Çare, bu meseleyle de Kur’ân’ın adaletine göre yüzleşmek ve helâlleşmektir.
Bediüzzaman
Hazretleri Otuz Bir Mart Hadisesi münasebetiyle Divan-ı Harb-i Örfî’de idam ile
yargılanırken yaptığı müdafaada; “Ben talebeyim; onun için her şeyi mîzan-ı
Şeriatla muvazene ediyorum” diyerek savunmasına başlar.
Aslında bu ifade tarzı temelde bütün Müslümanlara,
özelde ise Nur Talebelerine mükemmel bir düsturdur.
Her şeyin açıkça tartışıldığı, her fikrin serbestçe
ifade edildiği bir döneme girme arefesindeyiz.
Tabiî böyle bir çağda fikir
beyan etmek veya bir konuda hüküm vermek gerektiğinde ölçümüzün ne olması
gerektiğini iyi bilmezsek, bilmeden zulme taraftar olmak gibi büyük yanılgıya
düşebiliriz. Kur’ân ve sünnetin doğru yorumunu referans almadan verilen
hükümlerin hesabı çok ağır olabilir.
Risâle-i Nur’un bize öğrettiği en önemli düsturlar
arasında özellikle iki tanesi konumuz açısından hatırlatılmaya değerdir.
Birincisi, olaylara toptancı bir zihniyetle yaklaşmamak, ikincisi adalet-i
mahzâ ilkesi.
Bir şeyi toptan reddetmenin saçmalığını anlamak için
Üstad’ın Avrupa ile ilgili yaptığı ayırımı bilmek yeterlidir.
Bundan yıllar önce “Avrupa” denildiğinde ne kadar
olumsuzluk varsa zihnimde bir anda canlanıverirdi.
Fakat ne zaman ki Üstadın;
“Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı
feyizle hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete
hizmet eden fünunları takip eden birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum…” şeklindeki
mükemmel ifadeleriyle karşılaştım, önceki referanslarımın ne kadar sloganik,
düzeysiz ve yüzeysel olduğunu fark ettim. Çevremde hâlâ bu toptancı mantıkla
hareket edenleri gördükçe kendi hâlime şükrederken onlara da üzülüyorum.
Adalet-i mahzâya gelince; Risâle-i Nur okuyucuları bu
kavrama aşinadırlar. Bediüzzaman Hazretleri özellikle sahabeler arasındaki
muharebelerden bahsederken bu kavramı şöyle izah eder: “Bir mâsumun hakkı,
bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda
edilmez. Cenâb-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne
bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir
ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez.” “Adalet-i izafiye ise,
küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara
almaz.”
Üstad yine Hakikat Çekirdekleri’nde; “Adalet-i mahzâ-yı Kur’âniye, bir mâsumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlıkla, öyle insan olur ki, ihtirasına mâni herşeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek ister.” diyerek bu konunun ne kadar önemli olduğunu vurgular.
Lâhikaları açıp baktığımızda ise Bediüzzaman
Hazretlerinin onlarca yerde tekraren hatırlattığı şu iki âyet dikkatimizi
çekiyor:
* “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.”
(En’am Sûresi: 164.)
* “Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesad çıkarmamış birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide Sûresi: 32.)
Peki, Kur’ân’ın bu düsturlarına karşı beşerin
referansları ne olmuş? Üstadın “zalim siyasetin gaddarane bir düsturu”, “bu
asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatasıyla bir köyü mahveder”,
“beş on adamın, onların siyasetine zarar vermek tevehhümüyle, binler adamı
perişan eder” diyerek açıkladığı “adalet-i izafiye” olmuş. Yine Üstad Hutbe-i
Şamiye’de; “Bu kânun-u esâsî-i beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için,
çok sû-i istimâle yol açılmış” diyerek bu hükmün ne kadar tehlikeli olduğunu 1.
ve 2. Dünya savaşlarını örnek vererek ispat ediyor.
Dünya savaşları demişken 1. Dünya Savaşı esnasında
yaşanan “Ermeni Tehciri” tam da bu noktada konumuz açısından son derece çarpıcı
bir örnektir. Zira o döneme baktığımızda sayıları milyonlarla ifade edilen
Ermeni vatandaşın Anadolu topraklarında yaşadığını görüyoruz.
Fransız
İhtilâli’yle birlikte gelişen ulusçuluk-milliyetçilik fikri Osmanlı gibi birçok
etnik kimliği bünyesinde barındıran devletleri şiddetle sarsmıştır.
1880’li yıllardan itibaren tâ günümüze kadar devam
eden milliyetçi akımlar, özellikle savaş ortamını da fırsat bilerek “ulus
devlet” temellerini atmışlar. Bu paralelde örgütlenen Ermeni Hınçak-Taşnak
komiteleri hedefleri uğruna birçok cinayet ve zulüm işlemekten geri durmadılar.
İşte tam da bu dönemde çıkarılan “Tehcir Kanunu” ve bu kanunun suistimalâta
açık oluşu yaş kuru demeden bir milyondan fazla Ermeni vatandaşın büyük göçler,
acılar, kırımlar yaşamasına sebep oldu.
Kanunun uygulanış biçimine baktığımızda izlenilen
metodun tam da Bediüzzaman’ın yukarıda tanımladığı “adalet-i izafiye” olduğunu
hemen fark edebiliriz. Zira göçe zorlanan Ermeni vatandaşların tamamının
komiteci olduğunu hiçbir aklı başında kişi söyleyemez.
Buna rağmen yaş-kuru, suçlu-suçsuz ayırımı yapılmadan
tamamının göçe zorlanması ve buna bağlı olarak yaşanan dramlar, vicdan sahibi
herkesi derinden yaralamıştır. Sistematik bir “soykırım” yaşanmamışsa bile tek
başına sayıları milyonla ifade edilen bir topluluğu zorla yerinden edip göçe
zorlamak bile ne kadar büyük bir zulüm olduğunu herkes kabul edebilir.
Kaldı ki tehcir hengâmesinde, cahil ve Müslümanlığı
isimden ibaret olduğu anlaşılan bir kısım insanların yaptıkları zulümler,
Anadolu’da hâlâ dilden dile dolaşmaktadır. O tüyler ürpertici zulümleri konu
alan hikâyeleri onlarca kez dinlemişim.
Tehcir Kanunu diye bilinen yasanın
Kürtler arasında “fırmana fılıha” diye adlandırıldığını ve bunun o dönemde
“Nerde bir gayr-i Müslim varsa öldürebilirsiniz” şeklinde algılandığını, dinlediğim
hikâyelerden anlaşılabileceğini de söylemeliyim. Resmî soğuk söylemlerin
ısrarla yok saydıkları bu olumsuzluklar milletin vicdan ve zihin arşivinde
kayıtlıdır.
Çare ise mesele ile yüzleşmek, Kur’ân’ın adaletine
göre hesaplaşmak ve helâlleşmektir.
Referansı Kur’ân ve Kur’ân’ın bu asra bakan yorumu Risâle-i Nur olan bir kişi, o dönemde yaşananları inkâr değil, adalet-i tâmme gereği haklının ve mazlumun yanında yer almalıdır. Kur’ân “…Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adaletli davranın…” (Maide Sûresi: 8) demiyor mu?
“Adalet-i mahzâ merhametli olduğundan anâsır-ı gayr-ı
Müslimeyi daha ziyâde te’lif ve rapt edeceğini” buyuran Üstad’a kulak verirsek,
bölünme paranoyasından ve gayr-ı Müslim düşmanlığından da kurtulabiliriz.
Milliyetçi-ulusalcı reflekslerle her şeyi “millî
menfaatle” ve “ulusal çıkarlar ilkesine” göre değerlendirirsek, “Mizan-ı
Şeriat”ın kudsî düsturları bizi çarpabilir.
http://www.yeniasya-international.de/2012/02/adalet-i-mahza-penceresinden-ermeni-meselesine-bakis/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder