16 Nisan 2013
Bahara dönen günlerin gecelerinden biri. Yaz sıcakları tomurcuklanıyor gibi.
Soğuk hissettiriyor fakat üşütmüyor.
Salonun ortasında çiğköfte yoğuran arkadaşın terini bir başkası siliyor. Kerevetlere oturmuş tanıdık, yarı tanıdık, nihayet insanlığın ortak hikâyesinde tanıdık simalar. Biz de bir köşeye oturuyoruz.
Çaylar geliyor, birazdan köfte de gelecek. Selam, hatır, ortam seslerle ısınıyor. İnsanlar konuştukça yakınlaşıyor. Bu tür mekânlarda çok sürmez, ses müziğe dönüşür. Nitekim öyle de oluyor.
Önce birisi başlıyor, sonra diğerleri ona katılıyor. Türkçe, Kürtçe türküleri bir de Arapça hüzünlü bir şarkı takip ediyor. Güçlü ezgilerin ne söylediğini anlamak için dil bilmeye gerek yok, “ses” zaten inişleri, çıkışları, vurguları ile her şeyi anlatıyor.
Mekânda farklı siyasî gelenekten insanlar var. Bunun anlamı, hepimizin zihninde o geleneğe ait “kimlik” konularına ilişkin canlı bir repertuvarın olduğudur.
Terör, acılar, PKK, Türk ve Kürt milliyetçileri, liberaller, sosyal demokratlar.. Bizi bir araya getiren “dostlar arasında olmamız.” İnsan, dostlar arasında olduğunda ortaya söylenen türkülere, müziğe sarılmış duyarlılıklara, yüzlerde beliren, değişen, dönüşen mimiklere, jestlere daha bir sempatiyle bakıyor.
Bu ülkede başka bir bağlamda belli siyasî grupların –elbette farklı nedenlerle- tepki göstereceği, düşmanca bulacağı ortam, burada kendi doğallığında akıp gidiyor. Müziğin diline değil ne anlattığına yönelik bir dikkat öne çıkıyor. Şartlı refleksleri aşmanın yollarından birisi de bu.
Kürtçe bilmeyenlere teması anlatılıyor: “bir aşk türküsü”, “bütün aşk türküleri gibi konu ayrılık”. Eh, insan dil bilmese de dilin anlattığını biliyor.
Mevlânâ'nın dediği gibi, herkes kendi dilince söylüyor ama söylenen aynı söz. Dikkat müziğe değil dile olsa ve o dil terörün, dramların eşliğinde hatırlansa, böyle bir zihin için ne konuşulduğu değil, kimin konuştuğu değil, sadece o canlı bağlama yerleşmiş dilin tehdit ediciliği gelecektir.
Burada öyle olmuyor. Çünkü zımnen biliyoruz ki buradaki herkes çözüm sürecinin başarıya ulaşmasını istiyor. Bu ülkede insanların kardeşçe yaşamasını, kader ortaklığı üzerinden geleceğe uzanmasını istiyor.
Teröre sempati gösteren, ama, fakat bağlaçlarıyla ona gerekçeler üreten bir akıl yok. O yüzden diller, sözler, diller ve sözler üzerinden insanlar birbirine karışıyor.
Açıkçası tek başına olgular anlam taşımıyor, onlar hangi değerlerin eşliğinde ortaya çıkıyor, nasıl bir akıl ve kalp onlara eşlik ediyor, bu önem kazanıyor.
İlk türküyü söyleyen, ben diyor, Ahmet Kaya'yı çok severim. Sonra onun “kafama sıkar giderim” türküsünü söylüyor. Hemen hemen herkes eşlik ediyor.
Anadolu delikanlılığı, aşk, kırgınlık, yenilginin hüznünden kristal bir acı çıkartma girişimi... Kaya'nın siyasal göndermelerle dolu türküleri de bu ağızlarda artık farklı bir anlam taşır.
Eğer böyle bir ortak mecra olmasaydı, bir imkân olarak sürekli çözüm süreci bu ülkenin ufkunda olmasaydı, bu insanlar nerede olurdu acaba? Hangi siyasî çizgide, nasıl bir anlatıyı telaffuz ederlerdi?
İnsanlar burada oturup anayasa yazmaya kalksalar farklı yazarlar. Yasaları düzenleseler farklı düzenlerler. “Devlet bizim devletimiz, hepimizin devleti.”
Türklükle meselesi olanın burada yeri olmaz, Kürtlükle meselesi olanın da. Kimlikler zaten Allah'ın takdiri, insana kalan onun içini nasıl dolduracağı.
Kimlikler farklı olsa da içini insanlıkla olduğu kadar düşmanlıkla doldurmak da mümkün. Unutmayalım, bu iş tek başına değil mütekabil ilişkilerle olur.
Bu akşam, bahara dönen bu vakitte başka mekânlarda insanlar başka sözler için bir araya gelmiş olabilir. Siyasal dil öbekleri, gündelik hayatta karşılıklar yaratır.
“Ülkenin varlığı tehdit atında, ihanet, yalan, entrika...”
Böyle bir dil üzerinden hüzünlü dayanışma ayinleri yapanlar, “bu ülkeyi savunmak kala kala bizlere kaldı” diyerek “gerekirse can vermeye hazır olma”nın coşku dolu duyarlılığında konumlarını daha da keskinleştirenler.. onlar da bir başka mecrada yürüyorlar.
Ancak aradaki önemli fark şu: Onlar çözüm sürecini tahayyül ederken zihinlerinde çok canlı bir “düşman” imgesi var.
Dağda, elinde silahla dolaşan teröristler ve onlarla sonuna kadar birlikte gitmeye azmetmiş, yemin etmiş stilize kalabalıklar...
Yanlarında yörelerinde çözüm sürecinin birlikte yaşama anlayışına akıllarını ve yüreklerini koymuş insanlar, gerçek insanlar, farklı dillerde türkülerini söylerken bu bayrak altında birlikte yaşamaya inanan insanlar yok.
İmanlarını, bu ülkenin toplumsal gerçekliğini oluşturan farklılıklardan değil, aynı sözleri telaffuz eden grupların keskinliğinde bileyliyorlar.
İnsanlar gibi siyasal gruplar da dillerini “ilişkisel bir şekilde” oluştururlar. Kimlerle konuşuyor, görüşüyor, kimlerle bir arada bulunuyor, rüyalarını kimlerle paylaşıyorlarsa bu ilişkinin getirdiği bir canlılıkta var olurlar.
“Hep aynı sözler, aynı nefes, aynı kalp” dünyanın tam da o şekilde kavrandığı, dünya bunu tekzip ediyorsa, böyle bir dünyayı kurmanın “namus borcu olduğu” bir anlayışta saf tutarlar.
Farklılığı, aman benden uzak olsun, ben de uzaktan sadece saygı duyduğumu ifade edip geçeyim, denilerek “ilişki”nin ötesine fırlatanlar, farklılıkla ne yapacaklarını bilemezler.
Doğrusu, toplumu rüyalarda kurmak değil, toplumun gerçekliği üzerine kurulu rüyalarla davranmaktır.
Sözler bize anlamları saklamak için verilmemiştir, diyor Saramago. Ama çatışma dönemleri, siyasî hesapların insan hayatının önüne geçtiği savaş dönemleri, sözlerin anlamlarını perdeler, onları dönüştürür, belli amaçların aracı kılacak şekilde köklerinden kopartarak başka bir bağlama taşır.
Çatışmanın ya da barışın dayandığı toplumsal/siyasal bir zemin vardır. Şunu düşünmeliyiz: Hangi zemin daha toplumsal gerçekliği kucaklıyor, insanların en büyük öbeğini içine alıyor? Bir ülkenin çıkarı büyük çoğunluğun çıkarıdır, gerisi kurmacadır.
Dil malum, varlığın evidir, dünyanın tercümesidir, dilin kadar varsındır, evet, aynı zamanda dil ortak bir yanılsamadır.
Onu yanılsamadan çıkartıp hayatın karşılığına dönüştüren gerçeklikle sınanmış anlamların varlığıdır. Dilden hayata değil hayattan dile geçmek gerekir.
Bahara dönen bir vakitte hayata ilişkin iki kesit, iki farklı mekân, iki farklı duyarlılık biçimine değindim. Soyut sözler, parlak kavramlar hangi hayatın soluğu içinden çıkıyor, insanın canlılığından payına ne düşüyor?
Buna dikkat çekmeye çalıştım. Bu ülkeyi kucaklayan toplumsal bağlamı bulmak, aynı zamanda çözüm sürecinin anlamını bulmaktır.
Yoksa herkes yetmiş beş milyonu kucaklamaktan bahsedebilir ancak yer aldığı bağlam bu nüfusun onda birini bile kucaklamaya yetmez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder