23 Nisan 2013
Gelişmiş ülkelerde, iki önemli türü bağlamında, “üniversitelerin kalbi”
(üniversite kütüphaneleri) ve “halk üniversitesi” (halk kütüphaneleri)
unvanlarıyla taçlandırılan kütüphanelerin, ülkemizde, sadece her yıl
kutlanan Kütüphane Haftası çerçevesinde hatırlandığı acı bir gerçek.
Bu durumun bir örneği yılın ilk günlerinde yaşandı. Takvimler 22 Ocak'ı gösterirken, son dakika haberlerine yansıyan görüntüler, ülkenin geçmişine ve İstanbul'un tarihsel dokusuna hayran olanların da yüreğine kocaman bir alev topunu düşürmüştü bir anda. Galatasaray Üniversitesi'nin Beşiktaş'taki tarihi binalarında yangın çıkmıştı ve bina alev ağlayarak yansıyordu ekranlara. Kontrol altına alındığında gece yarısını geçmişti.
Karanlığa gizlenen tablo, gün ağardığında kapkara bir hüznü resmediyordu, fakat acı bununla sınırlı değil, daha da derindi. Yangının başından beri verilen haberlere de yansıdığı üzere, binada bulunan bir kitaplık da yanmıştı. Kitaplığa, birçoğu nadir eser olan kitaplarını bağışlayan Prof. Dr. İlber Ortaylı'nın ses tonu ve yüzündeki ifade felaketi tanımlamaya yetiyordu.
Binayla ilgili olarak, “bu ‘kaza' sonrasında, yerine yüksek getirili bir tesis yapılabilir mi?” şeklindeki ‘kocaman acaba'ya, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı ‘asla' şeklinde cevap vererek, bina boyutunda olumlu konuşsa da, maalesef bu durum, İlber Ortaylı Kitaplığı ile ilgili olarak söz konusu değildi.
Çünkü yaklaşık 6 bin kitap alevlere yenilmiş ve kullanılamaz hale gelmişti. İlber Hoca, olayın sıcaklığının geçtiği günlerde dahi üzüntüsünü gizleyemeyerek, “Keşke şu kütüphane başka yere kurulsaydı. Binanın ikinci katı çok tehlikeli...
Çok eski usullerle yapılmış bir kütüphane burası. Şu an itibarıyla ancak 50-60 kadar kitap kurtarabildik. Fakat diğerlerinden umut yok gibi.” diyordu basın mensuplarına. Tarihte İstanbul'da çok sayıda kütüphanenin yandığını hatırlatan Hoca, Türkiye'nin kütüphane medeniyetine yükselememiş bir ülke olduğu için, tarihi değerlerine de sahip çıkmadığını; bu bağlamda, Türkiye'de güvenilir bir kütüphane olmadığını belirtiyor ve “Maalesef kütüphanelerimizi koruyamıyoruz. Bu nedenle de hâlihazırda Türkiye'nin iyi denilebilecek kütüphaneleri de yok. Yani Galatasaray Üniversitesi'nde kitaplar yandı ama diğer kütüphaneler çok iyi dememiz mümkün değil.” diye de ekliyordu.
“Kütüphanelerimizi koruyamıyoruz” sözünden hareketle, ülkemizde kütüphanelere verilen “değer”e bakıldığında, maalesef, Hoca'yı haklı çıkaracak çok sayıda örnekle karşılaşmak mümkün. Her şeyden önce, elyazması ve nadir eser mevcudumuzun tam olarak bilinmediği gibi bir tablo var karşımızda.
“Kütüphanelerde, sahaflarda ve evlerde ne kadar yazma ve nadir eser var?” sorusu, yıllardır cevap bekleyen kocaman bir sorudur. Bu konuda geçmişte yapılan toplu katalog çalışmaları da yeterli değil.
Kütüphanelerimizde bulunan ve çeşitli nedenlerle dijitalleştirilemeyen yazma ve nadir eserlerin büyük risklerle “yaşadığı” bilinen gerçeklerden. Yapılan çalışmaların da uygunluk çalışması yapılmadan, teknolojinin geldiği nokta itibarıyla ‘ilkel' yöntem ve araçlarla standart dışı bir şekilde sürdürüldüğü de düşünülürse, bu kıymetli eserlerin fark edilmeyen ne büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğu kolayca anlaşılabilecektir.
Riskin büyüklüğünü ortaya koyan acı bir bilgi de, Türk Tarih Kurumu Başkanı'nın bir röportajdaki (Zaman-Pazar eki, 27.1.2013, s. 7) şu sözleriyle beyinlerimizin içine sokuluyordu adeta: “Mesela, kütüphanemiz var, dünyanın sayılı kütüphanelerinden. Ama kütüphanede bir yangın çıksa, değil söndürmek, içeri bile giremezsiniz. Girseniz boğulursunuz. İçlerinde 1400'lü yıllardan kalma 1800 adet yazma eser var.”
İnanabiliyor musunuz? Devletin önemli bir kurumunun kütüphanesinde, 1400'lü yıllardan kalma 1800 adet yazma eserin de yer aldığı çok değerli eserler var ve bunları korumada yetersizlik söz konusu. Bu hazin tabloya, işaret edilen risklere ve İlber Hoca'nın “koruyamıyoruz” şeklindeki acı sözüne karşılık, ülkemizde, internet ve Google bağlamında teknolojiye güzelleme düzenler, her ikisinin de merkezi olan Amerika Birleşik Devletleri'nde kütüphanelere -hâlâ- verilen değeri incelemeliler bir zahmet.
Ülkenin parlamento ve milli kütüphanesi olan Kongre Kütüphanesi, devasa koleksiyonu ve modern kütüphane hizmetlerinden önce, binasının mimarisi, müzesi ve okuma salonuyla büyülemektedir ziyaretçilerini. Söz konusu binanın yangın vb. felaketlere karşı son derece korunaklı olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı?
Biz ise, her tehlikede (deprem, trafik kazası …) olduğu gibi, yangınlar konusunda da tedbir almak yerine, olayların sıcaklığıyla, kendimizden başka herkesi (devleti, toplumu…) fırçalayıp, birkaç gün içinde de çok değerli gündemimize (alışveriş, futbol vs.) dönüveriyoruz. Bu durum, medya ve devlet için de geçerli. Bununla birlikte, yangını değerlendiren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, ''Yangının tarihi binayı tahrip etmesi yanında daha da önemlisi, içindeki kitapların da zarar görmesi bizi ziyadesiyle üzdü. Kitaplar varoluşumuzun idâmesidir.
Böyle acı hadiselerin tekrar yaşanmaması için, gerek tarihî binalarımızda gerek kitap gibi son derece hassas eserlerin bulunduğu mekânlarda daha dikkatli, daha tedbirli olunmasını yetkililerden ve kullanıcılardan özellikle rica ediyorum.'' şeklindeki sözleri, büyük bir umuttur kütüphanelerimizin ve bilgi kaynaklarımızın geleceği adına.
Bu anlamda, Sayın Başbakan'ın, “özellikle elyazmaları ve nadir eserler başta olmak üzere, arşiv belgeleri ve diğer basılı bilgi kaynaklarının bulundukları kütüphane, arşiv ve diğer bilgi merkezlerinde yeterince korunamıyor olması kabul edilemez bir durum ve çok önemli bir sorundur; gereği yapılmalıdır.” şeklindeki sözleri, meselenin kalıcı şekilde çözülebileceğinin de kanıtıdır açıkçası. Zira kendilerinin kararlılık tavrı kamuoyunca çok iyi bilinmektedir.
O halde, gereğinin yapılmasının ilk adımı olması dileğiyle şu soruyu soralım: "Bir yangın çıksa, söndürmek için içeri bile giremeyeceğimiz kaç kütüphanemiz ve bu kütüphanelerde, yazma ve nadir eserler başta olmak üzere, tam olarak ne kadar bilgi, sanat ve kültür kaynağımız olduğunu bilen var mı acaba?"
Bu sorunun cevabının verilmesi ve gereğinin yapılması; gelecek nesillerimize ve -dünyanın 600 yıllık döneminde aktör olmuş bir devletin vârisleri olarak- uluslararası topluma karşı sorumluluğumuzdur. Bilinmelidir ki, bu sorumluluk ertelenebilir olma özelliğini çoktan kaybetmiş, en öncelikli işlerimizden biri konumuna yükselmiştir.
*Doç. Dr., Kütüphaneci
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder