Medine Vesikası'nın önemi
nedir, hangi konuları içeriyordu? Bu vesikanın Fıkıh literatürümüzdeki yeri
nedir ve günümüzde uygulanırlığı var mıdır? "Yahudilere güvenmeyin."
diyen Hz. Muhammed (sav) nasıl onlarla antlaşma yapabilir?
Soru: Hz. Muhammed
(sav) Medine'de yaşayan Müslümanlar, henüz Müslüman olmayan Araplar ve
Yahudiler arasında geçerli olan bir "vatandaşlık antlaşması"
yapmıştır. Bu bilgiye dayanarak merak ettiğim soru şu; nasıl olur da
Yahudilerle bir antlaşma yapabiliriz? Arkamızdan yürürken bile hınçla gölgemize
basan Yahudilere nasıl da güvenebiliriz ve üstelik Yahudilere güvenmeyin diyen
Hz. Muhammed (sav) nasıl antlaşma yapabilir?.. Bundaki hikmet nedir? Elbette
Hz. Muhammed (sav)'in bildiği var, ama bundaki hikmet nedir?
Cevap: Değerli kardeşimiz; Bilindiği
gibi 610 yılında ilk defa Mekke’de yeni dinî tebliğ etmeye ve kendine taraftar
toplamaya çalışan Hz. Muhammed (sav), yakın çevresinden birkaç kişi dışında ilk
yıllarda genel kabul görmemiş, zamanla bu dine girenlerin sayısı arttıkça bu
sefer de çeşitli engellemeler ve ağır baskılarla karşılaşmıştı. On üç yıllık
Mekke hayatında taraftar sayısını fazla arttıramayan Peygamber (sav) ve
Müslümanlar için Mekke dışına bir yere gitmek, özgür ve güvenilir bir ortam
bulmaktan başka seçenek kalmayınca, önce Habeşistan’a (iki defa), sonra da Medine’ye hicret etmek zorunda kaldılar.
Mekke, Arap yarımadasının ticari ve siyasi
faaliyetlerinin yürütüldüğü önemli bir yerleşim merkeziydi. Öteden beri dinî
bir merkez durumundaki Kâbe ile büyük ve köklü Arap kabilelerinin Mekke’de
oluşu, bu şehri fazlasıyla önemli kılıyordu. Mekke bu özelliğine binaen siyasi
ve idari açıdan da iyi örgütlenmiş, siyasi ve idari bürokratik merkeziyetçiliği
yanında özgür kabilelerden müteşekkil bir konfederasyon görünümündeydi.
Mekke gibi yarımadanın diğer yerleşim merkezlerinde de Arap geleneğinin baskın
karakteri kabile ruhudur. Bu durum, yarımadanın iki büyük merkezinde de hemen
hemen aynıydı. Mekke ve Taif’in birliği güçlü kabileler tarafından
sağlanıyordu. Ancak Medine bu anlamda böyle bir birlikten yoksundu. Çünkü
Mekke’de Kureyş, Taif’te Sakif kabilesi siyasi birliği sağlarken, Medine’de
başta Evs ve Hazreç ile bu iki Arap kabilesinin müttefikleri Yahudi kabileler
(Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza) arasındaki bitmez tükenmez savaş ve
çekişmeler, siyasi birliğin sağlanmasına bir türlü imkan vermiyordu. İşte
Peygamber (sav), böylesine muztarip ve fakat siyasi birliğe muhtaç bir
kabileler topluluğu olan Medine’de din ve hukuk temelinde yepyeni ve o günkü
Araplar arasında hayli garip bir siyasi birlik kurmaya muvaffak oldu.1
Araştırıcılar, ittifakla Mekke ile Medine arasındaki sosyal, siyasal ve
ekonomik yapısal farkın Müslümanların Medine’de tutunmasına ve burda yepyeni
bir siyasal birliğin kurulmasına geniş ölçüde yardımcı olduğuna kanidirler.2
Merkezî bir siyasi otoritenin olmayışı sosyal hayat ve savunma alanında da
kendini gösteriyordu. Ortak savunmanın olmadığı Medine’de her kabile kendine
ait müstahkem bir hisar inşa etmişti. Her bir kabilenin ortak savunma
masrafları -Yahudilere özgü olmak üzere- bir halk sandığı tarafından
karşılanıyordu. Arap kabileleri ise “kan diyetleri”nin karşılanması amacıyla
bir tür sosyal sigorta kurmuşlardı. Yahudilerin elinde Tevrat olmakla birlikte,
kimsenin ve bütün kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen yazılı bir hukuk
yoktu. İhtilaflar çoğunlukla örfi teamüller esas alınarak ve hakemler
tarafından çözülürdü. Ne var ki, hakemlerin kararını destekleyecek somut hukuki
müeyyidelerin olmayışı ile çoğunlukla güçlülerin kararları tanımayışları
adaletsizliklerin sürüp gitmesine yolaçıyordu.
Eğitim seviyesi ve okuma-yazma oranının hayli düşük olduğu Medine’de Yahudiler,
İbrani alfabesiyle Arapça konuşup yazıyorlar, dinî ibadetlerini ve çocuklarına
verdikleri öğretimi “Beytü’l-Medaris” denen yerde yapıyorlardı. Araplar ise bu
sınırlı imkandan da yoksundular ve esasında kitapları olmadığı için Yahudiler
karşısında ezik duygular içindeydiler.
Medine’yi oluşturan iki etnik ve dinî grup, yani Araplar ile Yahudiler iki ayrı
ve homojen topluluk durumunda değildiler. İlginçtir, Araplar ve Yahudiler
arasında çatışma olduğu gibi Arap kabileleri kendi aralarında ve Yahudi
kabileleri de kendi aralarında savaşıp duruyorlardı. İbn Hişam’ın verdiği
bilgilere göre, Yahudi Kaynuka oğullarının çoğunluğu, Arap olan Hazreçliler'in
müttefiki, Nadiroğulları ve Kurayza oğullarının çoğunluğu da Arap kabilesi
Evsliler’in müttefiki idiler.3 Bu kargaşa ve çatışma şehrin mimarisini
etkilemişti. Bazı kaynaklar elli dokuz hisardan sözederken, Semhudi sadece
Yahudi olan yirmi ayrı kabile ismi sayar.
Ancak asıl büyük savaşlar iki Arap kabilesi Evs ve Hazreç arasında sürüyordu.
Tarihçiler, “Buas” adını verdikleri bu şiddetli savaşların yüz yirmi yıl
sürdüğünü kaydederler. Evs şehrin güneyinde, Hazreç kuzeyinde ikamet ediyordu.
İbn Neccar, Araplar’ın on üç hisarından sözeder. Aslında Benu Kayle ortak
kökende birleşen, fakat sonra bölünen bu iki kabile arasındaki şiddetli
savaşlar bütün Medine ve çevresini de tam bir kaosun içine düşürmüş, güvenliği
ortadan kaldırmış ve tabii herkeste genel bir bıkkınlık duygusu uyandırmıştı.
Hicret’e tekaddüm eden günlerde, Medineliler, merkezî bir otoritenin bu
çatışmalara bir son vereceğini düşünmeye başladılar ve hatta Abdullah ibn
Ubeyy’i başlarına kral yapmak istediler. Medineliler, Bizans ve Sasanilerle
yakın temas halinde olduklarından, muhtemelen katı bir monarşinin her türlü
kaosun önüne geçebileceği fikrini buralardan almış olabilirler. Ne var ki,
Abdullah İbn Ubeyy, zaaf sahibi, muhteris ve dar görüşlü bir insandı ve en
önemlisi kendisi de bir Medineli idi. Medine’deki derin iç çelişkiler, onun güç
ve yeteneklerini fazlasıyla aşıyordu.4
Medine’nin merkezî bir siyasi otoriteden yoksun olması ile sürüp giden şiddetli
savaşlar, Peygamber (sav)’in buraya gelişini kolaylaştırmıştı. Nitekim,
sonraları Hz. Ayşe (ra) şunları söyleyecekti:
“Yevm-u Buas
(Evs ve Hazreç arasındaki savaş), Allah’ın elçisi Muhammed’e bir armağanıydı.
Resulüllah geldiğinde (Medine ahalisi) gruplara bölünmüş, ileri gelenleri
öldürülmüş veya yaralanmışlardı. Allah, onların İslam’a girmesiyle Elçisi’ne
lütufta bulunmuş oldu.”5
VESİKAYA
TARAF DİN VE HUKUK TOPLULUKLARI
Medine’ye gelir gelmez Peygamber (sav)’in ilk yaptığı işlerden biri, yeni gelen
muhacirleri yerleştirmek, onların ve ailelerinin gündelik (rutin) ihtiyaçlarının
karşılanması için gerekli tedbirleri almak oldu. Bu amaçla Medineli Müslümanlar
(Ensar) ile Mekkeli Müslümanlar (Muhacirler) arasında sosyal ve ekonomik bir
dayanışma ve yardımlaşma ilişkisini tesis etti. Buna “muâhât=kardeşleşme” adı
verildi. Hicret’in ilk günlerinde bu kardeşleşme organizasyonuna kırk beşi
Ensar’dan, kırk beşi Muhacirlerden olmak üzere doksan kişi katıldı.
Kaynaklarımız bu ilk teşebbüste birbiriyle kardeş olmayan tek bir muhacirin
kalmadığını yazar.6
Öyle ki kardeşleşme, aralarında kan, akrabalık ve kabilevi bağ olmadığı halde
onları birbirine mirasçı bile kıldı. Deyim yerindeyse komünal bir hayat biçimi
geliştirildi. Hicret’in 5. ayında kardeşleşmeye katılan ailelerin sayısı yüz
seksen altıya çıkmıştı.7 Gelen her bir aileyi, Medineli bir aile yanına alıyor,
zirai ve ticari hayatına, ev geçimine ortak kılıyordu. Hatta kimi Medineliler,
eğer arzu ediyorlarsa birden fazla evli oldukları eşlerini boşayıp bekar
Muhacirlere nikahlayabileceklerini teklif ettiler.
Bir ara Ensar, sahip oldukları hurmalıklarını da Muhacirlerle bölüşmek istedi.
Ancak durumun düzelme yönünde bir gelişme gösterdiğini gözleyen Peygamber
(sav), bunun yerine zirai ortaklık yapmalarını teklif etti ve “Sulama işini
Muhacirler üzerine alsın, sonra aranızda ürünü bölüşün.” dedi.8 Yine de
Ensar, Muhacirleri birer ev sahibi yapmak için arsa, arazi ve hurmalıklarının
fazlasını onlara hibe ettiler.
Kaynaklar, bu kardeşleşmenin sürdüğünü, ancak miras hükmünün kimine göre
Bedir’den sonra (Enfal, 75), kimine göre de h.3. yıl Şevval ayında yani Uhud
savaşından sonra son bulduğunu yazar.
Hicret’le birlikte ve bu gelişmelerden sonra Medine’de üç ana toplumsal blok
ortaya çıkmış oldu: Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar.
Müslüman blok, Mekkeli Muhacirler ve Medineli Evs ve Hazreç’li Ensar’dan
müteşekkildi. Bu türden toplumsal yapılanma bütün Arap yarımadasının kadim
geleneğine yabancıydı. Çünkü geleneksel kabile hayatında, toplumsal örgütlenme
kan ve akrabalık bağına dayalı iken, ilk defa Medine’de coğrafî, etnik ve
kültürel kökeni tamamen birbirinden farklı insanlar bir araya gelerek
kendilerini ayrı bir sosyal blok (camia) olarak tanımlıyorlardı. Sonraları buna
Romalı Süheyl, İranlı Selman, Kürt Gavan vb. eklenecekti. Nitekim Medine
Vesikası’nın 2. maddesi bu sosyal bloku din ve hukuk temelinde “diğer
insanlardan ayrı bir ümmet” olarak zikredecektir.
Ancak kuşkusuz Medine, Müslümanlardan ibaret değildi. Onun kadim sakinleri
Yahudiler ve Müslümanlığı kabul etmemiş Araplar da vardı. İşte Hz. Muhammed
(sav)'in önünde bütün bu sosyal blokları anlaştırıp birleştirmek ve bir arada
yaşamanın formülünü bulmak gibi önemli bir sorun vardı.9 Peki, bunu nasıl
yapacaktı?
Öyle anlaşılıyor ki, Hz.Muhammed (sav), Medine’nin sosyal, dinî ve demografik
yapısını ortaya çıkarmakla işe başladı. Ve bu amaçla, o günkü gelenekler için
hayli yabancı olan bir teşebbüse girişerek nüfus sayımı yaptırdı. Medine
Vesikası gibi bu ilk nüfus sayımının yapılması ve şehir sakinlerinin tek tek
(erkek, kadın, çocuk, yaşlı) bir deftere yazılmasına da ilk defa rastlanıyor,
diyebilir miyiz? Her neyse, bu teşebbüsün Araplar için “yeni ve garib”
olduğunda kuşku yok. Huzeyfe’den gelen bir nakle göre:
“Allah’ın
Elçisi bize: ‘Din olarak İslam’ı seçen ve Müslüman olan kimselerin
isimlerini (tek tek) yazıp getiriniz.” dedi. Biz de ona 1500 kişinin ismini
yazıp getirdik.”10
Nüfus sayımı
sonucunda Medine’de 10.000 kişinin yaşadığı, bunlardan 1.500’ünün Müslüman,
4.000’nin Yahudi ve 4.500’ünün Müşrik Arap olduğu anlaşılmıştı. Peygamber
(sav), ikinci bir adım attı, Medine’nin doğal şehir sınırlarını tayin etti ve
dört bir köşeye birer işaret koyarak bir “Site-Devlet”in toprağını
belirlemiş oldu ki, bu sınırlar içinde kalan bölge Vesika’nın 39. maddesinde “Yesrib
(Medine) vâdisi içindeki alan (cevf), korunmuş (haram)” olarak yeralacaktır.
Tabiatıyla Müslümanlar bu teşebbüsten memnundular, Yahudiler de bu sosyal ve
siyasal organizasyondan memnun görünüyorlardı; ancak Medineli Müşrikler
(Putatapanlar), huzursuzdular, geleceklerini tehdit altında görüyorlardı.11
Bunun nedenini anlamak zor değildi; çünkü Peygamber (sav) ve arkadaşları
Mekkeli Müşriklerin tahammülsüz baskılarına dayanamıyarak hicret etmek zorunda
kalmışlardı. Onun diğer Müşriklerle arasının iyi olacağı düşünülemezdi. Kaldı
ki, hicretin hemen ardından, Mekke’den Kureyş’in Müslümanların peşini
bırakmayacağı ve yakın bir gelecekte Medine üzerine bir sefer düzenleyeceği
yolunda haberler gelmeye başlamıştı. Böyle bir çatışma ortamında Medineli
müşriklerin durumu ne olacaktı? Kureyş, onlara “Niçin Muhammed’i kabul
ettiniz?” diye çıkışmaz veya muhtemel bir karşılaşmadan önce Müslümanlarla
aralarında bir çatışma çıkmaz mıydı? Ortada fiili bir durum vardı. Böyle bir
konjonktürde nasıl birarada yaşanacaktı?
Hz. Muhammed (sav), bir yandan hicret eden Mekkelilerin yerleştirilmesi ve yeni
çevreye intibaklarıyla uğraşırken, diğer yandan Yahudi ve Müşrik Araplara güven
vermeye çalışıyor, niyetinin Medine üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak
olmayıp yeni dinî cemaatinin güven içinde yaşamasını ve dinlerini yayma
imkanlarını sağlamak olduğunu söylüyordu. Esasında daha Mekke’de inen
vahiylerde geçerli bir politika olarak
“Sizin
dininiz size, benim dinim bana.” (Kafirun, 109/6)
ilkesi
benimsenmişti. Ancak Kureyş, bu çok dinli çoğulcu projeyi reddedip Peygambere
(sav) dini tebliğinde engeller çıkarmış, Müslüman olmak isteyenlere ağır
baskılar ve işkenceler uygulamıştı.
Dolayısıyla Peygamber (sav)'in izlediği stratejide hiçbir değişiklik yapmak
gerekmezdi. Bu durumda Medine’deki hayatı, Mekke’de inen vahyin toplumsal,
hukuki ve kurumsal düzeyde bir açılımı, Mekke’deki vizyonun Medine pratiğine
taşınması olacaktı; nitekim öyle oldu. Yani dinî ve hukuki özerklik temelinde
çoğulcu bir toplumsal projeyi hayata geçirerek, herkese ve her topluluğa bir
arada yaşamanın mümkün yollarını göstermek. Elbette dinî tebliğ devam edecekti;
ama hiç kimse zor ve baskı altına alınarak başka bir dine girmeye mecbur
edilmeyecek, din değiştirenler Mekke’de olduğu gibi herhangi bir engelle
karşılaşmıyacaktı.
Medine’ye gelişten sonra önce Medineli Ensar ile Mekke’den gelen Muhacir
ailelerin başkanlarının (Nakib) katıldığı büyük bir meclis toplandı ve
muhtemelen yukarıda sözünü ettiğimiz kardeşleşmenin hukukî temelini oluşturan
hükümler görüşüldü. İşte Medine Vesikası’nın ilk yirmi üç maddesi, bu
toplantıda tesbit edilmiş olup yeni Müslüman blokun sosyal ve hukukî
ilişkilerini yazılı hükümlere bağlamaktadır.
Bu iş tamamlandıktan sonra, Hz.Muhammed (sav), Müslüman blokun liderleriyle
olduğu kadar, Müslüman olmayan Medineli diğer sosyal blok temsilcileriyle de
durumu istişare etti. Hepsi Enes’in evinde toplanarak yeni bir “Şehir-Devlet”
yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaştılar. Bu yeni “devletin
anayasası” yazılı bir biçimde tesbit edilip vazedildi ki bu metin şu anda
elimizde bulunan Vesika’dır.
Şimdi konunun daha iyi anlaşılması için Vesika’nın hükümlerine yakından
bakalım:
MEDİNE
VESİKASI
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1) Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli
mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak
etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim
edilmiştir).
2) İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi’a) teşkil
ederler.
3) Kureyş’den olan Muhâcirler, kendi aralarında âdet olduğu
veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin
fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet
umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.
4) Benû ‘Avf’lar kendi aralarında âdet olduğu vechile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve
(Müslümanların teşkil ettiği) her zümre (tâife), harp esirlerinin fidyei
necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet
umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
5) Benû Hârisler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile evvelki şekiller
altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei
necâtını, mü’minler arasında iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine
göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
6) Benû Sâide’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin
fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet
umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
7) Benû Cuşem’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki
şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei
necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet
umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
8) Benû’n-Neccâr’lar kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp
esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara
ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
9) Benû ‘Amr İbn ‘Avf’lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki
şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin
fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet
umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
10) Benû’n-Nebît’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp
esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara
ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
11) Benû’l-Evs’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki
şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin
fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet
umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir...
12) Mü’minler kendi aralarında ağır malî mes’uliyetler altında
bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidyei necât veya kan diyeti
gibi borçlarını iyi ve mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir.
12/B) Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsına (kendisi ile akdî
kardeşlik râbıtası kurulmuş kimse) mümâna’at edemez (Diğer bir okunuşa göre:
Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsı ile, onun aleyhine olmak üzere bir
anlaşma yapamayacaktır.)
13) Takvâ sahibi mü’minler, kendi aralarında mütecâvize ve
haksız bir fiil îkaını tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz
veyahut da mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye
karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri
onun aleyhine kalkacaktır.
14) Hiçbir mü’min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü’min
aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.
15) Allah’ın zimmeti (himâye ve temînatı) bir tekdir;
(müminlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin tanıdığı himâye) onların hepsi için
hüküm ifade eder. Zîra mü’minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin
mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar.
16) Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muârız
olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardım ve müzâheretimize hak kazanacaklardır.
17) Sulh, mü’minler arasında bir tekdir. Hiçbir mü’min Allah
yolunda girişilen bir harpde, diğer mü’minleri hâriç tutarak, bir sulh
anlaşması akdedemez; bu sulh, ancak onlar (mü’minler) arasında umumiyyet ve
adâlet esasları üzere yapılacaktır.
18) Bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askerî) birlikler,
birbirleriyle münâvebe edeceklerdir.
19) Mü’minler, birbirlerinin Allah yolunda (uğrunda) akan
kanlarının intikamını alacaklardır.
20) Takvâ sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.
20/B) Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himâyesi
altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz (yani Kureyşliye hücûm
etmesine mani olamaz).
21) Herhangi bir kimsenin, bir mü’minin ölümüne sebep olduğu katî
delillerle sâbit olur da maktûlün velîsi (hakkını müdafaa eden) rızâ
göstermezse, kısas hükümlerine tabî olur; bu halde bütün mü‘minler ona karşı
olurlar. Ancak bunlara, sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helâl
(doğru) olur.
22) Bu sahîfe (yazı)nın muhteviyatını kabul eden, Allah’a ve
Ahiret Günü’ne inanan bir mü’minin bir kaatile yardım etmesi ve ona sığınacak
bir yer temin etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir
yer gösteren Kıyâmet Günü Allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman
artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır.
23) Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed
(sav)’e götürülecektir.
24) Yahudiler, mü’minler gibi, muharebe devam ettiği müddetçe
(kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.
25) Benû ‘Avf Yahudileri, mü’minlerle birlikte [İbn Hişâm’da bu, “ma’a”
(= ile) olarak, Ebû Ubeyd’de ise “min” (= den) olarak zikredilir] bir ümmet (:
câmi’a) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri
kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.
25/B) Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îkâ
eder, o sadece kendine ve âile efradına zarar (vermiş) olacaktır.
26) Benû’n-Neccâr Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara)
sahib olacaklardır.
27) Benû’l-Hâris Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı
(haklara) sahib olacaklardır.
28) Benû Sâ’ide Yahudileri de Benû ‘avf Yahudileri gibi aynı (haklara)
sahib olacaklardır.
29) Benû Cuşem Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı
(haklara) sahip olacaklardır.
30) Benû’l-Evs Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara)
sahip olacaklardır.
31) Benû Sa’lebe Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı
(haklara) sahib olacaklardır. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya
bir cürüm îka eder, o sadece kendini ve aile efradını zarardîde etmiş
olacaktır.
32) Cefne (âilesi) Sa’lebenin bir kolu (batn) dur; bu bakımdan
Sa’lebe’ler gibi mülâhaza olunacaklardır.
33) Benû’ş-Şuteybe de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara)
sahib olacaklardır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı
hareket olmayacaktır.
34) Sa’lebe’nin mevlâları, bizzat Sa’lebeler gibi mülâhaza
olunacaklardır.
35) Yahudilere sığınmış olan kimseler (Bitâne), bizzat
Yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır.
36) Bunlardan (Yahudiler) hiçbir kimse (Müslümanlarla birlikte bir
askerî sefere), Muhammed’in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.
36/B) Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilemeyecektir.
Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve âile
efradını mes’ûliyet altına sokar; aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu
kaideye riâyet etmeyen bir kimse haksız vaziyette olacaktır). Allah bu yazıya
en iyi riâyet edenlerle beraberdir.
37) (Bir harp vukuunda) Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve
Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Muhakkak ki bu sahîfede (yazıda)
gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında
yardımlaşacaklardır. Onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır.
(Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.
37/B) Hiçbir kimse müttefikine karşı bir cürüm îka edemez:
Muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.
38) Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe
masrafda bulunacaklardır.
39) Bu sahîfenin (yazının) gösterdiği kimse lehine Yesrib
vâdisi dahili (cevf), harâm (mukaddes) bir yerdir.
40) Himâye altındaki kimse (cârr), bizzat himaye eden kimse gibidir; ne
zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm îka edecektir.
41) Himâye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesnâ, bir
himâye hakkı verilemez.
42) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler arasında zuhurundan
korkulan bütün öldürme yahut münâzaa vak’alarının Allah’a ve Resûlullah
Muhammed’e götürülmeleri gerekir. Allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli ve en
iyi riâyet edenlerle beraberdir.
43) Ne Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himâye altına
alınmayacaklardır.
44) Onlar (= Müslümanlar ve Yahudiler) arasında, Yesrib’e
hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.
45) Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye
veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya
akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet onlar (Yahudiler),
(Müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, mü’minlere karşı aynı
haklara sahip olacaklardır; din mevzuunda girişilen harp vak’aları müstesnâdır.
45/B) Her bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan (gerek müdafaa
ve gerekse sâir ihtiyaçlar hususunda) mes’uldür.
46) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar,
aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların mevlâlarına ve bizzat kendi şahıslarına,
bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir
muhafazakârlık ile tatbik olunur. (Kaidelere) muhakkak riâyet edilecek, bunlara
aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız şekilde kazanç temin edenler, sadece
kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahîfede (yazıda) gösterilen
maddelere en doğru ve en mükemmel riâyet edenlerle beraberdir.
47) Bu kitap (yazı), bir haksız fiil îka eden veya cürüm
işleyen (ile cezâ) arasına engel olarak giremez. Kim ki bir harbe çıkar,
emniyette olur veya kim ki Medine’de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir
fiil ve cürüm îkaı halleri müstesnâdır. Allah ve Resûlullah Muhammed
himayelerini, (bu sahîfeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden
kimseler üzerinde tutacaklardır.*
HÜKÜMLERE
İÇLİŞKİN KURUCU İLKELER
Hamidullah’a göre, “bu anayasa, ilk İslam Devletinin Anayasası
olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı
anayasa olma özellik” ve ayrıcalığına da sahiptir.12 İtalyan tarihçi
Caetani, “anayasa” tabirini kullanmadan “vesika” der ve şunları ekler: “Bu
vesika Muhammed Peygamber’in kitabıdır ki, bunu yazan (veya yazdıran)
Muhammed’in kendisinden başkası değildir. Diğerleri, yani Müslümanlar,
Yahudiler ve Müşrikler buna katılmışlardır.”13 Caetani’nin bu sözlerinden,
Peygamber (sav)’in kendi başına hazırladığı bir metni diğerlerine dikte
ettirdiği veya bir emr-i vaki durumu yaratıp onlara onaylattığı sonucunu
çıkarmamak lazım. Enes’ten ve diğer kanallardan gelen bilgiler, Vesika’nın
karşılıklı görüşmeler sonucunda ve bir toplumsal mutabakat ürünü şeklinde
ortaya çıktığını göstermektedir.
Doğrusu da budur. Çünkü Mekke’den ve gece yarısı gizlice çıkıp Medine’ye göç
etmiş, üstelik bütün taraftarları genel şehir nüfusunun yüzde on beşini
geçmeyen bir insanın, tamamen kendi istek ve arzularına ya da gelecekteki çıkar
hesaplarına hizmet edecek bir sözleşme metnini, kendisinden sayıca ve silahça
daha güçlü kimselere kabul ettirmesi düşünülemez. Bu hiç de akla yatkın
görünmüyor.
Hz. Muhammed (sav)’in karşılıklı görüşmeler sonucunda ve oydaşma esasına dayalı
hazırladığı bu toplumsal sözleşmenin kabulünü sağlayan esaslı faktörlerden
biri, yüz yirmi yıldır savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen
Medine’nin bizzat içinde bulunduğu kaotik ve güvensiz durumdur. Medine adeta
kendine bir kurtarıcı beklemektedir. Kendi başına ve varolan sosyal güçlerle
barış ve istikrar sağlayacak siyasal ve toplumsal bir formül bulamıyor. Medine
savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yine de yeni çatışmalara gebe
bir görünümdedir. İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri
çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi
hukuk temelinde, “neysen osun” ilkesine göre varolmaya çağırıyor.
Vesika'da yaralama, öldürme, kan diyetleri, fidye-i necat vb. terim ve
maddelerin sıkça yer alması, uzun yıllar iç savaşlarla sarsılmış ve bitkin
düşmüş bir toplumun normal konjonktürünü yansıtır. O günün ivedi sorunu,
çatışmalara bir son verilmesi ve taraflar arasında adalet ve hakkaniyet esaslarına
uygun bir arada yaşamanın formülünün bulunmasıydı. Bu yönüyle Vesika, oldukça
dönemsel bir nitelik taşır. Ancak onun dönemselliği ve altına imza atan
insanların sayısının azlığı, kurucu ilkeleri yönünden önemsizdir.
İkinci önemli nokta, böyle bir proje sayesinde kimsenin kimse üzerinde
baskı kurmaya kalkışmadan başkalarını doğal bir realite kabul etmesi ve onun
yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve hukukun teminatı
altına alınmasıdır.
Gözönünde tutulması gereken bir nokta da şudur: Medine Vesikası, bütün
sosyal bloklar açısından “hakimiyet” değil “katılım” temelinde
bir toplumsal projeyi öngörür. Vesika’nın çizdiği proje çerçevesinde
Müslümanlar, özgür insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed (sav)’in gösterdiği
istikamette ve güven içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. Aynı
haklar Yahudiler ve diğerleri için de geçerlidir.
Burada Vesika’dan çıkarabileceğimiz ilk kurucu ilkenin altını çiziyoruz:
Doğru, adil, hukuka saygılı ve insanlar arasında gerçek barış ve istikrarı
amaçlayan ideal bir projenin, farklı gruplar (dinî, hukuki, felsefi, siyasi vs.)
arasında bir sözleşme temelinde ortaya çıkması gerekir. Sözleşmenin
hazırlanması esnasında sosyal blokların kendileri veya temsilcileri hazır
bulunmalı, özgür bir ortamda ve karşılıklı görüşme ve tartışmalarla sözleşmenin
hükümleri (temel yasalar) tesbit edilmelidir.
Toplumsal hayata katılan gruplar heterojen olduklarından, her bir madde bir
örtüşme noktasını teşkil etmeli ve oydaşma yoluyla tesbit edilmelidir. Her
örtüşme maddesi sözleşmenin bir hükmünü oluşturur ve anlaşmazlık konusu her
madde de grupların kendilerine terkedilir. Örtüşme sözleşme alanına, farklılık
özerk alana aittir. Bu, birlik içinde zengin farklılık, yani sahici
çoğulculuktur.
İkinci kurucu ilke hakimiyet’in değil, katılım’ın hareket noktası
seçilmesidir. Çünkü totaliter ve üniter bir siyasal yapıda farklılıklar kabul
edilemez. Medine Vesikası, Müslüman ve Yahudileri kabile kabile (tek tek)
zikreder. Müşriklere de ayrı bir maddede değinir. (Md. 20/B). Muhacirler,
Ensar, Benu Avf, Benu Harisler, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’n-Neccar, Benu Amr
İbn Avuflar, Benu Nebît ve Benu’l-Evs... (Md.1-11). Yine Yahudiler’den Benu
Avf, Benu’n-Neccar, Benu’l-Haris, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’l-Evs, Benu
Sa’lebe, Cefne, Benu Şuteybe (Md.25-33) kabilelerini ve onların mevlalarını
ayrı ayrı zikreder.
Mevla, kan ve akrabalık bağı olmaksızın bir kabileye bağlı
veya onunla anlaşmalı olan kabile, aşiret veya topluluktur. Bu demek oluyor
ki, ismiyle ve imzasıyla sözleşmeye taraf olan her bir sosyal blok, kendisine
bağlı diğer toplulukları da temsil etmekte ve aynı hak ve sorumlulukları onlara
da tanımaktadır. Ancak 20/B maddesi müşriklerle ilgili özel hükümler getiriyor
ve 43. md. ile destekleniyor. Bu da Medineli Müşrikler’in Mekkeli Müşrikler’le
her türlü siyasi ve askeri ilişki kurmalarına engel teşkil etmek içindir.
Esasında Medineli Müşrikler de Mekkelilerle ittifak kurma arzusunu
taşımıyorlar, hatta başlarına bir tehlike gelir diye çekiniyorlardı. Ama onlar
da, diğerleri gibi 39. md.de belirtilen Site’nin alanı içinde her türlü hak ve
özgürlüklere sahip olmak istiyorlardı, Vesika bu hakkı talebi de hukuki bir
teminat altına almaktadır. Nitekim, Mekkelilerle girişilen Bedir ve Uhud
savaşlarından sonra da, Vesika’ya taraf Müşrikler’in Medine’de yaşamaya devam
ettiklerini ve Müslümanlarla aralarında çatışmaya dönüşecek ciddî sorunlar
çıkmadığını biliyoruz.
Kabilelerin bir bir zikredilmesi, toplumda varolan dinî ve etnik
toplulukların kimliklerini tanımak ve belgelemek içindir. Muhtemelen, kabile
liderleri bunu özellikle talep etmişlerdir.
Bundan şu sonuç çıkar: Her bir dinî ve etnik grup kültürel ve hukuki tam
özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat,
gündelik hayatın düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve
kendini tanımladığı hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade edecektir. Söz
konusu dinî ve hukuki özerkliğin teminatı, “Yahudilerin dinleri kendilerine,
mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse kendileri
dahildirler.” diyen 25. maddedir.
42. Madde’de zuhurundan korkulan ihtilafların Hz. Muhammed (sav)’e
götürülmesini öngören hüküm, gerek Kur’an’dan gerekse Hadis ve Siyer
kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla, Yahudi ve Müşrikler tarafından teklif
edilmiştir. Daha önce de değindiğimiz nedenlerle, Medine’deki kaotik durum, kabileler
arasındaki karşılıklı güveni sarsmıştı. Bu madde ile, gruplar, kendi aralarında
çıkan ihtilafları çözemedikleri zaman, davayı bir “üst yargı makamı”na götürmek
üzere kendi aralarında anlaşıyorlar. Bu üst yargı makamı da doğrudan güvenilir,
tarafsız ve Medine dışından gelmiş Hz. Muhammed (sav)’dir. Kur’an, Peygamber
(sav)’e eğer isterse onların davalarına bakabileceği yetkisini veriyordu.
(Maide, 42). Bunun üzerine Peygamber (sav) de, kendisine başvurdukları her
seferinde onları muhayyer bıraktı ve önce şunu sordu:
“Size neye
göre hüküm vermemi istersiniz, Kur’an’a göre mi, yoksa Tevrat’a göre mi?”
Bu
düzenlemede Peygamber (sav), bir “Hakim” değil, bir “Hakem”
konumundaydı. Eklemek lazım ki, gayri müslimlerin davalarına bakma veya onları
kendi mahkemeleri ve hukuklarıyla başbaşa bırakma teamülü o günden beri Zımmî
hukukun bir parçası olmuş, bu uygulama Osmanlıların son dönemlerine kadar
sürmüştür.
Burada bir kurucu ilke daha ortaya çıkmaktadır: Çoğulcu bir toplumda tek
değil, birçok hukuk sistemi aynı anda geçerli olabilir. Ve tabii eğer bloklar
arasında çatışan hukuklar dolayısıyla ihtilaflar doğarsa -ki doğar- bu durumda
ya tarihte görüldüğü gibi, bu türden davalara yetki alanları genişletilmiş
Mezalim Mahkemeleri bakar veya bütün hukuk topluluklarının hukuk
temsilcilerinden oluşmuş üst mahkemelerin kurulması cihetine gidilir. Bana
göre, çatışan hukuk sistemleri karşısında mağduru hukuk seçmede özgür bırakmak
en iyi çözümdür; İslam hukuku açısından bu mümkündür.
Vesika’nın 23. maddesi Peygamber (sav)’i Müslüman sosyal blok üzerinde mutlak
hakim kılar. Bu doğal bir durumdar; çünkü Müslümanlar ona biat etmekle, zaten
ona bağlanmayı daha başında kabul etmişlerdir. Bu, aynı zamanda ibadeti, dinî
ve hukuku birbirinden ayırmayan İslami temel varsayıma uygun bir tutumdur. Bu
maddelerin kurucu ilkesi, İslamiyet’in sadece Müslümanları bağlayan bir din
olduğu gerçeğinin altını çizer.
İslami modelin totaliter olduğunu öne sürenler, bu gerçeğin yeterince farkında
değiller. Çünkü eğer insanlar, özgür bir din tercih etme haklarına sahip ise,
hukuk ve sosyal hayat biçimlerinin de din ve düşüncelerine uygun olması bir
zorunluluktur. Bu durumda İslam dini ve hukuku, Müslümanları bağlar,
diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve gayri müslimlerden bu hukuka göre davranmaları
istenmez. Öyle ki Hz. Ömer (ra), başını örten gayri müslim bir cariyenin bu
davranışından memnun olmamış ve başörtüsünün İslamiyet’i bir bütün kabul
edenler için amir bir hüküm olduğunu belirtmiştir.
Vesika ise, objektif hükümleriyle bütün dinî ve sosyal blokların
üstündedir. Yani, Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler onun genel çerçevesi
dışına çıkamazlar. Bu anlamda karşılıklı anlaşma sonucunda ortaya çıkmış
Vesika, Kur’an, Tevrat ve yerleşik örfün üstündedir.
4. ve 11. maddeler sosyal blokların özerkliğini teyid eder. Buna göre,
kabileler, eskiden olduğu gibi (adet olduğu vechile) kan diyetlerini
ödeyecekler, savaş esirleri için fidye verecekler. Kendi aralarında mali
mükellefiyetlere katlanacak ve bunlar ortaklaşa tesbit edilecektir ( Md. 3, 12
ve 37.) Ancak eskiden olduğu gibi, kan ve akrabalık bağına dayalı kabile
asabiyetiyle suçlular korunmayacak, biri suç işlediği zaman kabilesinin
fertleri ondan sorumlu tutulmayacak, kısaca suç ve ceza bireyselleşecektir (Md.
22 ve 31/B). Bu bile başlı başına bir devrimdi. Suçlu ve canilerin korunmadığı
-ki bunlar hangi bloktan olursa olsunlar farketmez- bu yeni yapıda adalet ve
güvenliğin sağlanması ortak ve sosyal bir sorumluluk mevkiine çıkartılıyor,
taraflar birbirlerine karşı -aynı blokun bireyleri- sorumlu tutuluyor. (Md. 12,
13, 21). Buna bağlı olarak 12/B maddesi, kişilerin, başka kişilerin mevlaları
ile ve onlardan ayrı olarak anlaşma yapma imkanlarını tanıyor. Kanımca bu madde
ve başka hükümler, vize verme hakkını devletten alıp, doğrudan bireylere ve
gruplara veriyor.
Vesika’nın diğer hükümlerini de kısaca şöyle özetlemek mümkün: 39. Madde
ile “ülke ve korunmuş sınır” kavramı getirilmiş olup, bu o günün
şartlarında yeni bir şeydi. Kan ve akrabalık bağına dayalı kabile yapısı
aşılıyor, insanlar bloklar halinde (veya hukuk toplulukları şeklinde) daha üst
bir siyasi birlik etrafında toplanıyor ve Medine’de yaşayan aşiret ve kabileler
arasındaki her türlü çatışma ve hukuk ihlali yasaklanıyor. Vesika’da geçen
“haram” terimi "korunmuş sınır" demektir ve bir siyasi birliğin
toprak bütünlüğüne atıf anlamına gelir. Bu siyasi birliğin Vesika’daki
karşılığı “ümmet”tir (Md. 2 ve 25). Bu anlamda “ümmet”, içinde Müslümanlar,
Yahudiler ve müşriklerin de yeraldığı siyasi birlik demektir. Bu birlik, dinî,
kültürel ve hukuki özerklik temelinde ırk, dil, din, mezhep ve etnik köken
farkını gözetmeyen bir toplumsal projedir (Md. 1,2, 16 ve 25.)
İnsanlar ve topluluklar arasındaki ilişkilerde temel ahlakî esaslar ve herkesin
karşı çıkamıyacağı evrensel yüce idealler geçerlidir (Md. 47). Ancak bunların
geçerli olabilmesi için toplumsal ilişkilerin bütününü düzenleyen yazılı bir
hukuk metninin esas alınması gerekir. Bundan dolayı Vesika, kendini “Kitap”
(Md. 1,36 ve 47) veya “Sahife” (Md. 22, 39, 42, 46 vs.) diye takdim etmektedir
ki, o günün geleneksel kültüründe bu her iki terim bağlayıcılık ifade eder.
Sözgelimi Kur’an da kendini “kitap” olarak tanımlar, geçmiş Peygamberlere
çeşitli kitap ve sahifelerin indirildiğini söyler.14
Vesika, herkesi bağlayan hukukun üstünlüğüne tam riayeti öngörürken (Md.
37 ve 37/B), savaş, tek tek birey ve kabilelerden alınıp merkezî hükümete
intikal ettiriliyor (Md. 17, 18). Savaş, merkezî yönetimin ortak kararıyla
alınacaktır. Savaşın en önemli sebeplerinden biri dışarıdan gelecek bir
saldırıya karşı ortaklaşa mukavemet etmek üzere yapılır. Böyle bir savunma
savaşında anlaşmaya taraf olan gruplar mali ve askerî ortak sorumluluklar
yüklenirler, hep birlikte savaşırlar. (Md. 15, 18, 19 ve 24). Ancak din adına
yapılacak savaşlarda ortak sorumluluk yoktur. (Md. 45). Buna göre eğer
Müslümanlar, kendi dinleri için ve başkalarıyla -o da Medine dışında olmak
üzere- savaşacak olurlarsa, Yahudiler ve Medineli Müşrikler onlara katılmak
zorunda değildirler. Bu madde gereğince Bedir ve Uhud Savaşı Medine dışında bir
yerde cereyan etmiştir.
Toplumsal hayatta adaletin tevzii, adlı işlerin yürütülmesi ve yargı
için gerekli tedbirler alınacak ve bu yetkiler merkezî otoriteye devredilip
fertlerin takdir ve inisyatifine terkedilmeyecektir; bu da ortak sorumluluklar
arasında yer alan önemli bir husustur (Md. 13).
Vesika, yargı ve savunma ya da savaş ilanı gibi hususları merkezî
otoriteye (devlet?) devrederken, başta yasama olmak üzere, kültür, bilim,
sanat, ekonomi, eğitim, sağlık vb. hizmetleri sivil topluma bırakıyor. Peygamber
(sav)’den gelen başka rivayetler, yönetimin ancak vergi, yargı ve savunma
türünden alanlarla sınırlı olduğunu, bunların dışında kalan diğer alanların
sivil topluma ait olduğunu anlıyoruz.
Medine Vesikası’nın genel hükümlerinden başka sonuçlar da çıkartılabilir.
Ama yeri burası değildir. Vesika’nın bizim için önemli tarafı, 622 yılında
yazılı bir belge olarak üç ayrı dinî ve sosyal blok arasında karşılıklı görüşme
ve anlaşma sonucu kaleme alınması ve uygulamaya konulmuş olmasıdır..
Ben kişisel olarak, Vesika’nın hükümlerinden hareketle birtakım soyutlama ve
genellemeler yaparak bugün için referans olacak bazı kurucu ilkeler elde
edilebileceğini düşünüyor ve bu kurucu ilkelerin son tahlilde çoğulcu bir
toplumsal projeye dayanak olabileceğine inanıyorum. Kur’an, Hadis kaynakları ve
Müslümanların özel ve yöresel-tarihsel deneylerinden ayrı düşünüldüğünde İslam
hukuku da bu projeyi teyid eden ve geliştiren zengin hükümler taşımaktadır.
Yıllardır süren Arap-İsrail savaşı, şimdi yeni başgösteren Azeri-Ermeni çatışmaları,
Lübnan’ın bölünmüş dinî yapısı, Balkanlardaki etnik durum, Kürt sorunu vb.
sayısız çatışma ve savaş sebebinin varolduğu bölgemizde bütün dinî, etnik ve
siyasî grupları sözleşme temelinde birarada yaşatacak ortak, gönüllü ve
katılıma dayalı çoğulcu projelere ihtiyacımız var.
Kuşkusuz Hegelyen bir bakış açısından bu Vesika'ya baktığımızda doğru sonuçlar
çıkaramayız. Çünkü Hegel'e borçlu olduğumuz modern (türedi) paradigma, çevre
faktörlerini belirleyici bir konuma çıkartır ve hatta insanı bile çevresinin
bir ürünü sayar. Vesika'nın hükümlerinde o günkü Arap toplumunun kendine özgü
şartları veya varolan objeler dünyası etkileyici olmuştur; ancak belirleyici
olan o çevre şartları değil, özgür, adil, katılımcı ve çoğulcu bir toplum
biçimi geliştirme arzusudur. Bundan dolayı hükümlere içkin kurucu ilkeleri
araştırıp bulmak önemlidir. Belki bize de bu kurucu ilkeler yol gösterecektir.
Sanıyorum Batılı demokrasiler bugün yaşadığımız sorunlar karşısında yetersiz
kalıyor. Bu bölgenin ve yeryüzünün sakinleri olan bizler ise, geleceğimizi
tehdit eden bu sorunlar ve haber verdikleri tehlikeler karşısında gözümüzü
alternatif kaynaklara çevirmek zorundayız.
Medine
Vesikasının Fıkıh Literatürümüzdeki Yeri
Medine
Vesikası'nın fikhî tahlillerde fazla öne çıkmadığı bilinen bir husustur. Bu
husus İslâm hukukçularının Medine Vesikası'nı bilmediklerinden kaynaklanmaz.
Çünkü ilk dönemlerden itibaren temel fıkıh kitaplarımızın siyer bölümlerinde
hem megazî literatürüne hem de Medine Vesikası'na çeşitli atıflar yapılır.
Yalnız bu metinlerdeki atıfların genellikle vesikanın neticeleriyle alâkalı
olduğu görülür.15
Bilindiği gibi fıkıh literatürümüzde gayri müslimlerle yapılan antlaşmalar iki
grupta değerlendirilir. Bu gruplandırmada hâkimiyet unsuru belirleyici bir
kriter olarak esas alınır. Çünkü hâkimiyet unsurunun bulunup bulunmaması fıkıh
sistematiğinde farklı hükümlere tâbidir. Hâkimiyetin bulunduğu sözleşmeler
zimmet kavramıyla; hâkimiyetin bulunmadığı sözleşmeler ise muvâdaa, musâlaha, müsâleme,
muhâdene16 gibi kavramlarla ifade edilir.
İlk dönemlerden itibaren İslâm hukukuyla ilgili "siyer"
kitapları/bölümlerinde devletlerarası münasebetler detaylı incelenmesine
rağmen, Peygamberimizin (sav) savaşlarından ve barış antlaşmalarından bahsedilmemesi
dikkat çekicidir. Muhtemelen Medine Vesikası da bu genel hükme dâhildir. Bu
anlayış Hanefi fıkıh usulü açısından özellikle yönetimle alâkalı icraatların
Peygamberimizin (sav) devlet başkanlığı vasfıyla temellendirildiği yorumunu
hatırlatmaktadır.17
Konumuzla alâkalı temel problem, Medine Vesikası'nın geçiş dönemine ait
bir uygulama veya zimmet hükümleriyle nesh olup olmadığı değerlendirilmesinde
odaklanır.18 Her şeyden önce şu hususların hatırlanmasında fayda vardır.
Bilindiği gibi Yahudilere karşı Hayber Seferi hazırlıklarının yapıldığı esnada
bile Medine'de Peygamberimiz (sav) ile (sallallahü aleyhi ve sellem)
antlaşmalarına bağlılığını devam ettiren Yahudilerin varlığı bilinmektedir.19
Ayrıca Hayber Seferi'ne Medine Yahudilerinden on kişinin katıldığı ve
Peygamberimizin (sav) onlara ganimetten pay verdiği rivayet edilmektedir.20
Hattâ ailesinin maişeti için aldığı gıda karşılığında zırhını bir Yahudi'ye
rehin vermesi de Peygamberimizin (sav) hayatının son zamanlarına kadar
Medine'de Yahudi unsurunun varlığını gösterir.21
Konunun diğer bir boyutu ise cizye âyetiyle alâkalıdır. Bilindiği gibi
hemen hemen bütün kaynaklarda Tevbe Sûresi'nin Hicret'in 9. yılında nazil
olduğu hakkında ittifak vardır. Tevbe Sûresi'nin son nazil olan sûrelerden
olduğu da bilinmektedir. Bu sûredeki cizye âyetinin ise, 9. yıldaki Tebük
Seferi'ne ait hazırlıklar sırasında veya bu gazve esnasında nazil olduğu
rivayet edilmektedir.22 Cizye ile alâkalı âyetin nüzulünden sonra
Peygamberimizin (sav) bazı Ehl-i kitap ve Mecusi kabilelerle zimmet sözleşmesi
yaptığı kaydedilmektedir.23
Medine'de kalan Yahudilerin cizye âyetinden sonra zimmî statüsünde
değerlendirildiği bilgisine biz rastlamadık. Bunların "Medine
Vesikası" şartlarına bağlı olarak devam etmiş olmaları kuvvetle
muhtemeldir. Bu ihtimal, Tevbe Sûresi'nde bazı müşrik kabilelerle yapılan
antlaşmaların sona erdiğinin ilân edilmesi emredilirken, antlaşma yapıldıktan
sonra "şartları hiçbir şey eksiltmeksizin tamamen yerine getiren ve
sizin aleyhinize hiç kimseye destek vermeyen" (Tevbe, 9/4) müşriklerin
bile istisna edilmesi anlayışıyla teyit edilebilir.
Bu verilere göre Peygamberimizin (sav) maddî ve askerî açıdan zayıf olduğu
zamanlarda gayri müslimlerle anlaştığı, maddî ve askerî bakımdan güçlü olduğu
zamanlarda ise savaştığı yorumu tarihî vakaya uygun değildir. Zaten böyle bir
siyaset uyguladığını varsaymak, hiçbir zaman Peygamberimizin (sav) şahsiyetiyle
de getirdiği mesajla da bağdaşmaz. Zîrâ Peygamber Efendimizin (sav) yaptığı
bütün savaşlar müdafaa eksenlidir.
Bu mânâda Peygamberimizin (sav) bidayeti ile nihayeti arasında fark olmadığını
rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu hususta Fethullah Gülen Hocaefendi'nin muhteva
açısından Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında irtibat kurması oldukça
önemli ve orijinaldir:
"Hoşgörü,
diyalog veya bizim vazettiğimiz ıstılah ile herkesi kendi konumunda kabul etme
düşüncesi ve bunun hayata intikali İslâm tarihinde bizimle ortaya çıkmış bir
şey değildir. Sadece Medine Vesikası'nı bu gözle incelemeye alın; insanın hangi
din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve
mülk edinme hakkının olduğunu ‘İnsanlığın İftihar Tablosu' o mübarek sesini
yükselterek âleme duyuruyor mu duyurmuyor mu? Bu hakların dokunulmaz ve aynı
zamanda mukaddes olduğu Vesika'da var mı yok mu? Aynı hakikatler başka bir
dille, başka bir anlatma üslûbu ve edası ile Veda Hutbesi'nde tekrar ediliyor mu edilmiyor mu?
Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında yaklaşık on yıl var. Demek bu on
yılda bir çizgi değişikliği yok; aksine tahşidat var, tahkim var."24
Veda
Hutbesi'nde Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Ey
insanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes
bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mukaddes bir şehir ise, canlarınız,
mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden
korunmuştur."25
Hitabın
"Ey insanlar!" diye başlaması, ilgili hükümlerin inanan-inanmayan
herkese şamil olduğunu gösterir ve evrensel insanî değerler olduğunu ilân eder.
Netice
Medine
Vesikası'nın ruhu; farklı inanç ve ırktan insanlarla savaşsız barış içerisinde
bir arada yaşama, sosyal münasebetlerde hayırhahlığı ve iyi davranışı esas
alma, iç ve dış güvenliğin sağlanmasında işbirliği yapma şeklinde
özetlenebilir. Bu ruh; iletişim araçlarının dünyayı küçülttüğü, büyük ölçekli
nüfus hareketlerinin gerçekleştiği ve sınırların eski değerini kaybettiği
günümüz dünyasında daha da önem kazanmaktadır.
Dipnotlar:
1.
Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, çev. F.Işıltan, Ankara, 1963, s.2
2. Her iki merkezin yapısal özellikleri ve birbirleriyle mukayesesi için bkz.
W.Montogomery Watt, Muhammet at Mecca, Oxford, 1953 (Hz. Muhammed Mekke’de, çev.
M.R.Ayas-A.Yüksel, Ankara, 1986) ve aynı yazar, Muhammad at Medina, Oxford,
1953.
3. Hamidullah, I, 177-199
4. Dr. S.Ahmed el-Ali, ed-Devletu fi Ahdi’r-Resul, Irak, 1988, I, 24.
5. Buhari, 5/44; İbn Hişam, I, 183
6. İbn Sa’d (öl. 230), Tabakat, Leyden, 1904-12, I, böl. 2
7. Hamidullah. I, 181
8. Buhari, 3/67; M.Asım Köksal, İslam Tarihi, İstanbul, 1981, I, 95
9. A.Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 7.
Bsk. Ankara, 1978, s.204; S.M. Ahmed Nedvî-S.S.Ansarî, Asr-ı Saadet, çev.
A.Genceli, İstanbul, 1985, I, 64
10. Buhari, 56/181, No:1; M.Tayyib Okiç, İslamiyette İlk Nüfus Sayımı,
A.Ü.İlahiyat Faklt. Dergisi, Ankara, 1958-9. VII, 11 vd.
11. S.M. Ahmed Nedvi- S.S.Ansarî, I, 64
12. Hamidullah, I, 189
13. Caetani, III, 112
14. bk. En’am, 154; İsra, 2; Necm, 36; A’la, 19 vs...
15. bk. Muhammed b. el-Hasan, Kitabi's-siyeri'l-kebir, Beyrut 1997,
(Serahsi'nin şerhi ile birlikte), V, 3.
16. Şeybanî, V, 18, 30.
17. Debusî, Ebu Zeyd Abdullah b. Ömer, Takvimu'l-edille fi usuli'l-fıkh, Beyrut
2001, s. 249-252.
18. Krş. Sönmez, Abidin, Rasulullah'ın Diplomatik Münasebetleri, İstanbul 1984,
s. 97.
19. Vakidî, Muhammed b. Ömer, Kitabu'l-megazi, Oxford 1966, II, 634, 635, 637.
20. Vakidî, II, 684.
21. Buharî, Cihad, 89; Tirmizî, Buyu', 7.
22. Fayda, Mustafa, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul 1989, s. 115.
23. Hamidullah, Muhammed, Mecmuatü'l-vesaiki's-siyasiyye li'l-ahdi'n-nebeviyyi
ve'l-hilafeti'r-raşide, Beyrut 1987, s. 150 vd.
24. F.Gülen, Ümit Burcu, 206
25. Buhari, Diyat, 6; Müslim, Kasame, 25.
(bk. Ali
Bulaç, Medine Vesikası; Yrd. Doç. Ahmet Güneş, İslâm Hukuku Açısından Medine
Vesikası)
Selam ve dua ile...
http://www.sorularlaislamiyet.com/qna/13257/medine-vesikasinin-onemi-nedir-hangi-konulari-
iceriyordu-bu-vesikanin-fikih-literaturumuzdeki-yeri-nedir-ve-gunumuzde-uygulanirligi-var-midir.html
web adresinden alınmıştır.