üzerinde durmaz.”
New York University’de lisans ve yüksek lisans eğitimi almış Klinik Psikolog Reyhane Dağlar, cezaların çocuğu sertleştirdiği, ödeşmişlik hissi vererek rahatlattığı görüşünde:
“Cezayla bir sonraki hatayı işlemesini önleyecek pişmanlığı alırsınız çocuğun içinden. En büyük ceza, verilmemiş cezadır. Kişinin vicdanı içten içe yanar. Vicdan işlevselse döner dolaşır adaleti bulur. Anne-babalar, eğitimciler çocuğa yönelip ‘Bu davranış yanlıştı’ dese ve onu içindeki sesle yalnız bıraksa. Vicdan bu işi başarır, doğruyu bulur. Allah mekanizmayı kurmuş. Aksi her uygulama vicdanı sakatlıyor.”
Üstelik yapılan araştırmalara göre ahlaki değerler ceza ve öfkeyle verilmek istendiğinde çocuk ‘sadece’ kızma anına odaklanıyor. Ancak yumuşak sesle, empatiyle, iyilikle anlattıklarınız amacına ulaşıyor, çocuk duygusal olgunluğa eriştiğinde de (13 yaş ve üstü) öğrendiklerini ahlaki değer olarak özümsüyor.
Bahaneler vicdanı öldürür
Gündelik hayatta yaptığınız hataları kendinize ya da başkasına anlatırken ‘ama, fakat, lakin’ gibi bağlaçlarla başlayan cümleleri ne kadar az kuruyorsanız vicdanınızın sesini o kadar duyuyorsunuz demektir. Çünkü uzmanlara göre bahaneler vicdanı öldürüyor. Peki, bu bahaneler nasıl ortaya çıkıyor?
Tabii ki cezayla. Şöyle düşünün: Küçük oğlunuz/kızınız komşunun çocuğunu dövmüş, komşu da gelip etraflıca size şikâyette bulunuyor. O hınçla evladınıza haddini bildiriyorsunuz.
Çocuğun duygu dünyası bu esnada ciddi sarsıntı geçiriyor. Bu duyguyu atlatabilmek, vicdanına da cevap verebilmek için otomatikman ‘Ama annem de bana vurdu’, ‘Öyle demeseydi ben de arkadaşımın kafasına tekme atmazdım’, ‘Zaten annem hep böyle yapıyor’ gibi bahaneler üretiyor.
Böylece vicdanının sesini bastırmaya çalışıyor, bunu başarıyor da. Dolayısıyla içindeki sesi bahanelerle bastırabileceğini öğrenen kişi, aynı yöntemi her fırsatta kullanıyor.
Sürekli susturulan vicdan zamanla konuşamaz hâle geliyor. Hâlbuki yapılması gereken oldukça basit. Yaptığının yanlış olduğunu ikna edici bir şekilde anlatmak, hatasının farkına varmasını sağlamak. Ayrıntıları Klinik Psikolog Dağlar anlatıyor:
“Arkadaşına vurmak doğru değil. ‘Başka türlü acaba nasıl davranılabilirdi?’ diye hem kendisine sorun hem de siz doğru olanı belirterek çocuğa yardım edin. Zaten kendisiyle sakince konuşmaya başladığınızda hislerini ifade etmeye başlayacak, vicdanında o yanlışı görüp ‘Evet, öyle yapmayabilirdim’ diyecektir.”
Yalansız, riyasız olmak…
Akşam yemeğini hazırlarken yavrusu masada duran çikolatayı ister. Ebeveyn ‘Hayır, şimdi yemek yiyeceğiz’ diyerek sorun çıkmasını istemediği için çikolatayı alıp camdan dışarı ‘atıyormuş gibi’ yapar. Az sonra komşusu gelir. Onu güler yüzle karşılayıp ikramlarda bulunur.
Ama o gittikten sonra ‘Öf, kalkmak bilmedi’ der. Ya da bir tanıdığın evine taziyeye gider. Orada ağlayıp üzülür. Eve dönerken ‘Karısına az çektirmedi. Zaten akrabalar da sevmezdi onu.’ diye kritik yapar. Tüm bu samimiyetsizlik silsileleri ergenlik dönemindeki bir çocuğun (5-7 yaş arası da dâhil) yanında geçer.
Acaba çocuklar anne-babalarının pembe-beyaz yalanları, ikiyüzlülüklerinden vicdanen nasıl etkilenir? Cevabını Güney Kore’de eğitim almış, Ufuk Koleji’nde görevli Çocuk ve Ergen Psikoloğu Serpil Yeşilkurt’tan dinliyoruz:
“Doğallıktan uzak tavırlar, yalan söyleyen-samimiyetsiz insanlarla bir arada bulunmak çocuğun vicdanını katılaştırır, zehirler. Hiçbir vicdan, yalan, ikiyüzlülük karşısında sessiz kalmaz, rahatsız olur. Vicdanın konuşmasından bunalan kişi, sonunda o sesi bastırmaya ya da söylenenleri zihninde normalleştirmeye girişir. Bu da vicdanın dumura uğramasıdır. Üstelik çocuk yalan ve ikiyüzlülüğü de ebeveyninden öğrenir.”
Sanal dünya vicdanı yaralıyor
Moscow State Pedagogical University’de eğitim almış Psikolog Sinem Yersel, yaşanmış bir olayı anlatıyor:
“Sürekli bilgisayar oynayan 5 yaşındaki çocuğun babası vefat ediyor. Yakınları kötü haberi veriyor. Çocuk da ‘Bir canı daha vardır, bir şey olmaz’ diyor.” Klinik Psikolog Dağlar ise başka birinden bahsediyor: “Kuşu ölmüş. Annesiyle gömüyor, aradan biraz zaman geçiyor. Çocuk ‘Gidip bakalım canlanmıştır’ diye diretiyor. Gidiyorlar ama kuş kalkmıyor yerinden. Çocuk büyük hayal kırıklığı yaşıyor. Öldü diyorsun ama anlayamıyor.”
Sizce de yolunda gitmeyen bir şeyler yok mu? Her geçen gün hayatımız biraz daha gerçeklerden uzaklaşıyor. Tabii bu kötü gidişattan en çok da minikler, ergenler etkileniyor.
Çünkü daha gerçeklikle tanışmadan, ‘olmayan şeyler’in peşinden koşup gerçeklik algılarını değiştiriyorlar. Bu üzücü durumu da diziler, çizgi filmler, sanal oyunlar ortaya çıkarıyor.
Mesela şiddet içeren bir oyunda adam adama vuruyor, kafa koparılıyor, etrafa kanlar fışkırıyor, arkadan alkış efektleri geliyor. Dizilerde iki yetişkin birbiriyle kıyasıya dövüşüyor, bir sonraki sahnede her şey normalleşiyor.
Çizgi filmlerde de insana benzemeyen garip yaratıklar vuruyor, kırıyor, yaralıyor-yaralanıyor ama görüntü değişmiyor.
İşte asıl tehlikenin de bundan sonra başladığını söylüyor Klinik Psikolog Dağlar:
“Kan, bir insanın sakatlanması, ölmesi normal şartlar altında vicdanı harekete geçirecek durumlarken çocuk gerçeklik algısını kaybettiği için her şey sıradanlaşıyor. Vicdan o kadar hassas bir terazi ki bunu tartamaz hâle geliyor.”
Prof. Dr. Kemal Sayar tüm bunları “Vicdanın sesini kısan unsurlar.” diye özetliyor:
“Çocuklar normal şartlarda kendi dünyalarında karşılaşma ihtimalleri çok düşük imgelerle farklı bir gerçeklik kurar hâle geldi. Bunun yanı sıra, televizyonda şiddet içerikli, güvenilmez insanları, aldatmaları, yalanları izleyen çocuk, şiddeti uygulayan ya da şiddeti gören kişiyle özdeşim kurabiliyor.
Çizgi filmler, sanal oyunlardaki süper kahramanlar, şiddetten zarar görmeyen insanların varlığına inandırıyor onları. Böylelikle arkadaşlarına kolayca zarar verebiliyorlar.”
Hızı bırak, yavaşlamaya bak
Prof. Dr. Sayar, ‘Yavaşla’ kitabında hayatımıza dair önemli noktalara temas ediyor:
“Saplantılı zaman hastalığı bize hiç vaktin kalmadığını, acele etmemiz gerektiğini telkin ediyor. Bu aslında varoluşsal bir hastalığın habercisi. Tükenmişliğin son demlerinde insanlar, kendi mutsuzluklarından kaçmak için hızlanır. Hatırlamak istemediğimizi hızlanarak unuturuz.
Hızla gelen duygusal uyarı bolluğu, insanın dikkatini çeler ve onu kendi kırılganlığını fark etmekten alıkoyar. Telaş hayatı daha da yüzeysel kılar. Hız hayatı eksiltir. Yavaşlamak, anın keyfini çıkarmayı bilmektir. Ancak yavaşlayarak içimize bakabilir, hayatla konuşabiliriz.” diyor.
Hızın çocuk dünyasına verdiği zarara ise Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi Pedagog Adem Güneş ‘Çocukluk Sırrı’ kitabında değiniyor:
“Çocuk hızlı yaşamaya başladığında algılaması körelir. Bu hissetmeyi azaltır. Hissiyatı azalmış kişinin duygu dünyası yeterince hassas değildir. Duyarsızlaşma yavaş yavaş başlar. Anne-babalar evde çocuklarına sakin, gürültüden arınmış ortamlar hazırlamalı. Ancak o zaman yavaş, hissederek hareket edebilirler. Ebeveynlerin evlatlarına bırakacakları en önemli miras onları yavaşlatmaktır.”
Yavaşlamak üzerine bu kadar durmamızın sebebi, hızın vicdan gelişimine fazlaca zarar vermesi. Hatta Ali Bulaç hızın vicdanı öldürebildiğine dikkat çekiyor: “Haz ve hızın arttığı, bedenin ruhun önüne geçtiği bir dönemdeyiz. Bu, insanın manevi anlamda ölmesidir. Vicdanın kökeni nefha-i ruhtur, türevleri ise vicdandır, kalptir, heyecandır, tahayyüldür, nefistir, akıldır, düşüncedir. Bedeni hızlandırıp ruhu geride bırakırsanız vicdan da ruh da ölür.”
Uzmanlar, yavaşlığın fıtriliğine özellikle dikkat çekiyor. Fakat anne-babaların hiç bitmeyen ‘Hadi, çabuk, acele et’ uyarıları ya da ‘Uyuşuk’ eleştirileri yüzünden çocuklar çok hızlanmış ebeveynlerine ayak uydurmak zorunda kalıyor. Psikolog Dağlar, çocuklar adına son noktayı koyuyor: “Vicdanın sesini duyabilmek için durup düşünmek, duymak lazım. Çocukların bunu yapmasına izin vermeliyiz. Biz, vicdanın sesini dinlemek diyoruz buna ama pozitif psikoloji başta olmak üzere farklı ekollerde de bu uygulama var.”
Tuzak: Sahiplik duygusu
Can Yücel, ‘Bağlanmayacaksın’ şiirinde ne güzel söylüyor:
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin
Gökyüzünü sahipleneceksin
Güneşi, ayı, yıldızları
Mesela Kuzey Yıldızı, senin yıldızın olacak
‘O benim’ diyeceksin
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin
Mesela gökkuşağı senin olacak…”
Aslında burada şair, insanın yaratılışından getirdiği sahiplik duygusuna vurgu yapıyor. Fakat ilerleyen dizelerde bu fıtri duyguyu aslında çok da abartmamamız gerektiğinden bahsediyor.
Psikiyatr Dr. Hamdi Kalyoncu’ya göre toplumda vicdana en çok zarar veren unsurların başında ‘sahiplik duygusu’ var. ‘Benim olsun, çok olsun, yanımdakini geçeyim, yükseleyim’ gibi ideallerle kendini gösteriyor. Anne-babalar anaokulundan itibaren çocukları bu yönde motive ediyor.
Sonra da vicdansızlığa, duyarsızlaşmaya doğru koca bir kapı aralanıyor: “Yavrum seni severim ama başarırsan. Kısır döngü başlar; ‘Annem-babam beni değil, birinciliklerimi seviyor.’ Vicdana zarar verecek bencilliği de öğretiriz böylece.
Çocuklarımızı insan olsun diye değil, daha fazla kazansın diye okuturuz. Zamanla sahiplik duygusu o kadar kabarır ki başkasının elindekine de göz diker, kötü duygularını sahiplik duygusu üzerinden geliştirir. Ve tüm bunları yapabilmek için vicdanını bilerek, isteyerek öldürür çocuk.”
Her insan farklı farklı fıtratlarda yaratılmış. Bazı çocukların duruşlarında, bakışlarında bir naiflik, duygusallık vardır. Bazısı da oturuş kalkışıyla, ses tonuyla cevval... Ebeveynler kendi hayat tecrübelerinden yola çıkarak çocukları birtakım değişikliklere zorluyor.
Mesela duygusal, naif çocuklar hassaslıkları üzerinden terbiye edilmeye çalışılıyor. Anne, sözü dinlenmediğinde iki elini yüzüne yapıştırıp ağlıyormuş gibi yapıyor. Çocuk buna dayanamadığı için kendinden isteneni gerçekleştiriyor.
Hâlbuki o anda yetişkin ağlamıyor. Psikolog Reyhane Dağlar konuya açıklık getiriyor:
“Çocuğun vicdanı o an harekete geçiyor. Çünkü vicdan mekanizmasında bir de teselli etme duygusu var. Ağlayan kişiyi teskin etmeye çalışırken dikkatlice bakıyor ki ağlamıyor.
Ne oldu? Vicdan çocuğa yanlış hamle yaptırdı. Dolayısıyla daha sonraki ağlayanı çocuk teselli etmeyecek, işte vicdan bir işlevini daha kaybetti.
Ebeveynler çocuklarının vicdanını suiistimal etmemeli, her zaman doğal davranmalı. Gözleriniz yaşarıyorsa bırakın damla damla aksın yanaklarınızdan. İşte o an çocuğunuza en iyi vicdan eğitimini veriyorsunuz demektir.”
Çocuk, anne-babasının yankısıdır
Çocuk, biz tam fark edemesek de anne-babasının yankısıdır aslında. Çünkü insan hayata gözlerini onların yanında açıyor; genel tutumları, doğru ya da yanlışları onlardan öğreniyor.
İlk 4 yıl bebek için en önemli yıllar. Zira kişiliğini oluşturacak birçok özelliği bu zaman diliminde kazanıyor. Mesela yeni doğan bir bebek, annesini yürürken gördüğü için emeklemeyi bırakıp yürüme egzersizlerine başlıyor.
Ya da validesi konuştuğu için dudak okuyup garip sesler çıkarmaya çalışıyor. Bebek ebeveynlerden sadece konuşmayı, yürümeyi değil, hangi olaylara nasıl tepki vereceğini de öğreniyor. Mesela anne bir uğur böceği gördüğünde
‘Ne kadar da güzelsin. Seni çiçeklerin arasına koyalım da kimse üstüne basıp canını acıtmasın’ diye şefkatli, merhametli, vicdanlı bir davranış sergiliyorsa çocuk da bunu kopyalıyor.
Uzmanlar miniklerin sadece davranışları değil, ebeveynlerin vicdanlarını da kopyaladıkları konusunda hemfikir. Ortak tavsiye ise vicdanı hassas çocuklar yetiştirmek isteyen ebeveynlerin önce kendi davranışlarını, tepkilerini gözden geçirmesi...
Çocuk bakımında bize Batı kültüründen gelmiş ve anneler arasında oldukça yaygınlaşmış uygulamalardan biri de bebeklerin odasında yalnız bırakılarak ağlatıla ağlatıla uyutulması. Pedagog ve psikologlar buna karşı çıksa da birçok ebeveynde ‘uygulanabilir’ fikri mevcut.
Fakat uzmanlar çocuğun annesini çağırmaktan vazgeçmesini bir çözüm değil, önemli sorunların başlangıcı olarak görüyor. Sebebini Psikolog Reyhane Dağlar’a soruyoruz: “Eğer bebek en çok güveneceği kişiden daha ilk yıllarda vazgeçerse, müspet vicdan gelişimi engellenir. Çocuk annesinden duygusal açıdan ne kadar beslenirse vicdanı o kadar hassaslaşır, aksi takdirde de katılaşır.”
Gelişimi nasıl desteklenmeli?
Vicdan ruhsal bir potansiyel ve her insanda var. Ama süreç içinde ya geliştiriliyor ya da söndürülüyor. Vicdan mekanizmasının temelleri ise doğumdan hemen sonra anneyle bebeğin bütünleşmesiyle atılıyor.
Çocuk annesine ne kadar güvenirse; sevme, sevilme, merhamet, merak, korku gibi iç dinamiklerle birlikte vicdanı da gelişiyor. Çocuklar iki yaşın sonunda bazı eylemlerin anne-babasının hoşuna gitmeyeceğini öğreniyor.
Böylece iyi ve kötü arasında seçim yapabilecek bilişsel seviyeye de ulaşıyor. Vicdanlı nesiller için ebeveynlerin bebek doğduğu andan itibaren onu karşılıksız, katıksız sevebilmesi gerekiyor. Prof. Dr. Kemal Sayar ‘Yavaşla’ kitabında “Ancak layıkıyla sevilmiş çocuklar bıçağın kanatabileceğini, kötü sözün can yakabileceğini bilebilir.” diyor.
Dolayısıyla ilk aşama hata, saygısızlık, iktidar mücadelesi esnasında dahi çocuğunuzu içtenlikle sevebilmek, onu bir hayat yükü görmemekle başlıyor. Zira anne-babanın çocuğunu sevmesi fıtri. Oysa çocuğun ebeveyni sevmesi, onlara güvenmesi için sebeplere ihtiyacı var.
Çocuk güven duygusunu tamamlamış, gerçekten sevildiğini biliyorsa ebeveynin işi kolaylaşıyor. Çünkü küçük insanlar sevdikleri, benimsedikleri insanlarla özdeşim kurmakta hiç zorlanmıyor.
Hans Zulliger de “Özdeşleşmeyle birlikte çocuk ebeveynin ahlaksal tutumunu içe aktarır, duyup gördüklerini kendi vicdanının buyruğuymuş gibi hisseder. Yani iyi ahlak, dürüstlük kişisel istek, iradeden alır kaynağını. Hayatımızın ilk yıllarında vicdanımızdan gelen ses kendimize örnek aldığımız kişininkidir.
Ergenlik döneminden sonra içimizdeki ses bizimkine dönmeye başlar.” diyor. Bu aşamada önce anne sonra da baba ya da çocuğun bakımıyla yakından ilgilenen kişiye büyük görev düşüyor. Koşulsuz sevmek bugün birçok ebeveyne zor gelse de bahsi geçen kıvam kilit nokta.
Vicdan kaybediliyorsa...
Vicdanın işlevselliğini artırmak üzerine ailelerin çaba sarf etmesi gerektiğinden bahsetmiştik. Bunun gündelik hayat pratiklerine nasıl dönüştüğüne gelince… Mesela ailecek hasta ziyaretleri yapılabilir (7 yaşından küçüklerin çok kanlı veya ölümü yakınlaşmış bir hastayı ziyareti uygun değil). Yine hastanelerin acil servisleri de bu konuda biçilmiş kaftan.
Mezarlık ziyaretleri de vicdan gelişimini destekliyor. Yalnız ziyaret edilen mevta, çocuğun duygusal yakını, yani anne ya da babası değilse... Klinik Psikolog Reyhane Dağlar, önemli bir uyarıda bulunuyor:
“Çocuğun duygusal bağ kurduğu kişiyi mezarın içine koyarken gösterenler dahi var. O hâller 7 yaşından önce çok zararlı. Ama mezarlık ziyaretleri her yaşta yapılabilir. Ama ‘Dedeni bak buraya koyacağız, sonra da üstünü toprakla örteceğiz’ derseniz travmatik olur.”
Günümüz anne-babaları büyük şehirlerde trafik, kalabalık, iş stresi derken çok yoruluyor. Birçokları akşamlarını televizyon seyrederek, hafta sonlarını da alışveriş yaparak geçiriyor. Ahbap ziyaretleri, akraba toplantıları her geçen gün biraz daha nostaljikleştiği için çocukların farklı insanlarla farklı ortamlarda bulunma lüksü kalmıyor. Oysa vicdan gelişimi için bu da büyük ihtiyaç.
Yani manevi değerleri özümsemiş kanaat önderleriyle aynı ortamı paylaşmak çok etkili. Bu kişilerle çocuğun özellikle bir şey yapması gerekmiyor. Psikologlar sadece çocuğun gözlemlemesini, aynı ortamda oturup kalkmasını dahi ruhsal kopyalama için yeterli buluyor.
Eskiden annelerimiz çiçeklerle, hayvanlarla konuşur, hepsine farklı farklı isimler takardı. O zaman bu durumu tebessümle karşılasak da hayvan ya da eşyayla bütünleşmenin faydalı olduğunu öğreniyoruz bugün. Hatta uzmanlar vicdanlı ebeveyn rehberliğinde evcil hayvan bakımının da (özellikle kedi) önemine dikkat çekiyor.
‘Ne kadar da küçük, masum değil mi?’, ‘Karnını doyuralım, biz vermezsek aç kalır’, ‘Üşümüş. Onu sıcak bir yere koyalım mı?’, ‘O bize emanet. İlacını verelim de çabuk iyileşsin’ gibi yönlendirmelerse bu süreçte çok işe yarıyor.
Vicdan, duymayla çok alakalı. Dolayısıyla duyarsızlığın beraberinde hissedememe, empati kuramama, acımama, damak tadı ile koku hissinin yok olması şeklinde belirtiler sizde ya da çocuğunuzda varsa vicdanınızın sesi artık kısılmış demektir.
Klinik Psikolog Reyhane Dağlar, çocuk üzerindeki değişikliklerin basit bir gözlemle bile anlaşılacağı kanaatinde: “Çocuk vicdanının kaybolma süreci önemlidir ve bunun hissi muhakkak anneye ulaşır. Vicdansızlığa doğru giden birinin göz teması kaybolmaya başlar. Görmek hissetmeyi de beraberinde getirir çünkü. Hissetmemek için bakmaz.
Anne ‘Bu çocukta bir şeyler var; bakışı, konuşması değişti, saygısızlaştı, hiç yanıma gelmiyor’ diyerek hisseder. Bahaneler başlar. Ardından da kardeşine, arkadaşına, hayvanlara, eşyaya zarar verir, pişmanlık duymaz, acıya tepki vermez, etrafındaki herkese kendini kapatır.”
Vicdan aslında insanı insan yapan birçok mekanizmanın da kalbi hükmünde. Onda çıkan bir aksaklık beraberinde önemli problemleri de getiriyor. Hans Zullüger vicdanın teklemesiyle birlikte kişilik bozukluklarının da ortaya çıktığını söylüyor. Hatta toplumun yüzde 2-3’ünde görülen Borderline kişilik bozukluğu “Vicdanın üzerine beton dökmektir.” şeklinde tanımlanıyor.
Haberi okuyan anne-babalar muhakkak hem kendilerini hem de çocuklarını vicdani açıdan değerlendirmiştir. Eğer sonuç istediğiniz gibi değilse umutsuzluğa kapılmayın. Vicdan elbette ki tekrar canlanabilir. Yeter ki kısık da olsa bir ses duyun, herhangi bir ‘an’ın farkına varın. Devamı muhakkak gelir…
Vicdanla duyarlılık birbirine karıştırılmamalı
Çevrenizde çok ahlaklı, varlık karşısında büyük saygıyla eğilen, kainatı okuma yeteneğine sahip, dil, din, ırk farkı gözetmeksizin herkesi sevebilen insanlar vardır. Çoğumuz onların ‘vicdanlı biri’ gibi yaşadıklarını düşünürüz. Fakat herhangi bir dine mensup olmadıklarını öğrendiğimizde de şaşırırız.
Dolayısıyla dinle vicdan arasındaki ilişki kafamıza bir kez daha takılır. Dosyamızda dinin vicdanla bağlantısını zaten anlattık. Peki, bahsettiğimiz kişiler herhangi bir dinden beslenmeksizin nasıl bu kadar derinleşebiliyor dersiniz? Psikolog ve din adamlarına göre bu kişilerin vicdanları değil, hissetme mekanizmaları çok gelişmiş.
Çünkü vicdanın çalışabilmesi için kişinin elinde bir terazi bulunması şart. Eğer ölçü birimi (din) yoksa Kurban Bayramı geldiğinde hayvanların kesiliyor olmasına itiraz etmeleri muhtemel.
Klinik Psikolog Reyhane Dağlar: Vicdan iradeyle desteklenmeli
“Vicdan irade ile desteklenmediğinde kişi hayatta çok acı çeker. Ebeveynler yeni nesle hayatı çok güllük gülistanlık gösteriyor. Yaşamın acısını görmeyen çocuğun iradesi gelişmez. Böyle biri de her şeye sürekli ağlar. Daha da önemlisi vicdanın sesini duyar ama iradesini gösterip iyi ve doğrudan yana hareket edemez.
Dünyada vicdansızlar, ahlaksızlar, ölümler, öldürmeler var ve bunlar gerçek. Aslında Allah cebrî bir güçlendirme sistemini insan için hazırlamış. Sisteme dâhil olmak yeterli. Yaradan evlatlarımıza ölümü de tattıracak, kazaları da, anne-baba tartışmasını da, hastalıkları, yalnızlığı, çaresizliği de. Her şeyi kontrol etmeye, çözmeye çalışmak doğru değil.”
Ali Bulaç (sosyolog, ilahiyatçı): Vicdanı körelten modern eğitim
“Fert kadar toplumun da vicdanını körelten unsurlar var. Birincisi kültür ve eğitim. Çünkü modern eğitim-kültür; vicdan, fıtrat, nefs ve nefsin hâlleri gibi kavramları hesaba katmıyor. İnsanı bunların dışındaki bir organizma gibi tanımlıyor. Eğitim serüvenimizde vicdan ve fıtrat dışı kalmayı öğreniyoruz.
İkincisi siyasi sistemler vicdanı köreltiyor. Çünkü hepsi laiktir, dini referans almaz. Hâlbuki vicdanı ayakta tutan, harekete geçiren, kişiyi vicdanlı davranmaya sevk eden dindir. Vicdan denince derin kavramlar ortaya çıkmıyor. Özel alan ve bireyselliğe bırakılıyor. Hâlbuki vicdan tezahürlerini toplumda gösterir.
Bu özelliğini ortadan kaldırdığınız zaman fonksiyonsuz hâle gelir. Aslında vicdana en çok zararı liberalizm verdi. Çünkü düzeni rekabete ve çatışmaya dayalıdır. Güçlünün ayakta kalmasını öngörür. Sürekli rekabet edeceksin, yükseleceksin, başaracaksın.
Bunun ilköğretimdeki yansımasına baktığınızda çocuklar birbirini sınavda geçmeye çalışır. Aynı sırayı paylaştığı kişi arkadaşı değil, rakibidir. Büyümek, rekabet çatışmayı çıkarır. O da vicdansızlığı getirir.
Toplumun dine bakış açısı da vicdansızlığı pekiştiriyor. İktisadi, siyasi ve kültürel boyutlar hesaba katılmadan bir dil geliştiriliyor. Hâlbuki insan bu kadar soyut bir varlık değil. Sosyal çevre, iktisadi hayat, eğitim onun vicdanını etkiliyor.
Dini sadece vicdana hapsettiğimiz zaman fonksiyonunu gösteremez, onu politikalarla beslemek lazım. İnsanların birbirine yardımı teşvik ediliyor ama sistem eleştirisi yapılmıyor.
Komşuna, fakire, yetime yardım et, kömür-yiyecek dağıt, para ver ve her sene umreye git, kurtul. Sistem hep aynı. Bu, dine güveni de sarsıyor. Hâlbuki gelir bölüşümünü adil hâle getirip yardımlaşmayı teşvik etmek lazım. Beşerî ve evrensel bir vicdan hareketi başlatmak gerekiyor. Fakat bu liberal iktisat ve siyaseti teyit ederek değil, ona meydan okuyarak yapılabilir.
Bu da ancak dindarların yapabileceği bir şey. Fakat onlar da son yıllarda vicdanlarını kaybetti. Dini vicdanlarına indirgeyip sisteme dâhil oldular. Sorgulamadan ondan istifade etmeye başladılar, yoksulları ve ezilenleri unuttular. Dindarlar vicdanlı hareket etseydi sistem içinde bir dönüşüm gerçekleşebilirdi. Toplumda statü farkı çok fazla.
Gettolar hayatın her yerinde. İnsanlar kitleler hâlinde, iç içe yaşıyor ama birbirleriyle temasları yok. Her şey rasyonalize edilmiş. Sürpriz yok hiç. Aynı iktisadi gelir seviyesine mensup çocuklar aynı ortamı paylaşıyor. Belki de ilk yapılması gereken toplum arasındaki temasın sağlanması.”
Doç. Dr. Ekrem Demirli: Din ancak vicdanla içselleştirilir
-Vicdanla dinin ilişkisi nedir?Vicdanımız bağlayıcılığı bulunmayan sezgilerimizi (ilham) içerir. Mesela dışarıda haksızlık var, rahatsız oluruz. Zira vicdanımız hep merhametten yanadır. Ama bunu tam tanımlayamayız.
İbn-i Arabi
“Vicdanımızla sezdiklerimizi din tarif eder.” diyor. Din aslında
vicdandaki belirsizlikleri netleştiriyor, gerçekliğe oturtuyor. Dinin
zemini insan fıtratı. O fıtratı belirginleştirmek için din geliyor.
İbn-i Arabi geleneğinde terazi örneği çok önemlidir.
Terazinin bir
kefesi vicdan diğeri de dindir. Eğer iç terazimiz yoksa sadece dış
teraziyle aslında sahici bir din yaşayamayız. Dış terazimiz yoksa kendi
illüzyonumuzdan çıkıp gerçeğe kavuşamayız. Ama dış terazinin söylediği
şeyi içselleştirmek için de içtekine ihtiyaç var. Ahlak, din ve sosyal
hayat bu bakış açısıyla çok büyük ivme kazanır.
-Dinin doğruladığı her şey vicdani midir ya da vicdanın doğruladığı her şey dinî mi?
Aslında böyle olması beklenir, çelişki varsa sorun da kaçınılmazdır. Aynı tartışma akıl-vahiy arasında da var. Aklımızın doğruları mevcut. Vahiy de doğruları söylüyor.
Normalde bu iki doğrunun kesişmesi lazım.
Ama aklına güvenenler vahyin doğruluğunu kabul etmiyor. İslam
düşünürleri problemi akılda aramamızı söylüyor. Eğer salt akıl olsa
(örflerden, alışkanlıklardan, duygularımızdan, yaşadıklarımızdan
etkilenmeyen) çelişmez hiçbir bilgiyle. Acaba aceleci bir insanın
aklıyla serinkanlı birininki aynı mı çalışır?
Hayır. Yani, akılla vahiy
arasındaki çelişkiye gelmeden önce akıllar arasında çatışma vardır. Aynı
şeyi vicdan için de düşünmemiz lazım. Eğer üzerindeki perdeler kalkarsa
vicdan o zaman teraziye döner.
-Modern dünyada vehimlerden, kaygılardan, enaniyetlerden sıyrılıp saf vicdanla yaşamak mümkün mü?
Gerçek vicdanı yakalamanın zorluğu onun imkânsızlığı anlamına gelmez. Dinin varlığı buna delildir. Din yaşanmak için geldi. Yani vehimlerden, korkulardan kurtulmuş, merhametli, billur bir insan yeryüzünde yaşayabilir.
Ya da aklı dış tesirlerden kurtulmuş kişiler yeryüzünde var
olabilir. Ama modern insanın durumuyla dinin söylediklerinin
irtibatlandırılması lazım. Bence bütün çağlarda yaşamak zordu. Mevlana,
Yunus Emre döneminde de. Nasıl ki vicdanda ortağız, olumsuzluklarda da
biriz.
Sebepler farklılaşsa da özü aynı hayatın. Salt vicdan mücadeleyle
kazanılacak bir şey. İnsan olmak Allah’ın lütfuyla beraber çok emek
ister. Modern çağda insan doğduğumuzu ve öyle yaşayıp öldüğümüzü
zannediyoruz. Hâlbuki dünyaya geldiğimizde insan adayıyız. Yaşarken
insan oluyoruz ya da olamıyoruz. Bu zorlu yolculukta en önemli
arkadaşımız vicdan.
-İnsanlık kıvamından bahsettiniz. Cahiliye dönemi geliyor aklımıza. Burada vicdanın fonksiyonunu nasıl görmemiz lazım?
Kız çocuğunu diri diri gömenler var. Ama herkes böyle değil. Araplar güven gibi bir erdemin farkında. Emin ismini veriyorlar Efendimiz’e (sav). Mekke’ye gelen zayıf insanları korumak için Hulfü’l-Fudul cemiyetini kuruyorlar. Onlar merhametin, sabrın, yardımlaşmanın, başkası için verebilmenin güzelliklerini biliyor, yaşıyor.
Dinin insanları
değiştirmesi vicdanın hareketlenmesiyle mümkün. O süreçte inananlar
insanlık kıvamı için çabalıyor. Vicdana, fıtrata hitap ediyor Efendimiz
(sav). Bazılarında güzel duyguların üstü örtülmüş. Yoksa emaneti hiç
bilmeyen bir topluma emanet öğretilemezdi.
-Vicdan nüve şeklinde her insanda var. Onu nasıl geliştirip besleyeceğiz? İslam düşünürleri bu konuda ne diyor?
Doğduğumuz andan itibaren aslında bizde insanlık çekirdeği var. Kul Allah’ın suretinde yaratılmış. Bunu Esmâ-yı Hüsnâ’dan biliyoruz. Allah’ın isimleri aynı zamanda ahlak ilkelerimiz. Bu nüve kendi başına da bir ölçüde gelişebilir.
Mesela kişi inançsızdır ama merhameti, sabrı
kendinde geliştirmiştir. Hayatta yaptığımız tüm işler aslında içimizi
besler. Fakat İslam âlimleri “Bu nüve en iyi din içinde gelişir, yerli
yerine oturur.” diyor. Merhamet tam bir merhamet olur.
Tamlığı da şu
demektir; birincisi herkese karşı merhamet. İkincisi bu merhamet Kerim
Allah’a bağlar bizi. Ahlak insani ilişkilerimizde kalıyorsa İslam
düşünürlerine göre üzerinde konuşulacak bir şey yoktur.
-Günümüz insanının vicdani hassasiyetlerini nasıl gözlemliyorsunuz?
Vicdan müşterek bir dil ise zamana ve mekâna göre değişiklik olmaz. Ama günümüz insanında şöyle bir sorun gözlemliyorum; Suriye, Arakan, Mali’de yaşananları televizyondan izliyoruz. Bizim için var ama yok gibiler. İzlediklerimiz tam dokunmuyor yüreğimize, vicdanımızı harekete geçirmiyor.
Gördüklerimiz gerçekle yok arasında kalıyor. Bir de bu
sorunlar çözülmediği için zamanla duyarsızlaşıyoruz. Türk toplumu
yeterince organize değil. Mesela vatandaş yetimhanedeki çocuklarla
ilgilenmek istiyor ama bunu nasıl yapacağını bilemiyor. Vicdanımız
harekete geçtiğinde bunun hakkını verebilmemize olanak sağlayacak kişi,
birim ya da kurumlara ihtiyaç var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder