12 Nisan 2013
SÜLEYMAN SARGIN - İSTANBUL
Namaz kılmanın insan nefsine bu kadar ağır gelmesi, dilimizin üç-beş
dakikalık bir namaz tesbihatını çok büyük bir şeymiş gibi görüp
tembellik etmesinin bir sebebi de haramlara karşı dikkatsizliğimiz olsa
gerek.
Kalbin ibadet ü taatten lezzet almaması, hatta ülfet ve ünsiyete
gark olup müstağni bir hale girmesi hangi sebepledir!
Her gün saatlerce
internette dolaşıp dünya ahiret hiçbir faydası olmayan mâlâyâni şeylere
saatlerini harcayan bizlerin, günde birkaç sayfa Kur’an okumaya zaman
ayırmamamızın başka bir izahı olabilir mi?
İnsanın yediğine ve içtiğine dikkat etmesi gerektiği çokça irşad ve ikazı yapılan bir husustur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), haram lokmadan gelişen bir insanın vücudundaki etin ancak cehennemle temizleneceğini ifade buyurmaktadır.
Bu sebeple haram lokma mevzuunda başta ashab-ı kiram olmak üzere bütün Allah dostları azami derecede hassasiyet göstermişlerdir.
Sıddıkî hassasiyet
Hazreti Ebû Bekir efendimizin bu konudaki hassasiyeti de bizlere örnek olacak mahiyettedir. O, kendisine her gün yemeğini getiren hizmetçisine, her defasında yemeği nereden getirdiğini, hangi yolla tedarik ettiğini sorardı. Bir defasında sormayı unuttu.
Muhtemelen uzun zamandır açtı. Lokmayı ağzına koyduktan sonra bir anda irkildi ve hizmetçisine yemeği nereden temin ettiğini sordu. Hizmetçisi utana sıkıla; “Ey Allah’ın Peygamberi’nin halifesi! Ben cahiliye devrinde arraflık (gaipten haber veren, kâhinlik, falcılık) yapıyordum.
Halk bunun karşılığında bana para veriyordu. O dönemlerde yaptığım arraflıktan dolayı birisinden alacağım vardı. Onu aldım ve bu yemeği onunla yaptım.” diyebildi.
Hazreti Ebu Bekir’in, duydukları karşısında bir anda rengi attı, benzi soldu. Bir an bile tereddüt etmeden elini gırtlağına götürdü. Yediklerinin tamamını istifra etti.
Günlerdir aç olduğunu bilen etrafındakiler, “Ey Allah’ın Peygamberi’nin halifesi! Bu kadarı fazla değil mi? Ne diye kendine bu kadar ızdırap veriyorsun?” dediler.
Sıddîkiyetin kahramanı biraz da sitemle şöyle cevap verdi: “Ben Allah Resûlü’nden işittim. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) vücudunda bir tek haram lokma bulunan bir insanın ancak cehennemle temizleneceğini buyurmuştu.”
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir başka hadis-i şeriflerinde de mana olarak şöyle buyurmaktadır: “Helal ve haram birbirinden ayrılmıştır. İkisinin ortasında hükmü beyan edilmeyen ve insanlarının çoğunun bilmediği şüpheli şeyler vardır.
Müttaki ve zahid odur ki, bu şüpheli şeylerden sakınır. Bunlardan sakınan, dinini ve ırzını koruma altına alır. İnsan, tıpkı hudutta koyun güden bir çoban gibi veya her an başkasının sınırına geçmekle karşı karşıya, mayınlı tarlada gezen bir insan gibi titiz ve hassas olmalıdır.
İnsanda bir çiğnem et vardır. Bu et sağlam ve sıhhatli olduğu zaman vücut sıhhatli olur, fesada gittiği zaman da bütün vücut bozulur. Dikkat edin bu, kalbdir.”
Namaz kılmanın insan nefsine bu kadar ağır gelmesi, dilimizin üç-beş dakikalık bir namaz tesbihatını çok büyük bir şeymiş gibi görüp tembellik etmesinin bir sebebi de haramlara karşı dikkatsizliğimiz olsa gerek.
Kalbin ibadet ü taatten lezzet almaması, hatta ülfet ve ünsiyete gark olup müstağni bir hale girmesi hangi sebepledir! Her gün saatlerce internette dolaşıp dünya ahiret hiçbir faydası olmayan mâlâyâni şeylere saatlerini harcayan bizlerin, günde birkaç sayfa Kur’an okumaya zaman ayırmamamızın başka bir izahı olabilir mi?
Suda bulunan elma
Haram lokmayla alakalı destansı hassasiyete sahip büyüklerimizden biri de İmam A’zam Ebû Hanife Hazretleri’nin babası Sabit’tir. O muhterem zatın harama karşı büyük bir hassasiyeti vardı.
Onunla alakalı şöyle bir menkıbe anlatılır: Sabit bir gün abdest almak için bir dere kenarına gelir. Suda bir elma görür. Abdestten sonra suda çürüyüp gidecek olan bu elmayı alıp yer.
Bir süre sonra tükürüğünde kan görür. Şimdiye kadar böyle bir hale şahit olmadığı için tükürükteki kanın bu elmadan ileri geldiğini tahmin eder.
Yediğine pişman olur. Elmanın sahibini bulup helalleşmek için dere boyunca yürür. Sonunda adamı bulur ve helallik ister.
Adamın bunun için bir şartı vardır; “Benim kör, sağır, dilsiz ve kötürüm bir kızım var. Bununla evlenmeye razı olursan o zaman elmayı sana helal edebilirim.” der.
Sabit Hazretleri, ahirete kul hakkıyla gitmekten tir tir titrediği için bu teklifi hemen kabul eder. Düğün hazırlıkları yapılır.
Sabit Hazretleri’nin ilk gece odaya girmesiyle çıkması bir olur. Hemen kayınpederine koşup, “Bir yanlışlık var galiba, içeride sizin bahsettiğiniz vasıflarda bir kız yok” der.
Kayınpederi tebessüm ederek, “Evladım, o benim kızımdır, senin de helalindir. Ben sana kör dediysem, o hiç haram görmemiştir. Sağır dediysem, o hiç haram duymamıştır.
Dilsiz dediysem, o hiç haram konuşmamıştır. Kötürüm dediysem, o hiç harama gitmemiştir. Var git helalinin yanına, Allahu Teâlâ mübarek ve mesud etsin.” der. İşte bu evlilikten, yani böyle bir anne ve babadan İmam-ı A’zam Ebû Hanife Hazretleri dünyaya gelir.
http://www.zaman.com.tr/cuma_ne-yiyoruz-nereden-yiyoruz_2076795.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder