Bir kere, şuradan başlayalım. Kanaatsizliğinden.
Bir bak, mesela çekmecelerine... Dolapların kapaklarını şöyle bir arala. Evinin odalarını bir baştan öteki başa bir de bu gözle dolaş.
İstiflenmiş bir hayat göreceksin mutfak dolaplarında, şifonyerinde, gardırobunda.
Belki bir gün lazım olur, diye bir türlü “elden / gözden çıkaramadığın” eşyalar mezarlığı ile karşılaşacaksın oralarda. Bir gün bu dünyanın seni elinden çıkaracağını, o gün sen de sana ait sandığın her şeyin elinden kayıp gideceğini bile bile bak onlara.
O, “bir gün lazım olur” günü gelmeden öleceksin.
Kullanılmadan öylece duran her eşya insanın ruhunu ağırlaştırır.
Onca eşya ölüsünü sırtlanmış nereye gidiyorsun?
Bir düşünürsen, en çok hangi ruh halindeyken mutsuzsun diye, onca göstermelik yanıt arasından çıkagelir tek bir sahici cevap: “Bir işe yaramadığımı hissettiğim zamanlar, kendimi en mutsuz hissettiğim zamanlar.”
Ruhuna bulaşan sandık lekesi
Bil ki, bir gün kullanılmayı bekleyen atıl eşyaların üzerine sinmiş o karartı senin de ruhuna bulaşıyor. Sandık lekesini, hangi deterjan hangi kuru temizlemeci çıkarabilmiş ki şimdiye kadar... Peki sen onlardan ruhuna bulaşan bu sandık lekesini nasıl çıkaracaksın?
Şimdi hayal et.
Sen ölünce arkanda bıraktıklarına ne olacağını gözünün önüne getir bir.
O istiflenmiş eşyaları kim elden çıkaracak ardından tek tek?
O dağınıklığı kim toplayacak sence?
Ölmeden önce ölecekmiş gibi yaşa ve bu işi ölümden sonra başkasına bırakma.
Onları “at” diyemem, onları “elinden çıkar” diyebilirim.
İnan, ruhun büyük bir yükten kurtulacak.
Gelelim israflı bir hayatın biçimlendirdiği evine.
Eşyalarını tek tek kontrol et ve şunu sor: Hangilerine gerçekten ihtiyacım var diye, hangilerini “hoşuma gitti” diyerek aldım?
Cevap can sıkıcı değil mi?
Bir anlık nefsani bir almanın hazzı uğruna, evini bir mezarlığa dönüştürdün.
Unutma ki, ihtiyacın olduğundan değil de nefsine haz yaşatmak uğruna evine getirdiğin her eşya yaşadığın alanı; tıka basa dolu mekân da ruhunu daraltıyor. Sonra da duvarlar üstüne üstüne gelmeye başlıyor, bu ev beni sıkıyor, nefes alamıyorum diye şekvaya başlıyorsun.
Evin nefes alamıyor ki sen alasın.
Takvim yapraklarına bir bak.
Kainattaki düzen ve intizamı, nizamı göreceksin.
Hiç şaşmayan bir hayat var bizi kuşatan.
Takvim yaprakları, bize hiç şaşmayan bir nizamın delilidir. Mutlak Varlığın “Munazzım” isminin tecellisidir o yapraklar.
Sonra, Mülk Sûresi’nin üçüncü ve dördüncü ayetine kulak kesil.
“Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin.
Gözünü çevir de bak.”
Hadi, gözünü çevir de bir bak. Sonra şu sorunun cevabını ver: “Herhangi bir kusur görebilir misin?”
“Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak, gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin geri döner.”
Sonra da çantanı açıp oradaki karmaşaya bir bak. Telefon, adres, not kâğıtları, alışveriş fişleri, faturalar ve broşürlerle dolu çantanda nizamsızlığın hamallığını yaptığını gör.
Ya da masana nazarını sal.
Hatta karşında açık duran bilgisayarının masa üstündeki oraya buraya atılmış darmadağınık duran program uygulamalarına, dosyalara bak.
Masanın üstü dağınıksa zihninde düzen arama. Boşu boşuna zihninin bir intizamla işlemesini bekleme.
Gardırobun karman çormansa bil ki ruhuna da bulaşmıştır bu.
Şimdilik şuraya koyayım da sonra kaldırırım dediğin eşyalar aylardır koyduğun yerde durmuyorlar mı? Onlara baktıkça içinde bir bıkkınlık hissi uyandırmıyor mu?
Hadi dürüstçe söyle.
Odanda neyin nerede olduğunu zor buluyorsan, zihninde de neyin nerede olduğunu zor bulursun.
Hayatın dağınıksa, zihnin haydi haydi dağınıktır.
Munazzım isminin tecellisine mazhar olmak...
Tamam, sana demiyorum ki düzen, intizam abidesi ol, hayatlarını her an eşyalarını düzenlemekle geçiren, geçici dağınıklıklara bile tahammülü olmayanlardan ol.
Mutlak Varlık, “Munazzım”dır, düzeni ve intizamı, düzenli ve intizamlı olanları sever.
Hemen kolları sıva.
O’nun Munazzım isminin tecellisine mazhar olmak için ama.
Yoksa, düzenli ve intizamlı olmak da boşuna bir eyleme dönüşür bu dünyada.
İşte böyle nefsim.
Dağınıklığın bir başka çeşidi daha var ki, o da öbür haftaya kalsın.
Darısı diğer belediyelerin başına
Pet-shoplarda daracık mekânların içinde hücre hapsindeymişçesine yaşamak zorunda bırakılan hayvanları gördükçe içi cız etmeyen yoktur.
Ben de Nazan Bekiroğlu’nun yazısından öğrendim ki, yaşadığım Kadıköy ilçesinde belediye meclisi bir karar alarak 1 Nisan 2013 itibarıyla pet-shoplarda kedi, köpek, tavşan gibi hayvanların satışını yasaklamış.
Bu merhametli kararından dolayı başta Belediye Başkanı Selami Öztürk’e, belediye meclisi üyelerine ve bu kararın alınmasında katkısı olan tüm hayvan hakları aktivistlerine şükranlarımı sunuyorum.
Ayrıca hayvanların hak ve hukukunu gözetme konusundaki duyarlılığı ve takipçiliğinden dolayı Nazan Bekiroğlu’na da buradan “selam olsun” diyorum.
Kuyunun ipi
Mesnevî-i Şerif’inde, “Sen Yusuf gibisin, bu âlem de kuyu,” diyen Hz. Mevlânâ, dünyanın, dünya içindeki insanın gerçekçi bir tasvirini yapıyor.Peki ipimiz nedir, nasıl çıkabiliriz bu kuyudan?
“Hakk’ın işine sabretmen de iptir,” diye nefsimize yol gösteriyor avuçlarında kainatı tesbih taneleri gibi çeken bu âlim zat.
http://www.zaman.com.tr/mustafa-ulusoy/daginiklik_2076812.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder