Popüler Yayınlar

14 Nisan 2013 Pazar

BAHARIN SIRRI


14 Nisan 2013


Kulağından gaflet pamuğunu çıkar, bahçedekilerin konuşmalarını dinle! Mevlânâ Celaleddin-i Rumî
Hırsız geldi; aldı bütün varlığımı…

Dalımdaki yaprakları, fidanımdaki gülleri; hepsini aldı götürdü. Ses çıkarmadım, sabrettim. Ölmüş taklidi yapıp, rüzgârına bile dayandım. Yağmurunu, karını âbıhayat diye içtim.

Kuzgunun sesi bile ürkütmedi beni, bülbül sesiymiş gibi dinledim. Nasıl her geceden sonra bir sabah varsa, bu hırsızı kovacak bir bekçi de gelecek elbet; hiç şaşmadı ki ezelden beri.

“Haydi dostlar, uyanın!” Evet, bu bekçinin sesi, sabrın bir müjdesi. Hırsız duyar duymaz varını yoğunu bıraktı da kaçtı. Ağaçların meyvelerini çalan, bitkilerin yeşilliğini kurutan kış, getirdiklerini bana kaptırdı da gitti.

Çayırlar, çimenler esen rüzgârla dalgalanıyorlar. “Deniz” tarafından bir dostluk havası esip gelmede. Denizden gebe kalmış bulutlarda, gelinin gözündeki ağlayışa benzer bir yaş var.

Şu esip duran rüzgâra bak! Çiçek tozlarını alıp da nasıl dallara, topraklara götürüyor! Gebe kalıyorlar her biri sırlara. Zambaklar kılıçlarını bileylemişler, Zilfikâr'a dönmüş her biri.

Gül bahçeleri, mis kokulu yeşil bitkiler çıkmışlar saklandıkları yerden. Tohumlar zindanlarından kurtulmuş, hırsızdan kalan ganimetle.

Lâlenin yanakları parlıyor, ancak hırsız varken bir anlık ümidini kaybettiği için boynu bükük.

Sümbül lâleye bakıp; “Vefakârlığını tazele!” deyip durmada.

Gülün güzelliğine ise diyecek yok, değil kış hırsızına, bedenindeki dikene bile sabretmede.

Nergis, yanına gelen bülbüle; “Artık ötmeye başla; şu aşkı tazele!” diye göz kırpıyor.

Van gülü, sakız gülü, yasemin hep birden bülbüle; “Hayır!” diyorlar, “Hayır; sus; sus da susmadaki feyzi gör, sırrı açığa vurma!” Nergis süsene sesleniyor bu sefer; “Haydi, yüzlerce dili olan süsen, sen bari sessiz durma; şu devlet kuşunun sırlarını anlat!”

Süsen, “Sus!” diyor Nergise, “Sus, aşktan başım dönmüş, kendimde değilim; dilimden yanlış bir söz çıkar!”

Bu kez süsen, nergise çıkışıyor: “Bırak herkese lâf yetiştirmeyi; bırak da, çiçeklere ipek elbiseler giydiren o büyük Padişah'a yönel, niyazda bulun!

Bak şu asmalara, yüzlerini yere kapamışlar, bu niyazlarıyla korukluktan kurtulup, tatlı üzüm haline gelecekler.”

Bu sırada ötmekten yorulan bülbül sesleniyor güle; “Hadi ben yoruldum biraz da sen dile gel, anlat Sultan'ın sırrını!”

Gül; yine sarhoşsun, sarhoşsun sen, diyor ve ekliyor; “Ben demedim mi sana, o kadar sırları açığa vurma!

Bak bu dilin yüzünden taliplerin çoğaldı, herkes senin peşinde.”

Bülbül kısık sesle; “Tamam ben boşboğazlık ettim, Sultan'ın sırrını söyledim. Peki, sen niye böyle açılıverip içindeki sırrı açığa vurdun! Ben miyim tek suçlu şimdi!”

Durmuyor bülbül, sesinin alabildiğince bağırıyor bu sefer: “Gelin, gelin; toplanın ey âşıklar! Koklayın şu gülün ağzını, ben mi içmişim sır şarabını yoksa o mu? Kimin ağzı kokuyor bakın!”

Bu sırada ağaçlar da boş durmuyor. Çınarlar def çalmaya başlamış, çamlar el çırpıyor; söğüt ağacı başını sallaya sallaya; “Kış ejderhasının elinden kurtulduk, bahara tekrar kavuştuk.” diye şarkılar söylüyor.

Başını göğe kaldırmış selvi, söğüt ağacının şarkısını kesiyor; “Neden bodur bir haldesin sen öyle! Niye benim gibi başını kaldırıp da dua etmiyorsun?”

Söğüdün kolu kanadı düşüyor yere, üzülüyor; anlamamış selvi kendisini. Alçak bir sesle cevap veriyor, tek cümleyle: “Ben bu gönül alçaklığını akarsudan öğrendim de ondan!”

Kavak dayanamıyor bu suçlamaya. Kendisi de maruz kalıyor bu iftiralara hep: “Niye böyle uzayıp gidiyorsun! Bu kadar boyun posunla ne çiçeğin var, ne meyven!”

Haykırıyor boşluğa doğru kavak: “Eğer benim çiçeğim, meyvem olsaydı, sizin gibi benliğe kapılırdım! Evet, yukarıdan bakıyorum; ama kendini görenleri, benliğe kapılanları seyredip duruyorum!”

Bu sırada narla ayva ise kendi dünyalarında; sakin sakin konuşuyorlar. “Benzin neden sarı?” diye soruyor, nar ayvaya: “Senin yüzünden, içinde sakladığın o inci taneleri yüzünden!”

Nar tekrar soruyor: “İçimde sakladığım incileri nasıl oldu da bildin, kıskandın mı?” Ayva; “Sanki tüm sırlar sende! Kabına sığamıyor, gülüp duruyorsun.”

Üzülme, üzülme, diyor nar ayvaya; “Üzüntünden sarardın belki, ama içindeki çekirdeğinden de mi haberin yok? O da senin incin, senin sırrın; kendi madenindeki cevheri gör, başkasına bakmadan önce!”

Tatlı elmayla turunç da kendilerince kıyas peşindeler. “Niye canın böyle sıkkın?” diyor elma turunca. Neden olacak, diyor turunç kibirli bir ses tonuyla; “Rengim ve güzelliğim yüzünden, kem gözlerden korkuyorum.”

Gülüyor elma, alaycı bir şekilde; “Renginden önce içine bir bak! Bu acılıkla ancak dış görünüşünle kandırabilirsin âşıkları, sonrasında atar fırlatırlar bir kenara seni.

Ya tatlı bir cinsine ulaşır, olgunlaşıp âşıklara gıda olursun, ya da sûret-perestlere av.”  Bu sefer su kabağı alıyor sözü: “Şu kavun karpuz gibi dünya toprağında yatıp kalmadım, gökten sarkıtılan ipe tırmanıp olgunlaşmaktayım. Kendimi tamamen yok edip, içimi boşaltayım da susuzlara sâkî olayım!”

Bu sözü işiten kavunlar, karpuzlar gülüyorlar bu câhilâne kıyasa: “Biz hac kervanlarında yaya kalmış hacılar gibi, yavaş yavaş gidiyoruz.

Ama öyle duruyorlar da olgunlaşmıyor zannetme bizi! Ashâb-ı Kehf gibi yatmışız belki, ama uykuda bile yol almaktayız. Biz Sultan'ın sırrını almışız da tâ gönlümüzün içinde saklamışız. Zamanı gelince hırkamızı parçalarız da susamışlara gıda ederiz.”

Bu tartışmalara “Gül” koyuyor son noktayı: “Susun, susun; Padişah'ımız kimimizin içine gizlemiş sırrı, kimimizin dışına; kimimizin meyvesine gizlemiş, kimimizin yaprağına. Ayrı gibi olsa da birdir hepimizin sırrı. Sırlardaki mârifet bizden değil Güneş'tendir, Bir'dendir.”

Bahçedeki ağaçlarda bu konuşmaları dinlemekte olan kuşlar birbirlerine bakıyor, utanıyorlar; çünkü kendileri de benzer kıyaslarla bir tartışma içindedir.

Benliklerinden vazgeçiyorlar; bülbül kargaya yaklaşıyor, şahin kumruya… Leylekten hüdhüd kuşuna kadar hepsi birbirinin dizinin dibine oturuyor.

Leyleğin “leklek” nidasıyla başlıyorlar tesbihe. Hepsi kendi dilinden, farklı tonda; ama hepsi “Bir”lik makamında…   

“Saba rüzgârı ile neşeli neşeli sallanan ağaç dallarından zikri öğren sen!
İçindekileri boşalt, sıkıntılarını at; onlara katıl, onlarla oynamaya başla sen!
Kulağından gaflet pamuğunu çıkar, bahçedekilerin konuşmalarını dinle!
Uzakta arama, yakınında bulunan bitkilerden, hayvanlardan gelen sesleri duy sen!”

*Doç. Dr., Selçuk Üniv. Mevlânâ Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder