Popüler Yayınlar

MEDİNE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
MEDİNE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Nisan 2013 Cuma

Haftanın Kitabı - Hicaz Seyahatnamesi

12 Nisan 2013
- İSTANBUL
 
Havayoluyla kolaylıkla ulaşabildiğimiz kutsal topraklara Osmanlı döneminde tamamlanması uzun bir yolculuğun sonunda varılabiliyordu. 

Süleyman Şefik Söylemezoğlu, o dönemde çıktığı yolculukla ilgili ayrıntı ve gözlemlerini Hicaz Seyahatnamesi’nde anlatıyor.

Günümüzde hac ve umre yolculuklarının rotası bellidir. Uçakla önce Medine’ye, ardından karayoluyla Mekke’ye geçilir. Yahut hava yoluyla Cidde’ye, oradan da Mekke’ye gidilerek görevler yerine getirildikten sonra Medine ziyaret edilir.

Yaklaşık dört saatlik bir zaman dilimini alan bu yolculuk, Osmanlı Devleti zamanında günler hatta aylar sürüyordu.

Süleyman Şefik Söylemezoğlu, o dönemde babası Ali Emiri Bey’in surre emini olarak kutsal topraklara gönderilmesini fırsat bilerek kendisine eşlik etmiş ve tüm yolculuğu anlatan Hicaz Seyahatnamesi’ni kaleme almış.

Surre emini; Osmanlı’da İstanbul’dan Hicaz halkına dağıtılmak üzere özel bir törenle gönderilen para ve armağanların başında duran kişilere verilen unvan.

Prof. Dr. Ahmet Çaycı ve Prof. Dr. Bayram Ürekli tarafından yayına hazırlanan Seyahatname, İz Yayıncılık’tan okurla buluştu.

Süleyman Şefik Bey, Seyahatname’de eseri kaleme alma sebeplerini de anlatıyor.

Bunlardan biri de Hicaz bölgesindeki Osmanlı hakimiyetinin gücünü ve zaaflarını kaynaklara da dayandırarak ortaya koymak.

Kara ve deniz yolculuğu

Mevcut eserlere bakıldığında hac seyahatnamelerinin manzum ve mensur olmak üzere iki şekilde kaleme alındığı görülür.

Bu eser de mensur bir hac seyahatnamesi. İstanbul’dan Mekke’ye kadar olan hac yolculuğunda deniz ve karayolu tercih edilmiş.

Seyahatin İstanbul-Beyrut bölümü deniz yoluyla gerçekleşmiş. Bu güzergâh İstanbul’dan başlayarak Marmara adaları, Çanakkale Boğazı, Dedeağaç İskelesi, Ege adaları, Rodos ve Kıbrıs üzerinden Beyrut şeklinde belirlenmiş. Beyrut’tan Mekke’ye kadar ise karayoluyla gidilmiş.

Kadıköy’e benzetilen Beyrut

Seyahat boyu uğranılan yerleşim yerleriyle ilgili gözlemlerini aktaran Süleyman Şefik, Rodos Adası’nın o dönemki nüfusuyla ilgili bilgiler de veriyor.

27 bin 97 olan nüfusun 19 bin 533’ü Hıristiyan, 4 bin 903’ü Müslüman, 2 bin 660’ı ise Musevi. Müellifin Beyrut’la ilgili ilk izlenimiyse bölgeyi Kadıköy’e benzetmesi. Beyrut’ta surre alayının törenlerle, maytap ve fişeklerle karşılanışını da detaylı bir şekilde anlatılıyor.

Osmanlı döneminin Şam şehrini tasvir eden Süleyman Şefik, bölgenin nüfusu, su yolları, kütüphaneleri, eğitim programları, bitki örtüsü, ziraat ve ticaretiyle ilgili bilgiler veriyor.

Medine’de şehrin coğrafi özellikleri, Hazreti Peygamber’in Medine’ye gelişi, Mescid-i Nebevi’nin ilk inşasından bahsediyor.

Mekke-i Mükerreme’yi anlatırken hac ibadetiyle ilgili ayrıntılı bilgiler veriyor. Arafat ve Mina’daki izdiham, temizlik ve dönemin salgın hastalığı koleraya karşı alınması gereken tedbirleri sıralıyor.

Müellif ve yanındakiler, hac sonrası geriye dönüş yolculuğunda Cidde limanında kolera salgınının geçmesi için birkaç gün bekletiliyor.

Eserin son bölümünde Vehhabilik konusunu ele alan Süleyman Şefik, hareketin ortaya çıkışı, kurucusu Abdülvehhab’ın hayat hikâyesi ve siyasi emelleriyle ilgili bilgiler veriyor.

Hicaz Seyahatnamesi, Osmanlı dönemindeki hac yolculuğu ve kutsal topraklar hakkında bilgi edinmek isteyenler için iyi bir kaynak.

 http://www.zaman.com.tr/cuma_haftanin-kitabi_2076796.html

11 Mart 2013 Pazartesi

MEDENİYETLERİN KADER GÖSTERGELERİ

Ahmet DAVUTOĞLU
Tarihin ibresi model ve sembol şehirler etrafında döner. Medeniyetlerin çöküşü bu sembol şehirlerin marjinalleşmesi ile neticelenir. Islam medeniyetinin geleceği de bugün iki şehrin kaderi ile belirlenecektir: Kudüs ve Saraybosna. Bu iki şehrin Islam kimliğinin muhafaza edilmesi konusunda Islam dünyasının göstereceği gayret Islam medeniyetinin geleceğinin de en önemli göstergesi olacaktır.
 
Medeniyetlerin yükseliş ve düşüşü şehirlerin kaderlerinde tezahür eder. Tarihin ibresi model ve sembol şehirler etrafında döner. Medeniyetler yükseliş dönemlerini sembol şehir ya da şehirlerle taçlandırırlar. Bunalımlar ise önce şehirlerdeki kimlik krizi ile kendilerini ortaya koyarlar.
 
Şehirlerdeki ruh—maddî tecessüm, keyfiyet—kemiyet dengesizlikleri medeniyet içi dengesizliklerin akislerinden başka bir şey değildir. Medeniyetlerin çöküşü bu sembol şehirlerin marjinalleşmesi ile neticelenir.
Sodom ve Gomore'den New York'a kadar medeniyetler kurdukları şehirlerde tecessüm etmişler ve güçleri nisbetinde bu şehirleri insanlık tarihinin merkezî konumuna oturtmuşlardır. 
 
Antik Yunan medeniyetinin iniş çıkışları Atina şehrinin özellikleri ile aynîleşmiştir. Eflatun ideal şehir—devletini tanımlarken içinde yaşadığı şehrin bunalımlarını da ortaya koyma çabası içindedir. Iskender dönemi zengin kültür kaynaşmasının ve eklektrik oluşumunun en güzel misali Iskenderiye'dir. Sezar döneminde her yol Roma'ya çıkmış; Marcus Aurelius'dan sonra yollar yeni yörüngeler aramaya başlamışladır. Modern dönem için de durum farklı değildir. 
 
Fransız devrimi ve Napolyon Paris'i, endüstri devrimi ve 19. yüzyıl yeni sömürgeciliği Londra'yı tarih sahnesine çıkarmıştır. Üzerinde güneş batmayan imparatorluğun güneşi hep Londra'da doğmuştur. Dünya sisteminin merkez ülkeleri malları ile birlikte şehirlerini de ihraç etmişlerdir. 
 
1. Dünya Savaşı'ndan sonra New York'un yükselişi ABD'nin dünya sisteminin merkezî unsuru olma süreci ile koşut bir gelişmedir. 20. yüzyıl boyunca her para New York'a çıkmış ve New York'tan dünyaya dağılmıştır. Soğuk savaş dönemini Berlin şehrinin kaderinden daha iyi anlatabilecek hangi tasvir olabilir? Şehirlerin nabzını tutabilen tarihin nabzını da tutabilir.
 
Islam medeniyetinin iniş ve çıkışları da şehirlerin kaderi ile anlatılabilecek bir tarihî süreçtir. Yesrib'i Medinetü'l Münevvere yapan güç Islam medeniyetini de tarihin merkezine oturtan güçtür. Yesrip hicretle kimlik değiştirmiş ve adı ile özdeşleştiği medeniyetin yükselişinin de odak noktası olmuştur. 
 
Islam takviminin hicretle başlaması bir tesadüf değildir. Hicret bir Medine'den bir medeniyete geçişin başlangıcıdır. Bu başlangıç ile bütün bir medeniyet tarihinin akışı da yön değiştirmiştir. Islam medeniyeti bu başlangıçtan sonra hep yeni Medinelerin özlemi içindedir.
 
Medine kulluğun, hürriyetin ve gücün buluştuğu bir maddî mekandır. Mutlak kulluğa mutlak hürriyete ve mutlak güce açılmayan medinelerde Islam medeniyeti inişe geçmiş ve kendine yeni mekanlar aramaya başlamıştır.
 
Ikili kıyaslarla ortaya koymak gerekirse Delhi'nin fethi (1192) ve Bağdat'ın düşüşü (1258), Istanbul'un fethi (1453) ve Gırnata'nın nihaî sükutu (1492) birbirini takip eden olaylardır. Sanki ilahî irade bir düşüşün öncesinde başka bir merkezi hazırlamakta ve medeniyetin ruhuna sığınacak ve kendisinde tecessüm edecek maddî bir mekan oluşturmaktadır.
  
Şehirler medeniyetin tarihinin eksenindeki uzun dönemli devriliğinin odak noktalarıdır. Islam medeniyeti içindeki bunalım ve dönüşümler de en çarpıcı şekilde şehirlerin kimlik dönüşümleri ile ortaya konabilir. Delhi tarihin en eski medeniyetlerinden birini Islam medeniyetine eklemleyecek kimlik dönüşümünü yaşarken Bağdat yıkılmış, Istanbul yepyeni bir ruhî uyanışın maddî çerçevesini oluşturmaya çalışırken Islam medeniyetinin Batı eksenindeki en zengin kalesi Gırnata tarihe gömülüşün hüznünü yaşamıştır.
 
Islam medeniyetinin bu asırda yaşadığı bunalımı da en güzel şekilde şehirlerin serencamında yakalayabiliriz. Türk toplumunun bu asırda yaşadığı kimlik krizini Ayasofya'nın kimliksizliğinden daha güzel anlatabilecek hangi sembol olabilir? Türk toplumunun tarih içinde iddiasızlaştırılması ile Istanbul'un önemsizleştirilmesi ve çevreselleşmesi de birbiriyle uyumlu olgulardır.
 
Tarih içinde söyleyecek sözü, insanlığa sunacak mesajı olmayan toplumların gerçek anlamda kendilerine has şehirleri de yoktur. Bu asrın özellikle ikinci çeyreğinde sur—içi Istanbul'unda yaşanan cami katliamı ile aynı dönemde ideolojik düzeyde yaşanan redd—i miras aynı medeniyet bunalımının zihnî ve maddî akisleridir. 
 
Delhi'nin kesin bir kimlik değişimi ile Yeni Delhi olarak yeniden inşası Islam medeniyetinin hem sömürgecilik ve yeni—sömürgecilik karşısındaki gerileyişinin hem de uyanış çabalarının izlerini taşır. Tarih boyunca Islam medeniyetinin Hint eksenindeki Islamabad'ı olan Delhi terkedilmiş ve Islamabad yeni bir maddî çevrede yeniden kurulmuştur. 
 
Bu Islam medeniyetinin diğer medeniyetler ile karşılaştığı hattan merkeze doğru çekilmesinin de bir işareti olarak görülebilir. Hemen hemen bütün uluslararası Islamî kuruluşlarının bulunduğu Cidde şehri de bu medeniyet bunalımının tipik bir yansımasıdır. Cidde şehrinin yapılanması zihnî bunalımın maddî mekan içinde tecessüm edişinin en tipik misalidir. Yanlış yorumlanmış selefilik ile modernizmin gelenek—karşıtı çarpık sentezinin oluşturduğu bunalım Cidde şehrini doğurmuştur. Cidde Islam medeniyetinin kalbine 60 km. mesafede bir Amerikan şehridir.

Islam medeniyetinin geleceği de bugün iki şehrin kaderi ile belirlenecektir: Kudüs ve Saraybosna. Bu iki şehrin Islam kimliğinin mahfaza edilmesi konusunda Islam dünyasının göstereceği gayret Islam medeniyetinin geleceğinin de en önemli göstergesi olacaktır. Bu açıdan Ortadoğu Barış Konferansı ve Bosna krizinin uluslararası sistem ile Islam dünyası arasındaki ilişkilerin merkezine oturmuş olması da kesinlikle bir tesadüf değildir. 
 
Bugün Saraybosna ve Kudüs, Islam medeniyetinin Medine sembolleri olarak yaşatılmazlarsa gelecekte Istanbul için de benzer tehlikelerin ortaya çıkışına kimse engel olamaz. Inandıkları hayat tarzlarını şehir modelleri olarak hayata geçiremeyenler kendi kimliklerini de muhafaza edemezler. 
 
 
17.12.1994 - Ahmet Davutoğlu
 
 http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=356   internet sayfasından alınmıştır.
 

27 Şubat 2013 Çarşamba

"YAHUDİLERE GÜVENMEYİN." diyen HZ. MUHAMMED (S.A.V) İN ONLARLA ANTLAŞMA YAPMASININ HİKMETİ NEDİR?



Medine Vesikası'nın önemi nedir, hangi konuları içeriyordu? Bu vesikanın Fıkıh literatürümüzdeki yeri nedir ve günümüzde uygulanırlığı var mıdır? "Yahudilere güvenmeyin." diyen Hz. Muhammed (sav) nasıl onlarla antlaşma yapabilir? 

Soru: Hz. Muhammed (sav) Medine'de yaşayan Müslümanlar, henüz Müslüman olmayan Araplar ve Yahudiler arasında geçerli olan bir "vatandaşlık antlaşması" yapmıştır. Bu bilgiye dayanarak merak ettiğim soru şu; nasıl olur da Yahudilerle bir antlaşma yapabiliriz? Arkamızdan yürürken bile hınçla gölgemize basan Yahudilere nasıl da güvenebiliriz ve üstelik Yahudilere güvenmeyin diyen Hz. Muhammed (sav) nasıl antlaşma yapabilir?.. Bundaki hikmet nedir? Elbette Hz. Muhammed (sav)'in bildiği var, ama bundaki hikmet nedir?


Cevap: Değerli kardeşimiz; Bilindiği gibi 610 yılında ilk defa Mekke’de yeni dinî tebliğ etmeye ve kendine taraftar toplamaya çalışan Hz. Muhammed (sav), yakın çevresinden birkaç kişi dışında ilk yıllarda genel kabul görmemiş, zamanla bu dine girenlerin sayısı arttıkça bu sefer de çeşitli engellemeler ve ağır baskılarla karşılaşmıştı. On üç yıllık Mekke hayatında taraftar sayısını fazla arttıramayan Peygamber (sav) ve Müslümanlar için Mekke dışına bir yere gitmek, özgür ve güvenilir bir ortam bulmaktan başka seçenek kalmayınca, önce Habeşistan’a (iki defa), sonra da Medineye hicret etmek zorunda kaldılar.

Mekke, Arap yarımadasının ticari ve siyasi faaliyetlerinin yürütüldüğü önemli bir yerleşim merkeziydi. Öteden beri dinî bir merkez durumundaki Kâbe ile büyük ve köklü Arap kabilelerinin Mekke’de oluşu, bu şehri fazlasıyla önemli kılıyordu. Mekke bu özelliğine binaen siyasi ve idari açıdan da iyi örgütlenmiş, siyasi ve idari bürokratik merkeziyetçiliği yanında özgür kabilelerden müteşekkil bir konfederasyon görünümündeydi.

Mekke gibi yarımadanın diğer yerleşim merkezlerinde de Arap geleneğinin baskın karakteri kabile ruhudur. Bu durum, yarımadanın iki büyük merkezinde de hemen hemen aynıydı. Mekke ve Taif’in birliği güçlü kabileler tarafından sağlanıyordu. Ancak Medine bu anlamda böyle bir birlikten yoksundu. Çünkü Mekke’de Kureyş, Taif’te Sakif kabilesi siyasi birliği sağlarken, Medine’de başta Evs ve Hazreç ile bu iki Arap kabilesinin müttefikleri Yahudi kabileler (Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza) arasındaki bitmez tükenmez savaş ve çekişmeler, siyasi birliğin sağlanmasına bir türlü imkan vermiyordu. İşte Peygamber (sav), böylesine muztarip ve fakat siyasi birliğe muhtaç bir kabileler topluluğu olan Medine’de din ve hukuk temelinde yepyeni ve o günkü Araplar arasında hayli garip bir siyasi birlik kurmaya muvaffak oldu.1 Araştırıcılar, ittifakla Mekke ile Medine arasındaki sosyal, siyasal ve ekonomik yapısal farkın Müslümanların Medine’de tutunmasına ve burda yepyeni bir siyasal birliğin kurulmasına geniş ölçüde yardımcı olduğuna kanidirler.2

Merkezî bir siyasi otoritenin olmayışı sosyal hayat ve savunma alanında da kendini gösteriyordu. Ortak savunmanın olmadığı Medine’de her kabile kendine ait müstahkem bir hisar inşa etmişti. Her bir kabilenin ortak savunma masrafları -Yahudilere özgü olmak üzere- bir halk sandığı tarafından karşılanıyordu. Arap kabileleri ise “kan diyetleri”nin karşılanması amacıyla bir tür sosyal sigorta kurmuşlardı. Yahudilerin elinde Tevrat olmakla birlikte, kimsenin ve bütün kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen yazılı bir hukuk yoktu. İhtilaflar çoğunlukla örfi teamüller esas alınarak ve hakemler tarafından çözülürdü. Ne var ki, hakemlerin kararını destekleyecek somut hukuki müeyyidelerin olmayışı ile çoğunlukla güçlülerin kararları tanımayışları adaletsizliklerin sürüp gitmesine yolaçıyordu.

Eğitim seviyesi ve okuma-yazma oranının hayli düşük olduğu Medine’de Yahudiler, İbrani alfabesiyle Arapça konuşup yazıyorlar, dinî ibadetlerini ve çocuklarına verdikleri öğretimi “Beytü’l-Medaris” denen yerde yapıyorlardı. Araplar ise bu sınırlı imkandan da yoksundular ve esasında kitapları olmadığı için Yahudiler karşısında ezik duygular içindeydiler.

Medine’yi oluşturan iki etnik ve dinî grup, yani Araplar ile Yahudiler iki ayrı ve homojen topluluk durumunda değildiler. İlginçtir, Araplar ve Yahudiler arasında çatışma olduğu gibi Arap kabileleri kendi aralarında ve Yahudi kabileleri de kendi aralarında savaşıp duruyorlardı. İbn Hişam’ın verdiği bilgilere göre, Yahudi Kaynuka oğullarının çoğunluğu, Arap olan Hazreçliler'in müttefiki, Nadiroğulları ve Kurayza oğullarının çoğunluğu da Arap kabilesi Evsliler’in müttefiki idiler.3 Bu kargaşa ve çatışma şehrin mimarisini etkilemişti. Bazı kaynaklar elli dokuz hisardan sözederken, Semhudi sadece Yahudi olan yirmi ayrı kabile ismi sayar.

Ancak asıl büyük savaşlar iki Arap kabilesi Evs ve Hazreç arasında sürüyordu. Tarihçiler, “Buas” adını verdikleri bu şiddetli savaşların yüz yirmi yıl sürdüğünü kaydederler. Evs şehrin güneyinde, Hazreç kuzeyinde ikamet ediyordu. İbn Neccar, Araplar’ın on üç hisarından sözeder. Aslında Benu Kayle ortak kökende birleşen, fakat sonra bölünen bu iki kabile arasındaki şiddetli savaşlar bütün Medine ve çevresini de tam bir kaosun içine düşürmüş, güvenliği ortadan kaldırmış ve tabii herkeste genel bir bıkkınlık duygusu uyandırmıştı.

Hicret’e tekaddüm eden günlerde, Medineliler, merkezî bir otoritenin bu çatışmalara bir son vereceğini düşünmeye başladılar ve hatta Abdullah ibn Ubeyy’i başlarına kral yapmak istediler. Medineliler, Bizans ve Sasanilerle yakın temas halinde olduklarından, muhtemelen katı bir monarşinin her türlü kaosun önüne geçebileceği fikrini buralardan almış olabilirler. Ne var ki, Abdullah İbn Ubeyy, zaaf sahibi, muhteris ve dar görüşlü bir insandı ve en önemlisi kendisi de bir Medineli idi. Medine’deki derin iç çelişkiler, onun güç ve yeteneklerini fazlasıyla aşıyordu.4

Medine’nin merkezî bir siyasi otoriteden yoksun olması ile sürüp giden şiddetli savaşlar, Peygamber (sav)’in buraya gelişini kolaylaştırmıştı. Nitekim, sonraları Hz. Ayşe (ra) şunları söyleyecekti:
“Yevm-u Buas (Evs ve Hazreç arasındaki savaş), Allah’ın elçisi Muhammed’e bir armağanıydı. Resulüllah geldiğinde (Medine ahalisi) gruplara bölünmüş, ileri gelenleri öldürülmüş veya yaralanmışlardı. Allah, onların İslam’a girmesiyle Elçisi’ne lütufta bulunmuş oldu.”5


VESİKAYA TARAF DİN VE HUKUK TOPLULUKLARI

Medine’ye gelir gelmez Peygamber (sav)’in ilk yaptığı işlerden biri, yeni gelen muhacirleri yerleştirmek, onların ve ailelerinin gündelik (rutin) ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli tedbirleri almak oldu. Bu amaçla Medineli Müslümanlar (Ensar) ile Mekkeli Müslümanlar (Muhacirler) arasında sosyal ve ekonomik bir dayanışma ve yardımlaşma ilişkisini tesis etti. Buna “muâhât=kardeşleşme” adı verildi. Hicret’in ilk günlerinde bu kardeşleşme organizasyonuna kırk beşi Ensar’dan, kırk beşi Muhacirlerden olmak üzere doksan kişi katıldı. Kaynaklarımız bu ilk teşebbüste birbiriyle kardeş olmayan tek bir muhacirin kalmadığını yazar.6

Öyle ki kardeşleşme, aralarında kan, akrabalık ve kabilevi bağ olmadığı halde onları birbirine mirasçı bile kıldı. Deyim yerindeyse komünal bir hayat biçimi geliştirildi. Hicret’in 5. ayında kardeşleşmeye katılan ailelerin sayısı yüz seksen altıya çıkmıştı.7 Gelen her bir aileyi, Medineli bir aile yanına alıyor, zirai ve ticari hayatına, ev geçimine ortak kılıyordu. Hatta kimi Medineliler, eğer arzu ediyorlarsa birden fazla evli oldukları eşlerini boşayıp bekar Muhacirlere nikahlayabileceklerini teklif ettiler.

Bir ara Ensar, sahip oldukları hurmalıklarını da Muhacirlerle bölüşmek istedi. Ancak durumun düzelme yönünde bir gelişme gösterdiğini gözleyen Peygamber (sav), bunun yerine zirai ortaklık yapmalarını teklif etti ve “Sulama işini Muhacirler üzerine alsın, sonra aranızda ürünü bölüşün.” dedi.8 Yine de Ensar, Muhacirleri birer ev sahibi yapmak için arsa, arazi ve hurmalıklarının fazlasını onlara hibe ettiler.

Kaynaklar, bu kardeşleşmenin sürdüğünü, ancak miras hükmünün kimine göre Bedir’den sonra (Enfal, 75), kimine göre de h.3. yıl Şevval ayında yani Uhud savaşından sonra son bulduğunu yazar.

Hicret’le birlikte ve bu gelişmelerden sonra Medine’de üç ana toplumsal blok ortaya çıkmış oldu: Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar.

Müslüman blok, Mekkeli Muhacirler ve Medineli Evs ve Hazreç’li Ensar’dan müteşekkildi. Bu türden toplumsal yapılanma bütün Arap yarımadasının kadim geleneğine yabancıydı. Çünkü geleneksel kabile hayatında, toplumsal örgütlenme kan ve akrabalık bağına dayalı iken, ilk defa Medine’de coğrafî, etnik ve kültürel kökeni tamamen birbirinden farklı insanlar bir araya gelerek kendilerini ayrı bir sosyal blok (camia) olarak tanımlıyorlardı. Sonraları buna Romalı Süheyl, İranlı Selman, Kürt Gavan vb. eklenecekti. Nitekim Medine Vesikası’nın 2. maddesi bu sosyal bloku din ve hukuk temelinde “diğer insanlardan ayrı bir ümmet” olarak zikredecektir.

Ancak kuşkusuz Medine, Müslümanlardan ibaret değildi. Onun kadim sakinleri Yahudiler ve Müslümanlığı kabul etmemiş Araplar da vardı. İşte Hz. Muhammed (sav)'in önünde bütün bu sosyal blokları anlaştırıp birleştirmek ve bir arada yaşamanın formülünü bulmak gibi önemli bir sorun vardı.9 Peki, bunu nasıl yapacaktı?

Öyle anlaşılıyor ki, Hz.Muhammed (sav), Medine’nin sosyal, dinî ve demografik yapısını ortaya çıkarmakla işe başladı. Ve bu amaçla, o günkü gelenekler için hayli yabancı olan bir teşebbüse girişerek nüfus sayımı yaptırdı. Medine Vesikası gibi bu ilk nüfus sayımının yapılması ve şehir sakinlerinin tek tek (erkek, kadın, çocuk, yaşlı) bir deftere yazılmasına da ilk defa rastlanıyor, diyebilir miyiz? Her neyse, bu teşebbüsün Araplar için “yeni ve garib” olduğunda kuşku yok. Huzeyfe’den gelen bir nakle göre:
“Allah’ın Elçisi bize: ‘Din olarak İslam’ı seçen ve Müslüman olan kimselerin isimlerini (tek tek) yazıp getiriniz.” dedi. Biz de ona 1500 kişinin ismini yazıp getirdik.”10
Nüfus sayımı sonucunda Medine’de 10.000 kişinin yaşadığı, bunlardan 1.500’ünün Müslüman, 4.000’nin Yahudi ve 4.500’ünün Müşrik Arap olduğu anlaşılmıştı. Peygamber (sav), ikinci bir adım attı, Medine’nin doğal şehir sınırlarını tayin etti ve dört bir köşeye birer işaret koyarak bir “Site-Devlet”in toprağını belirlemiş oldu ki, bu sınırlar içinde kalan bölge Vesika’nın 39. maddesinde “Yesrib (Medine) vâdisi içindeki alan (cevf), korunmuş (haram)” olarak yeralacaktır.

Tabiatıyla Müslümanlar bu teşebbüsten memnundular, Yahudiler de bu sosyal ve siyasal organizasyondan memnun görünüyorlardı; ancak Medineli Müşrikler (Putatapanlar), huzursuzdular, geleceklerini tehdit altında görüyorlardı.11 Bunun nedenini anlamak zor değildi; çünkü Peygamber (sav) ve arkadaşları Mekkeli Müşriklerin tahammülsüz baskılarına dayanamıyarak hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onun diğer Müşriklerle arasının iyi olacağı düşünülemezdi. Kaldı ki, hicretin hemen ardından, Mekke’den Kureyş’in Müslümanların peşini bırakmayacağı ve yakın bir gelecekte Medine üzerine bir sefer düzenleyeceği yolunda haberler gelmeye başlamıştı. Böyle bir çatışma ortamında Medineli müşriklerin durumu ne olacaktı? Kureyş, onlara “Niçin Muhammed’i kabul ettiniz?” diye çıkışmaz veya muhtemel bir karşılaşmadan önce Müslümanlarla aralarında bir çatışma çıkmaz mıydı? Ortada fiili bir durum vardı. Böyle bir konjonktürde nasıl birarada yaşanacaktı?

Hz. Muhammed (sav), bir yandan hicret eden Mekkelilerin yerleştirilmesi ve yeni çevreye intibaklarıyla uğraşırken, diğer yandan Yahudi ve Müşrik Araplara güven vermeye çalışıyor, niyetinin Medine üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak olmayıp yeni dinî cemaatinin güven içinde yaşamasını ve dinlerini yayma imkanlarını sağlamak olduğunu söylüyordu. Esasında daha Mekke’de inen vahiylerde geçerli bir politika olarak

“Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kafirun, 109/6)
ilkesi benimsenmişti. Ancak Kureyş, bu çok dinli çoğulcu projeyi reddedip Peygambere (sav) dini tebliğinde engeller çıkarmış, Müslüman olmak isteyenlere ağır baskılar ve işkenceler uygulamıştı.

Dolayısıyla Peygamber (sav)'in izlediği stratejide hiçbir değişiklik yapmak gerekmezdi. Bu durumda Medine’deki hayatı, Mekke’de inen vahyin toplumsal, hukuki ve kurumsal düzeyde bir açılımı, Mekke’deki vizyonun Medine pratiğine taşınması olacaktı; nitekim öyle oldu. Yani dinî ve hukuki özerklik temelinde çoğulcu bir toplumsal projeyi hayata geçirerek, herkese ve her topluluğa bir arada yaşamanın mümkün yollarını göstermek. Elbette dinî tebliğ devam edecekti; ama hiç kimse zor ve baskı altına alınarak başka bir dine girmeye mecbur edilmeyecek, din değiştirenler Mekke’de olduğu gibi herhangi bir engelle karşılaşmıyacaktı.

Medine’ye gelişten sonra önce Medineli Ensar ile Mekke’den gelen Muhacir ailelerin başkanlarının (Nakib) katıldığı büyük bir meclis toplandı ve muhtemelen yukarıda sözünü ettiğimiz kardeşleşmenin hukukî temelini oluşturan hükümler görüşüldü. İşte Medine Vesikası’nın ilk yirmi üç maddesi, bu toplantıda tesbit edilmiş olup yeni Müslüman blokun sosyal ve hukukî ilişkilerini yazılı hükümlere bağlamaktadır.

Bu iş tamamlandıktan sonra, Hz.Muhammed (sav), Müslüman blokun liderleriyle olduğu kadar, Müslüman olmayan Medineli diğer sosyal blok temsilcileriyle de durumu istişare etti. Hepsi Enes’in evinde toplanarak yeni bir “Şehir-Devlet” yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaştılar. Bu yeni “devletin anayasası” yazılı bir biçimde tesbit edilip vazedildi ki bu metin şu anda elimizde bulunan Vesika’dır.

Şimdi konunun daha iyi anlaşılması için Vesika’nın hükümlerine yakından bakalım:


MEDİNE VESİKASI

Bismillâhirrahmânirrahîm.

1) Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).

2) İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi’a) teşkil ederler.

3) Kureyş’den olan Muhâcirler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.

4) Benû ‘Avf’lar kendi aralarında âdet olduğu vechile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (Müslümanların teşkil ettiği) her zümre (tâife), harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

5) Benû Hârisler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasında iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

6) Benû Sâide’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

7) Benû Cuşem’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

8) Benû’n-Neccâr’lar kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

9) Benû ‘Amr İbn ‘Avf’lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

10) Benû’n-Nebît’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

11) Benû’l-Evs’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir...

12) Mü’minler kendi aralarında ağır malî mes’uliyetler altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidyei necât veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir.

12/B) Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsına (kendisi ile akdî kardeşlik râbıtası kurulmuş kimse) mümâna’at edemez (Diğer bir okunuşa göre: Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsı ile, onun aleyhine olmak üzere bir anlaşma yapamayacaktır.)

13) Takvâ sahibi mü’minler, kendi aralarında mütecâvize ve haksız bir fiil îkaını tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.

14) Hiçbir mü’min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü’min aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.

15) Allah’ın zimmeti (himâye ve temînatı) bir tekdir; (müminlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin tanıdığı himâye) onların hepsi için hüküm ifade eder. Zîra mü’minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar.

16) Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muârız olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardım ve müzâheretimize hak kazanacaklardır.

17) Sulh, mü’minler arasında bir tekdir. Hiçbir mü’min Allah yolunda girişilen bir harpde, diğer mü’minleri hâriç tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh, ancak onlar (mü’minler) arasında umumiyyet ve adâlet esasları üzere yapılacaktır.

18) Bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askerî) birlikler, birbirleriyle münâvebe edeceklerdir.

19) Mü’minler, birbirlerinin Allah yolunda (uğrunda) akan kanlarının intikamını alacaklardır.

20) Takvâ sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.

20/B) Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz (yani Kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz).

21) Herhangi bir kimsenin, bir mü’minin ölümüne sebep olduğu katî delillerle sâbit olur da maktûlün velîsi (hakkını müdafaa eden) rızâ göstermezse, kısas hükümlerine tabî olur; bu halde bütün mü‘minler ona karşı olurlar. Ancak bunlara, sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helâl (doğru) olur.

22) Bu sahîfe (yazı)nın muhteviyatını kabul eden, Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanan bir mü’minin bir kaatile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösteren Kıyâmet Günü Allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır.

23) Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed (sav)’e götürülecektir.

24) Yahudiler, mü’minler gibi, muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.

25) Benû ‘Avf Yahudileri, mü’minlerle birlikte [İbn Hişâm’da bu, “ma’a” (= ile) olarak, Ebû Ubeyd’de ise “min” (= den) olarak zikredilir] bir ümmet (: câmi’a) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.

25/B) Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îkâ eder, o sadece kendine ve âile efradına zarar (vermiş) olacaktır.

26) Benû’n-Neccâr Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.

27) Benû’l-Hâris Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.

28) Benû Sâ’ide Yahudileri de Benû ‘avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.

29) Benû Cuşem Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.

30) Benû’l-Evs Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.

31) Benû Sa’lebe Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îka eder, o sadece kendini ve aile efradını zarardîde etmiş olacaktır.

32) Cefne (âilesi) Sa’lebenin bir kolu (batn) dur; bu bakımdan Sa’lebe’ler gibi mülâhaza olunacaklardır.

33) Benû’ş-Şuteybe de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır.

34) Sa’lebe’nin mevlâları, bizzat Sa’lebeler gibi mülâhaza olunacaklardır.

35) Yahudilere sığınmış olan kimseler (Bitâne), bizzat Yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır.

36) Bunlardan (Yahudiler) hiçbir kimse (Müslümanlarla birlikte bir askerî sefere), Muhammed’in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.

36/B) Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilemeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve âile efradını mes’ûliyet altına sokar; aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riâyet etmeyen bir kimse haksız vaziyette olacaktır). Allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle beraberdir.

37) (Bir harp vukuunda) Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Muhakkak ki bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır. Onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.

37/B) Hiçbir kimse müttefikine karşı bir cürüm îka edemez: Muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.

38) Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe masrafda bulunacaklardır.

39) Bu sahîfenin (yazının) gösterdiği kimse lehine Yesrib vâdisi dahili (cevf), harâm (mukaddes) bir yerdir.

40) Himâye altındaki kimse (cârr), bizzat himaye eden kimse gibidir; ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm îka edecektir.

41) Himâye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesnâ, bir himâye hakkı verilemez.

42) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münâzaa vak’alarının Allah’a ve Resûlullah Muhammed’e götürülmeleri gerekir. Allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle beraberdir.

43) Ne Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himâye altına alınmayacaklardır.

44) Onlar (= Müslümanlar ve Yahudiler) arasında, Yesrib’e hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.

45) Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, mü’minlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır; din mevzuunda girişilen harp vak’aları müstesnâdır.

45/B) Her bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan (gerek müdafaa ve gerekse sâir ihtiyaçlar hususunda) mes’uldür.

46) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar, aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların mevlâlarına ve bizzat kendi şahıslarına, bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur. (Kaidelere) muhakkak riâyet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız şekilde kazanç temin edenler, sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahîfede (yazıda) gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riâyet edenlerle beraberdir.

47) Bu kitap (yazı), bir haksız fiil îka eden veya cürüm işleyen (ile cezâ) arasına engel olarak giremez. Kim ki bir harbe çıkar, emniyette olur veya kim ki Medine’de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir fiil ve cürüm îkaı halleri müstesnâdır. Allah ve Resûlullah Muhammed himayelerini, (bu sahîfeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.*


HÜKÜMLERE İÇLİŞKİN KURUCU İLKELER

Hamidullah’a göre, “bu anayasa, ilk İslam Devletinin Anayasası olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma özellik” ve ayrıcalığına da sahiptir.12 İtalyan tarihçi Caetani, “anayasa” tabirini kullanmadan “vesika” der ve şunları ekler: “Bu vesika Muhammed Peygamber’in kitabıdır ki, bunu yazan (veya yazdıran) Muhammed’in kendisinden başkası değildir. Diğerleri, yani Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler buna katılmışlardır.”13 Caetani’nin bu sözlerinden, Peygamber (sav)’in kendi başına hazırladığı bir metni diğerlerine dikte ettirdiği veya bir emr-i vaki durumu yaratıp onlara onaylattığı sonucunu çıkarmamak lazım. Enes’ten ve diğer kanallardan gelen bilgiler, Vesika’nın karşılıklı görüşmeler sonucunda ve bir toplumsal mutabakat ürünü şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir.

Doğrusu da budur. Çünkü Mekke’den ve gece yarısı gizlice çıkıp Medine’ye göç etmiş, üstelik bütün taraftarları genel şehir nüfusunun yüzde on beşini geçmeyen bir insanın, tamamen kendi istek ve arzularına ya da gelecekteki çıkar hesaplarına hizmet edecek bir sözleşme metnini, kendisinden sayıca ve silahça daha güçlü kimselere kabul ettirmesi düşünülemez. Bu hiç de akla yatkın görünmüyor.

Hz. Muhammed (sav)’in karşılıklı görüşmeler sonucunda ve oydaşma esasına dayalı hazırladığı bu toplumsal sözleşmenin kabulünü sağlayan esaslı faktörlerden biri, yüz yirmi  yıldır savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen Medine’nin bizzat içinde bulunduğu kaotik ve güvensiz durumdur. Medine adeta kendine bir kurtarıcı beklemektedir. Kendi başına ve varolan sosyal güçlerle barış ve istikrar sağlayacak siyasal ve toplumsal bir formül bulamıyor. Medine savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yine de yeni çatışmalara gebe bir görünümdedir. İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi hukuk temelinde, “neysen osun” ilkesine göre varolmaya çağırıyor.

Vesika'da yaralama, öldürme, kan diyetleri, fidye-i necat vb. terim ve maddelerin sıkça yer alması, uzun yıllar iç savaşlarla sarsılmış ve bitkin düşmüş bir toplumun normal konjonktürünü yansıtır. O günün ivedi sorunu, çatışmalara bir son verilmesi ve taraflar arasında adalet ve hakkaniyet esaslarına uygun bir arada yaşamanın formülünün bulunmasıydı. Bu yönüyle Vesika, oldukça dönemsel bir nitelik taşır. Ancak onun dönemselliği ve altına imza atan insanların sayısının azlığı, kurucu ilkeleri yönünden önemsizdir.

İkinci önemli nokta, böyle bir proje sayesinde kimsenin kimse üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan başkalarını doğal bir realite kabul etmesi ve onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve hukukun teminatı altına alınmasıdır.

Gözönünde tutulması gereken bir nokta da şudur: Medine Vesikası, bütün sosyal bloklar açısından “hakimiyet” değil “katılım” temelinde bir toplumsal projeyi öngörür. Vesika’nın çizdiği proje çerçevesinde Müslümanlar, özgür insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed (sav)’in gösterdiği istikamette ve güven içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. Aynı haklar Yahudiler ve diğerleri için de geçerlidir.

Burada Vesika’dan çıkarabileceğimiz ilk kurucu ilkenin altını çiziyoruz:

Doğru, adil, hukuka saygılı ve insanlar arasında gerçek barış ve istikrarı amaçlayan ideal bir projenin, farklı gruplar (dinî, hukuki, felsefi, siyasi vs.) arasında bir sözleşme temelinde ortaya çıkması gerekir. Sözleşmenin hazırlanması esnasında sosyal blokların kendileri veya temsilcileri hazır bulunmalı, özgür bir ortamda ve karşılıklı görüşme ve tartışmalarla sözleşmenin hükümleri (temel yasalar) tesbit edilmelidir.

Toplumsal hayata katılan gruplar heterojen olduklarından, her bir madde bir örtüşme noktasını teşkil etmeli ve oydaşma yoluyla tesbit edilmelidir. Her örtüşme maddesi sözleşmenin bir hükmünü oluşturur ve anlaşmazlık konusu her madde de grupların kendilerine terkedilir. Örtüşme sözleşme alanına, farklılık özerk alana aittir. Bu, birlik içinde zengin farklılık, yani sahici çoğulculuktur.

İkinci kurucu ilke hakimiyet’in değil, katılım’ın hareket noktası seçilmesidir. Çünkü totaliter ve üniter bir siyasal yapıda farklılıklar kabul edilemez. Medine Vesikası, Müslüman ve Yahudileri kabile kabile (tek tek) zikreder. Müşriklere de ayrı bir maddede değinir. (Md. 20/B). Muhacirler, Ensar, Benu Avf, Benu Harisler, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’n-Neccar, Benu Amr İbn Avuflar, Benu Nebît ve Benu’l-Evs... (Md.1-11). Yine Yahudiler’den Benu Avf, Benu’n-Neccar, Benu’l-Haris, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’l-Evs, Benu Sa’lebe, Cefne, Benu Şuteybe (Md.25-33) kabilelerini ve onların mevlalarını ayrı ayrı zikreder.

Mevla, kan ve akrabalık bağı olmaksızın bir kabileye bağlı veya onunla anlaşmalı olan kabile, aşiret veya topluluktur. Bu demek oluyor ki, ismiyle ve imzasıyla sözleşmeye taraf olan her bir sosyal blok, kendisine bağlı diğer toplulukları da temsil etmekte ve aynı hak ve sorumlulukları onlara da tanımaktadır. Ancak 20/B maddesi müşriklerle ilgili özel hükümler getiriyor ve 43. md. ile destekleniyor. Bu da Medineli Müşrikler’in Mekkeli Müşrikler’le her türlü siyasi ve askeri ilişki kurmalarına engel teşkil etmek içindir. Esasında Medineli Müşrikler de Mekkelilerle ittifak kurma arzusunu taşımıyorlar, hatta başlarına bir tehlike gelir diye çekiniyorlardı. Ama onlar da, diğerleri gibi 39. md.de belirtilen Site’nin alanı içinde her türlü hak ve özgürlüklere sahip olmak istiyorlardı, Vesika bu hakkı talebi de hukuki bir teminat altına almaktadır. Nitekim, Mekkelilerle girişilen Bedir ve Uhud savaşlarından sonra da, Vesika’ya taraf Müşrikler’in Medine’de yaşamaya devam ettiklerini ve Müslümanlarla aralarında çatışmaya dönüşecek ciddî sorunlar çıkmadığını biliyoruz.

Kabilelerin bir bir zikredilmesi, toplumda varolan dinî ve etnik toplulukların kimliklerini tanımak ve belgelemek içindir. Muhtemelen, kabile liderleri bunu özellikle talep etmişlerdir.

Bundan şu sonuç çıkar: Her bir dinî ve etnik grup kültürel ve hukuki tam özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, gündelik hayatın düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve kendini tanımladığı hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade edecektir. Söz konusu dinî ve hukuki özerkliğin teminatı, “Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse kendileri dahildirler.” diyen 25. maddedir.

42. Madde’de zuhurundan korkulan ihtilafların Hz. Muhammed (sav)’e götürülmesini öngören hüküm, gerek Kur’an’dan gerekse Hadis ve Siyer kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla, Yahudi ve Müşrikler tarafından teklif edilmiştir. Daha önce de değindiğimiz nedenlerle, Medine’deki kaotik durum, kabileler arasındaki karşılıklı güveni sarsmıştı. Bu madde ile, gruplar, kendi aralarında çıkan ihtilafları çözemedikleri zaman, davayı bir “üst yargı makamı”na götürmek üzere kendi aralarında anlaşıyorlar. Bu üst yargı makamı da doğrudan güvenilir, tarafsız ve Medine dışından gelmiş Hz. Muhammed (sav)’dir. Kur’an, Peygamber (sav)’e eğer isterse onların davalarına bakabileceği yetkisini veriyordu. (Maide, 42). Bunun üzerine Peygamber (sav) de, kendisine başvurdukları her seferinde onları muhayyer bıraktı ve önce şunu sordu:
“Size neye göre hüküm vermemi istersiniz, Kur’an’a göre mi, yoksa Tevrat’a göre mi?”
Bu düzenlemede Peygamber (sav), bir “Hakim” değil, bir “Hakem” konumundaydı. Eklemek lazım ki, gayri müslimlerin davalarına bakma veya onları kendi mahkemeleri ve hukuklarıyla başbaşa bırakma teamülü o günden beri Zımmî hukukun bir parçası olmuş, bu uygulama Osmanlıların son dönemlerine kadar sürmüştür.

Burada bir kurucu ilke daha ortaya çıkmaktadır: Çoğulcu bir toplumda tek değil, birçok hukuk sistemi aynı anda geçerli olabilir. Ve tabii eğer bloklar arasında çatışan hukuklar dolayısıyla ihtilaflar doğarsa -ki doğar- bu durumda ya tarihte görüldüğü gibi, bu türden davalara yetki alanları genişletilmiş Mezalim Mahkemeleri bakar veya bütün hukuk topluluklarının hukuk temsilcilerinden oluşmuş üst mahkemelerin kurulması cihetine gidilir. Bana göre, çatışan hukuk sistemleri karşısında mağduru hukuk seçmede özgür bırakmak en iyi çözümdür; İslam hukuku açısından bu mümkündür.

Vesika’nın 23. maddesi Peygamber (sav)’i Müslüman sosyal blok üzerinde mutlak hakim kılar. Bu doğal bir durumdar; çünkü Müslümanlar ona biat etmekle, zaten ona bağlanmayı daha başında kabul etmişlerdir. Bu, aynı zamanda ibadeti, dinî ve hukuku birbirinden ayırmayan İslami temel varsayıma uygun bir tutumdur. Bu maddelerin kurucu ilkesi, İslamiyet’in sadece Müslümanları bağlayan bir din olduğu gerçeğinin altını çizer.

İslami modelin totaliter olduğunu öne sürenler, bu gerçeğin yeterince farkında değiller. Çünkü eğer insanlar, özgür bir din tercih etme haklarına sahip ise, hukuk ve sosyal hayat biçimlerinin de din ve düşüncelerine uygun olması bir zorunluluktur. Bu durumda İslam dini ve hukuku, Müslümanları bağlar, diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve gayri müslimlerden bu hukuka göre davranmaları istenmez. Öyle ki Hz. Ömer (ra), başını örten gayri müslim bir cariyenin bu davranışından memnun olmamış ve başörtüsünün İslamiyet’i bir bütün kabul edenler için amir bir hüküm olduğunu belirtmiştir.

Vesika ise, objektif hükümleriyle bütün dinî ve sosyal blokların üstündedir. Yani, Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler onun genel çerçevesi dışına çıkamazlar. Bu anlamda karşılıklı anlaşma sonucunda ortaya çıkmış Vesika, Kur’an, Tevrat ve yerleşik örfün üstündedir.

4. ve 11. maddeler sosyal blokların özerkliğini teyid eder. Buna göre, kabileler, eskiden olduğu gibi (adet olduğu vechile) kan diyetlerini ödeyecekler, savaş esirleri için fidye verecekler. Kendi aralarında mali mükellefiyetlere katlanacak ve bunlar ortaklaşa tesbit edilecektir ( Md. 3, 12 ve 37.) Ancak eskiden olduğu gibi, kan ve akrabalık bağına dayalı kabile asabiyetiyle suçlular korunmayacak, biri suç işlediği zaman kabilesinin fertleri ondan sorumlu tutulmayacak, kısaca suç ve ceza bireyselleşecektir (Md. 22 ve 31/B). Bu bile başlı başına bir devrimdi. Suçlu ve canilerin korunmadığı -ki bunlar hangi bloktan olursa olsunlar farketmez- bu yeni yapıda adalet ve güvenliğin sağlanması ortak ve sosyal bir sorumluluk mevkiine çıkartılıyor, taraflar birbirlerine karşı -aynı blokun bireyleri- sorumlu tutuluyor. (Md. 12, 13, 21). Buna bağlı olarak 12/B maddesi, kişilerin, başka kişilerin mevlaları ile ve onlardan ayrı olarak anlaşma yapma imkanlarını tanıyor. Kanımca bu madde ve başka hükümler, vize verme hakkını devletten alıp, doğrudan bireylere ve gruplara veriyor.

Vesika’nın diğer hükümlerini de kısaca şöyle özetlemek mümkün: 39. Madde ile “ülke ve korunmuş sınır” kavramı getirilmiş olup, bu o günün şartlarında yeni bir şeydi. Kan ve akrabalık bağına dayalı kabile yapısı aşılıyor, insanlar bloklar halinde (veya hukuk toplulukları şeklinde) daha üst bir siyasi birlik etrafında toplanıyor ve Medine’de yaşayan aşiret ve kabileler arasındaki her türlü çatışma ve hukuk ihlali yasaklanıyor. Vesika’da geçen “haram” terimi "korunmuş sınır" demektir ve bir siyasi birliğin toprak bütünlüğüne atıf anlamına gelir. Bu siyasi birliğin Vesika’daki karşılığı “ümmet”tir (Md. 2 ve 25). Bu anlamda “ümmet”, içinde Müslümanlar, Yahudiler ve müşriklerin de yeraldığı siyasi birlik demektir. Bu birlik, dinî, kültürel ve hukuki özerklik temelinde ırk, dil, din, mezhep ve etnik köken farkını gözetmeyen bir toplumsal projedir (Md. 1,2, 16 ve 25.)

İnsanlar ve topluluklar arasındaki ilişkilerde temel ahlakî esaslar ve herkesin karşı çıkamıyacağı evrensel yüce idealler geçerlidir (Md. 47). Ancak bunların geçerli olabilmesi için toplumsal ilişkilerin bütününü düzenleyen yazılı bir hukuk metninin esas alınması gerekir. Bundan dolayı Vesika, kendini “Kitap” (Md. 1,36 ve 47) veya “Sahife” (Md. 22, 39, 42, 46 vs.) diye takdim etmektedir ki, o günün geleneksel kültüründe bu her iki terim bağlayıcılık ifade eder. Sözgelimi Kur’an da kendini “kitap” olarak tanımlar, geçmiş Peygamberlere çeşitli kitap ve sahifelerin indirildiğini söyler.14

Vesika, herkesi bağlayan hukukun üstünlüğüne tam riayeti öngörürken (Md. 37 ve 37/B), savaş, tek tek birey ve kabilelerden alınıp merkezî hükümete intikal ettiriliyor (Md. 17, 18). Savaş, merkezî yönetimin ortak kararıyla alınacaktır. Savaşın en önemli sebeplerinden biri dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı ortaklaşa mukavemet etmek üzere yapılır. Böyle bir savunma savaşında anlaşmaya taraf olan gruplar mali ve askerî ortak sorumluluklar yüklenirler, hep birlikte savaşırlar. (Md. 15, 18, 19 ve 24). Ancak din adına yapılacak savaşlarda ortak sorumluluk yoktur. (Md. 45). Buna göre eğer Müslümanlar, kendi dinleri için ve başkalarıyla -o da Medine dışında olmak üzere- savaşacak olurlarsa, Yahudiler ve Medineli Müşrikler onlara katılmak zorunda değildirler. Bu madde gereğince Bedir ve Uhud Savaşı Medine dışında bir yerde cereyan etmiştir.

Toplumsal hayatta adaletin tevzii, adlı işlerin yürütülmesi ve yargı için gerekli tedbirler alınacak ve bu yetkiler merkezî otoriteye devredilip fertlerin takdir ve inisyatifine terkedilmeyecektir; bu da ortak sorumluluklar arasında yer alan önemli bir husustur (Md. 13).

Vesika, yargı ve savunma ya da savaş ilanı gibi hususları merkezî otoriteye (devlet?) devrederken, başta yasama olmak üzere, kültür, bilim, sanat, ekonomi, eğitim, sağlık vb. hizmetleri sivil topluma bırakıyor. Peygamber (sav)’den gelen başka rivayetler, yönetimin ancak vergi, yargı ve savunma türünden alanlarla sınırlı olduğunu, bunların dışında kalan diğer alanların sivil topluma ait olduğunu anlıyoruz.

Medine Vesikası’nın genel hükümlerinden başka sonuçlar da çıkartılabilir. Ama yeri burası değildir. Vesika’nın bizim için önemli tarafı, 622 yılında yazılı bir belge olarak üç ayrı dinî ve sosyal blok arasında karşılıklı görüşme ve anlaşma sonucu kaleme alınması ve uygulamaya konulmuş olmasıdır..

Ben kişisel olarak, Vesika’nın hükümlerinden hareketle birtakım soyutlama ve genellemeler yaparak bugün için referans olacak bazı kurucu ilkeler elde edilebileceğini düşünüyor ve bu kurucu ilkelerin son tahlilde çoğulcu bir toplumsal projeye dayanak olabileceğine inanıyorum. Kur’an, Hadis kaynakları ve Müslümanların özel ve yöresel-tarihsel deneylerinden ayrı düşünüldüğünde İslam hukuku da bu projeyi teyid eden ve geliştiren zengin hükümler taşımaktadır. Yıllardır süren Arap-İsrail savaşı, şimdi yeni başgösteren Azeri-Ermeni çatışmaları, Lübnan’ın bölünmüş dinî yapısı, Balkanlardaki etnik durum, Kürt sorunu vb. sayısız çatışma ve savaş sebebinin varolduğu bölgemizde bütün dinî, etnik ve siyasî grupları sözleşme temelinde birarada yaşatacak ortak, gönüllü ve katılıma dayalı çoğulcu projelere ihtiyacımız var.

Kuşkusuz Hegelyen bir bakış açısından bu Vesika'ya baktığımızda doğru sonuçlar çıkaramayız. Çünkü Hegel'e borçlu olduğumuz modern (türedi) paradigma, çevre faktörlerini belirleyici bir konuma çıkartır ve hatta insanı bile çevresinin bir ürünü sayar. Vesika'nın hükümlerinde o günkü Arap toplumunun kendine özgü şartları veya varolan objeler dünyası etkileyici olmuştur; ancak belirleyici olan o çevre şartları değil, özgür, adil, katılımcı ve çoğulcu bir toplum biçimi geliştirme arzusudur. Bundan dolayı hükümlere içkin kurucu ilkeleri araştırıp bulmak önemlidir. Belki bize de bu kurucu ilkeler yol gösterecektir.

Sanıyorum Batılı demokrasiler bugün yaşadığımız sorunlar karşısında yetersiz kalıyor. Bu bölgenin ve yeryüzünün sakinleri olan bizler ise, geleceğimizi tehdit eden bu sorunlar ve haber verdikleri tehlikeler karşısında gözümüzü alternatif kaynaklara çevirmek zorundayız.
Medine Vesikasının Fıkıh Literatürümüzdeki Yeri
Medine Vesikası'nın fikhî tahlillerde fazla öne çıkmadığı bilinen bir husustur. Bu husus İslâm hukukçularının Medine Vesikası'nı bilmediklerinden kaynaklanmaz. Çünkü ilk dönemlerden itibaren temel fıkıh kitaplarımızın siyer bölümlerinde hem megazî literatürüne hem de Medine Vesikası'na çeşitli atıflar yapılır. Yalnız bu metinlerdeki atıfların genellikle vesikanın neticeleriyle alâkalı olduğu görülür.15

Bilindiği gibi fıkıh literatürümüzde gayri müslimlerle yapılan antlaşmalar iki grupta değerlendirilir. Bu gruplandırmada hâkimiyet unsuru belirleyici bir kriter olarak esas alınır. Çünkü hâkimiyet unsurunun bulunup bulunmaması fıkıh sistematiğinde farklı hükümlere tâbidir. Hâkimiyetin bulunduğu sözleşmeler zimmet kavramıyla; hâkimiyetin bulunmadığı sözleşmeler ise muvâdaa, musâlaha, müsâleme, muhâdene16 gibi kavramlarla ifade edilir.

İlk dönemlerden itibaren İslâm hukukuyla ilgili "siyer" kitapları/bölümlerinde devletlerarası münasebetler detaylı incelenmesine rağmen, Peygamberimizin (sav) savaşlarından ve barış antlaşmalarından bahsedilmemesi dikkat çekicidir. Muhtemelen Medine Vesikası da bu genel hükme dâhildir. Bu anlayış Hanefi fıkıh usulü açısından özellikle yönetimle alâkalı icraatların Peygamberimizin (sav) devlet başkanlığı vasfıyla temellendirildiği yorumunu hatırlatmaktadır.17

Konumuzla alâkalı temel problem, Medine Vesikası'nın geçiş dönemine ait bir uygulama veya zimmet hükümleriyle nesh olup olmadığı değerlendirilmesinde odaklanır.18 Her şeyden önce şu hususların hatırlanmasında fayda vardır. Bilindiği gibi Yahudilere karşı Hayber Seferi hazırlıklarının yapıldığı esnada bile Medine'de Peygamberimiz (sav) ile (sallallahü aleyhi ve sellem) antlaşmalarına bağlılığını devam ettiren Yahudilerin varlığı bilinmektedir.19 Ayrıca Hayber Seferi'ne Medine Yahudilerinden on kişinin katıldığı ve Peygamberimizin (sav) onlara ganimetten pay verdiği rivayet edilmektedir.20 Hattâ ailesinin maişeti için aldığı gıda karşılığında zırhını bir Yahudi'ye rehin vermesi de Peygamberimizin (sav) hayatının son zamanlarına kadar Medine'de Yahudi unsurunun varlığını gösterir.21

Konunun diğer bir boyutu ise cizye âyetiyle alâkalıdır. Bilindiği gibi hemen hemen bütün kaynaklarda Tevbe Sûresi'nin Hicret'in 9. yılında nazil olduğu hakkında ittifak vardır. Tevbe Sûresi'nin son nazil olan sûrelerden olduğu da bilinmektedir. Bu sûredeki cizye âyetinin ise, 9. yıldaki Tebük Seferi'ne ait hazırlıklar sırasında veya bu gazve esnasında nazil olduğu rivayet edilmektedir.22 Cizye ile alâkalı âyetin nüzulünden sonra Peygamberimizin (sav) bazı Ehl-i kitap ve Mecusi kabilelerle zimmet sözleşmesi yaptığı kaydedilmektedir.23

Medine'de kalan Yahudilerin cizye âyetinden sonra zimmî statüsünde değerlendirildiği bilgisine biz rastlamadık. Bunların "Medine Vesikası" şartlarına bağlı olarak devam etmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Bu ihtimal, Tevbe Sûresi'nde bazı müşrik kabilelerle yapılan antlaşmaların sona erdiğinin ilân edilmesi emredilirken, antlaşma yapıldıktan sonra "şartları hiçbir şey eksiltmeksizin tamamen yerine getiren ve sizin aleyhinize hiç kimseye destek vermeyen" (Tevbe, 9/4) müşriklerin bile istisna edilmesi anlayışıyla teyit edilebilir.

Bu verilere göre Peygamberimizin (sav) maddî ve askerî açıdan zayıf olduğu zamanlarda gayri müslimlerle anlaştığı, maddî ve askerî bakımdan güçlü olduğu zamanlarda ise savaştığı yorumu tarihî vakaya uygun değildir. Zaten böyle bir siyaset uyguladığını varsaymak, hiçbir zaman Peygamberimizin (sav) şahsiyetiyle de getirdiği mesajla da bağdaşmaz. Zîrâ Peygamber Efendimizin (sav) yaptığı bütün savaşlar müdafaa eksenlidir.

Bu mânâda Peygamberimizin (sav) bidayeti ile nihayeti arasında fark olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu hususta Fethullah Gülen Hocaefendi'nin muhteva açısından Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında irtibat kurması oldukça önemli ve orijinaldir:
"Hoşgörü, diyalog veya bizim vazettiğimiz ıstılah ile herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi ve bunun hayata intikali İslâm tarihinde bizimle ortaya çıkmış bir şey değildir. Sadece Medine Vesikası'nı bu gözle incelemeye alın; insanın hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme hakkının olduğunu ‘İnsanlığın İftihar Tablosu' o mübarek sesini yükselterek âleme duyuruyor mu duyurmuyor mu? Bu hakların dokunulmaz ve aynı zamanda mukaddes olduğu Vesika'da var mı yok mu? Aynı hakikatler başka bir dille, başka bir anlatma üslûbu ve edası ile Veda Hutbesi'nde tekrar ediliyor mu edilmiyor mu? Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında yaklaşık on yıl var. Demek bu on yılda bir çizgi değişikliği yok; aksine tahşidat var, tahkim var."24
Veda Hutbesi'nde Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Ey insanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mukaddes bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur."25
Hitabın "Ey insanlar!" diye başlaması, ilgili hükümlerin inanan-inanmayan herkese şamil olduğunu gösterir ve evrensel insanî değerler olduğunu ilân eder.

Netice
Medine Vesikası'nın ruhu; farklı inanç ve ırktan insanlarla savaşsız barış içerisinde bir arada yaşama, sosyal münasebetlerde hayırhahlığı ve iyi davranışı esas alma, iç ve dış güvenliğin sağlanmasında işbirliği yapma şeklinde özetlenebilir. Bu ruh; iletişim araçlarının dünyayı küçülttüğü, büyük ölçekli nüfus hareketlerinin gerçekleştiği ve sınırların eski değerini kaybettiği günümüz dünyasında daha da önem kazanmaktadır.

Dipnotlar:
1. Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, çev. F.Işıltan, Ankara, 1963, s.2
2. Her iki merkezin yapısal özellikleri ve birbirleriyle mukayesesi için bkz. W.Montogomery Watt, Muhammet at Mecca, Oxford, 1953 (Hz. Muhammed Mekke’de, çev. M.R.Ayas-A.Yüksel, Ankara, 1986) ve aynı yazar, Muhammad at Medina, Oxford, 1953.
3. Hamidullah, I, 177-199
4. Dr. S.Ahmed el-Ali, ed-Devletu fi Ahdi’r-Resul, Irak, 1988, I, 24.
5. Buhari, 5/44; İbn Hişam, I, 183
6. İbn Sa’d (öl. 230), Tabakat, Leyden, 1904-12, I, böl. 2
7. Hamidullah. I, 181
8. Buhari, 3/67; M.Asım Köksal, İslam Tarihi, İstanbul, 1981, I, 95
9. A.Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 7. Bsk. Ankara, 1978, s.204; S.M. Ahmed Nedvî-S.S.Ansarî, Asr-ı Saadet, çev. A.Genceli, İstanbul, 1985, I, 64
10. Buhari, 56/181, No:1; M.Tayyib Okiç, İslamiyette İlk Nüfus Sayımı, A.Ü.İlahiyat Faklt. Dergisi, Ankara, 1958-9. VII, 11 vd.
11. S.M. Ahmed Nedvi- S.S.Ansarî, I, 64
12. Hamidullah, I, 189
13. Caetani, III, 112
14. bk. En’am, 154; İsra, 2; Necm, 36; A’la, 19 vs...
15. bk. Muhammed b. el-Hasan, Kitabi's-siyeri'l-kebir, Beyrut 1997, (Serahsi'nin şerhi ile birlikte), V, 3.
16. Şeybanî, V, 18, 30.
17. Debusî, Ebu Zeyd Abdullah b. Ömer, Takvimu'l-edille fi usuli'l-fıkh, Beyrut 2001, s. 249-252.
18. Krş. Sönmez, Abidin, Rasulullah'ın Diplomatik Münasebetleri, İstanbul 1984, s. 97.
19. Vakidî, Muhammed b. Ömer, Kitabu'l-megazi, Oxford 1966, II, 634, 635, 637.
20. Vakidî, II, 684.
21. Buharî, Cihad, 89; Tirmizî, Buyu', 7.
22. Fayda, Mustafa, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul 1989, s. 115.
23. Hamidullah, Muhammed, Mecmuatü'l-vesaiki's-siyasiyye li'l-ahdi'n-nebeviyyi ve'l-hilafeti'r-raşide, Beyrut 1987, s. 150 vd.
24. F.Gülen, Ümit Burcu, 206
25. Buhari, Diyat, 6; Müslim, Kasame, 25.

(bk. Ali Bulaç, Medine Vesikası; Yrd. Doç. Ahmet Güneş, İslâm Hukuku Açısından Medine Vesikası)
Selam ve dua ile...




http://www.sorularlaislamiyet.com/qna/13257/medine-vesikasinin-onemi-nedir-hangi-konulari-
iceriyordu-bu-vesikanin-fikih-literaturumuzdeki-yeri-nedir-ve-gunumuzde-uygulanirligi-var-midir.html

web adresinden alınmıştır.