İhsan Dağı
i.dagi@zaman.com.tr
|
Kendi
kimliklerimizi alabildiğine teşhir ederken ‘öteki’ kimlikten insanlarla
yaşamakta zorlanıyoruz. Türkiye de zorlanıyor, Avrupa da.
Kendimizle iç yolculuğumuzda ve etrafımızla ilişkilerimizde kimlik vazgeçilmez bir ayraç, pusula ve sığınılacak bir liman. Ne kendimizi, ne başkalarını onsuz tanımlayabiliyoruz.
Peki, ‘öteki’nin kendi kimliğiyle ilişkisini de normal, meşru ve makul görüyor muyuz? Farklılıkların daha görünür olduğu bir dünyada ‘farklı’ olanla birlikte nasıl yaşayabiliriz? Sorun, kimlikler dünyasına sıkışmış insanların ‘farklı kimlikler’le ilişkisinde düğümleniyor.
Farklı olanı normal, meşru ve doğal kabul etmeden kendi kimliğimizin de normalliğini, meşruiyetini ve doğallığını inşa edemeyiz. Farklılıkları genellikle medeniyetler düzeyinde ifade ediyoruz.
Batı medeniyeti, İslam medeniyeti, Çin medeniyeti vs. Peki, medeniyet düzeyinde bir kültürel kimlikten söz ederken ‘birey’i ne yapıyoruz?
Birey, tek bir insan, koca bir tarihsel inşa sürecine ve kurumlarına sahip devasa bir medeniyet parantezinde kendini nasıl özgürleştirecek, kendileştirecek, özgünleştirecek?
Demek istediğim şudur ki, kimlikler meşru, normal ve doğaldır, ancak kimlik siyasetinin labirentlerinde ‘birey’i, yani kendimizi kaybetme riski de var.
Ayrıca her kültür kendi içinde farklı kültürel kimlikler ve de ‘farklılıklar’ taşıyan bireyler barındırır. Bunlara yönelik olarak ‘kimlikler’ ne diyor?
Onların özgürlüğünü ve özgünlüğünü tanıyor mu? Baskın tek medeniyet karşısında diğer medeniyet ve kültür çevrelerine yaşam alanı açmak için kullanılan ‘çok kültürlülük’ kavramını medeniyet-kültür düzeyinin alt katmanlarına da çekmek zorundayız ki baskın medeniyet karşısında özgürleşen diğer medeniyetler içinde kalan ama kendi medeniyeti içinde de özgünlük ve özgürlük talebi olanlara yaşam alanı açabilelim.
Her medeniyet çevresi kendi başına değerlidir, her kimlik saygındır ama medeniyetler ve kimlikler kendi ‘alt unsurlarına’ değer yüklemedikçe, onları saygın bulmadıkça bir tür zorlayıcı kültür hegemonları olarak meşruiyetlerini kaybederler.
Baskın medeniyet-kültür çevrelerine karşı farklılık talep eden bir medeniyet, farklılık talep eden ‘kendi mensupları’nın farklılıklarını ‘tanımıyorsa’ kendi talebinin zeminini de imha etmiş olur.
Bütün bunları dün katıldığım bir konferans çağrıştırdı; Hacettepe Üniversitesi’nin Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği “Avrupa’da Göç, İslam ve Çokkültürlülük” konferansı. Konu, Avrupa ve çokkültürlülük olunca İslamofobiden ırkçılığa, Avrupa’da Türklerin ve Müslümanların karşılaştığı sorunlar gündeme geldi.
En ilginç konuşmalardan birini BM Özel Raportörü Doudou Diene yaptı. Diene, Avrupalı Müslümanların yakınmak yerine İslamofobi’ye karşı yeni bir dil geliştirmeleri gerektiğini söylüyor; ‘ideoloji yerine etik, teoloji yerine insan hakları’ ekseninde yeni bir paradigmaya ihtiyaç var.
Bu, son derece anlamlı bir pozitif siyaset biçimi. İslamofobi, ırkçılık veya ayrımcılığa karşı Müslümanların Avrupa’da verecekleri mücadelede ‘insan hakları’ dili ve zemini kadar etkili olabilecek ne var ki?
Böylece modern dönemde Müslümanlarla Avrupa-Batı arasında kurulan ilişki de tersine çevrilebilir.
‘Avrupa’yı kendi silahıyla vurmak’tan söz etmiyorum, Avrupalı Müslümanların Avrupa demokrasisini, insan hakları rejimini ve hukuk devleti nosyonu ırkçı ve İslamofobiklerin yıkıcı baskılarından kurtarmaya katkıda bulunabileceklerini ifade ediyorum.
Çünkü Avrupa’da yükselen ırkçılık ve İslamofobi, sadece Müslümanları değil Avrupa demokrasisini de tehdit ediyor.
Müslümanlar neden ‘doğru yolu gösterici’ bir rol oynamasınlar ki? Bu ise kimliklerimiz kadar bireyselliklerimizle de var olmayı gerektiriyor.
http://www.zaman.com.tr/ihsan-dagi/kimlikler-caginda-kendimiz-olmak-mumkun-mu_2077113.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder